Tarikatlar, özlerine ihanet içindeler

Altan Tan Independent Türkçe için yazdı

Menzil Şeyhi Abdulbaki Erol geçen hafta vefat etti. Çok büyük bir kalabalıkla, -basında ifade edildiği şekliyle- 250 bini aşkın kişinin katılımıyla cenaze töreninin yapılması Türkiye'deki laik, laikçi, seküler, ulusalcı, Kemalist kesimi neredeyse ayağa kaldırdı.

Bir cemaat, bir tarikat, nasıl bu kadar güçlü olabilir? Nasıl bu kadar etkili olabilir? Nasıl AK Parti'yle bu kadar iç içe olur? Ve ne kadar bu kadar devletin imkanlarından faydalanabilir?..

Büyük tartışmalar koptu.

Şimdi bu konuyu incelemeye çalışırsak tarikat ve cemaatlerin kökeni nedir? Nereden çıktı? Ne zaman çıktı? Ne kadar İslamidir? Bunlar başka; teolojik tartışmalar.

Ama hem Sünni tarikatlar; başta Nakşibendilik olmak üzere, Mevlevilik, Kadirilik, Sühreverdilik,
Şazelilik… onlarca tarikat daha sayabiliriz;

Ayrıca Alevi Bektaşi dergahları; Hacı Bektaşı Veli Dergahı, Şah Kulu Dergahı; Irak ve İran coğrafyasında çok daha etkili olan Şii cemaatleşmesi, medreseler, okullar, üniversiteler…

Bunlar bizim İslam toplumunun bin küsur yıllık gerçekleri. 

Dediğim gibi, bunların teolojik kökenleri, tartışmaları başka bir konu. 

"Nereden çıktı, nasıl çıktı, ne kadar İslami, ne kadar Kur'an'a, sünnete uygun değil"; Bunlar başka tartışmalar. 

Ama toplumumuz yaklaşık 13-14 asırdır bu yapılanmalarla haşir ve neşir. 

Bizim bugün esas tartışmak ve konuşmak istediğimiz konu şu:

Bu tarikat ve cemaatlerin esas özü ne? 

Geçmişteki misyonları ne? 

Bugünkü durumları ne? 

Burada böyle çok uzun uzadıya dallandırıp budaklandırmadan, karıştırmadan birkaç ana başlıkta toplayabiliriz. 

Bunların Alevi olanın da Şii olanın da Sünni olanların da görevi misyonu bir insanı ıslah etmek.

İslami terminolojide; insanın nefsini, duygularını, hareketlerini, yaşantılarını iyi bir yöne çevirmek; iyi bir insan oluşturmak. 

Ne demek bu? 

Bir, Mert, dürüst, karakterli, yine İslami terminolojiyle, "eline, beline, diline sahip", dürüst insanlar, ahlaklı insanlar oluşturmak. 

Bunları zulümden, haksızlıktan, adaletsizlikten uzak tutmak. 

Böyle bir insan oluşturmak: Allah'a bağlı, sadık, itaatkarı kullar...


İki, mümkün olduğunca mütevazı bir hayat sürdürmek. 

Saltanattan, debdebeden, şöhretten, müsriflikten, aşırı harcamalardan, altından, ipekten, servetten uzak; mütevazı, yardımsever, insanlar oluşturmak. 

Ve toplumu da bu şekilde yönlendirmek; verilecek vaazlarla, verilecek nasihatlerle böyle bir toplum meydana getirmek.


Bu tarikat ve cemaatlerin bir diğer önemli fonksiyonları da devletten, iktidardan, şöhretten, güçten uzak durmak. 

Tarih boyunca Pir Sultan Abdal da Hacı Bayramı Veli de Hacı Bektaş-ı Veli de… devletten, iktidardan güçten, ellerinden geldiğince uzak durmaya çalışmış. 

Yani İmam-ı Azam Ebu Hanife de mesela devlet görevini kabul etmemiş, iktidarla bir olmamış; İmam Malik, İmam Şafi, İmam Hambel de böyle yapmış. 

Hasan-ı Basri, Cüneyd-i Bağdadi, Nesimi, İmam-ı Gazali de böyle davranmış. 

Birçokları sultanların, valilerin, vezirlerin sofrasına oturmamış, onların yemeğini yemeyi bile reddetmiş. 

Mesela İmam Hambel kendi itirazına rağmen devlette görev alan oğlunun evinde yemek yiyememiş. O yemeği helal kabul etmemiş. 


Şimdi bugüne gelelim. 

Bugün maalesef bu tarikat ve cemaatler çok büyük oranda insanın ıslahını, toplumun ıslahını bir kenara bırakmışlar. 

"Peygamber hasırda yatıyordu, aç kaldığı vakit karnına taş bağlıyordu. Bazen iki hurmayla günü geçiştiriyordu" diyen anlı şanlı 75-80 yaşındaki tarikat şeyhleri 1 milyon dolarlık arabalarla geziyorlar. 

En lüks evlerde oturuyorlar. En şatafatlı gösterileri, düğünleri yapıyorlar. 

O "bir lokma, bir hırka" felsefesi, yaşantısı bir kenara bırakılmış durumda. 


İkincisi, devletle iktidarla iç içeler. 

Çünkü özel hastaneleri var, okulları var, üniversiteleri var, finans kuruluşları, bankaları var, televizyonları var; var, var, var…

Bunların devam ettirebilmek için, bunlara kaynak bulabilmek için veya buldukları kaynaklarla, kurdukları bu kurumları koruyabilmek için devletle iktidarla iç içe olma zorunluluğu, mecburiyeti var.

Onun için de devletin, iktidarların, siyasi partilerin yanlışlarına, hatalarına, günahlarına, eksikliklerine bir şey söyleyemiyorlar. 

Nasihat edeceklerine, ıslah edeceklerine bir sivil otokontrol mekanizması oluşturacaklarına, maalesef bu iktidarların ve devletin bir parçası haline gelmiş durumdalar. 

Onun içindir ki bugün Türkiye'de gerçek bir sivil toplumdan bahsedilemez.

Türkiye'de sivil toplum dediğiniz bütün kuruluşlar bir partinin, bir örgütün, bir ideolojinin veya devletin arka bahçesi haline gelmiş durumdalar.

Tabii devletle iktidar ilişkisi Türkiye'de bunun nasıl bu hale geldiği, cumhuriyet dönemi boyunca, hatta Osmanlı'dan bugüne
izlediği süreç aynı bir tartışma konusu. 

Siyasi partiler ve devlet, tarikat ve cemaatlerle nasıl bir ilişki içine girdiler? 

İş nasıl bugünkü noktaya geldi?

Bu da ayrı bir sohbet, ayrı bir yazı konusu. 

Ama son söz olarak şunu söyleyebiliriz:

Bu kadar debdebe ve şatafat, 

Bu kadar dünyevileşmek,

Bu kadar paraya, güce, gösterişe, şöhrete tamah etmek,

İktidarla, devletle bu kadar iç içe girmek;

Tarikatların felsefesine ve misyonlarına ihanetten başka bir şey değil.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU