Sandığa yansıyan Ömer Seyfettin milliyetçiliği

Bu seçimin ilk turuna Türk milliyetçiliği damga vurdu; ama Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bilhassa Ömer Seyfettin'in diskur ve yaklaşımı düşünsel anlamda benimsendi

Kolaj: Independent Türkçe

14 Mayıs 2023 seçimlerinin sonucu toplum bilimcilerinin üzerinde hassasiyetle durması gereken birçok okumaya gebe.

Hiç şüphe yok ki bu seçimin tartışmasız kazananı Türk milliyetçileridir; ama Türk milliyetçiliğini tek bir fraksiyondan ibaret gören ya da bir torbada değerlendiren yaklaşımlar hatalı bir çıkarsamaya sürükler.

Recep Tayyip Erdoğan bu anlamda Türk milliyetçiliğini en iyi yorumlayanların başında geliyor.

Kullandığı üslup, seçtiği kelimeler ve izlediği strateji gösteriyor ki Cumhurbaşkanı Erdoğan dersini çok iyi çalışmış. 

Erdoğan, toptancı bir yaklaşım yerine Türk milliyetçiliğinin mefkûresini inşa eden 1908-1918 yılları arasındaki söylemi ve entelektüel zemini kendi siyasi diskuruna entegre etmeyi başardı. 

Esasen, bahsi geçen yıllardaki aydınlara baktığımızda Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp gibi isimlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın serpildiği gelenekten çok ince çizgilerle ayrıldığı görülür.

Bilhassa Türk milliyetçiliğinin büyük münevveri, bana göre en büyüğü, Ömer Seyfettin; Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın söylemlerini üzerine inşa ettiği temel kaynaktır. 

Erdoğan, Türk milliyetçiliği mefkûresini, entelektüel anlamda, 1908-1918 hareketlerine ve özelde de Ömer Seyfettin milliyetçiliğine yasladı.

Bu sayede Anadoluluk hassasiyetine sahip Türkleri, mütedeyyin Kürtleri ve İslamcıları bir cephede toplamayı başardı. 

Erdoğan'ın siyasi çizgisini inşa eden ideologların başında Mehmet Akif Ersoy'un geldiğini biliyoruz.
 

Mehmet Akif Ersoy.jpg
Mehmet Akif Ersoy

 

Ömer Seyfettin, Akif'i kastederek "İttifak-ı İslam taraftarı bir milliyetperverim; ne vakit Mehmet Akif'i okusam İttihad-ı İslam taraftarı bir ütopist oluveririm" sözlerinden de anlaşılacağı üzere 1908-18 devresinin oluşturduğu milliyetçi damar ile mütedeyyin hareket arasında aleni olmayan ama duygusal bir yakınlık söz konusudur. 

Sözü çok uzatmadan Ömer Seyfettin'i yakın mercek altına alırsak dikkatli okurlar hangi noktalara işaret ettiğimizi anlayacaktır.

Bilhassa Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın milliyetçi söylemi; millilik, yerlilik, Türk'ün kendisine yabancılaşması, aile gibi mevhumlarla beraber ele alması çok iyi bir Ömer Seyfettin okuması yaptığını ortaya koyuyor. 
 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.jpg
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan / Fotoğraf: AA

 

1908-18 Hareketinin kodları

Nazari Türkçülük anlayışında  Ömer Seyfettin, "Turancılık" ideolojisini devletin yıkılışını önleyecek son reçete olarak görür; fakat bu ideolojiyi ırk bağlamında ele almaz.

"Turancılık" ülküsü fikri ve tarihi bir birlikteliği temsil eder. 1914 yılında kaleme aldığı "Yarınki Turan Devleti" (1914) yazısında Türkçülük ideolojisini bu bağlamda ele almanın gülünç bir durum olduğunu söyler.

Yazarın kabul ettiği Türkçülük anlayışında toplumu bir araya getiren ortak lisan, aynı din, benzer ahlaki anlayış ve maariftir.

Bunlar sağlandıktan sonra ne Balkanlar'a ne de Kafkaslara çizilen siyasi hudutlar milleti bölemez:

Bugün milletlerde ırk esası aramak 'elkimya' ile meşgul olmaktan ziyade gülünçtür. Millet: Bir lisan konuşan, bir din, bir terbiye, bir maarifle birbirine merbut insanların mecmuudur. Bir milleti siyasi hudutlar asla ayıramaz.


Ömer Seyfettin'in Türkçülük ideolojisini eserlerinde sistematik bir şekilde işlemeye başladığı ilk çalışması "Primo Türk Çocuğu"(1911) olarak okurun karşısına çıkar. Bu eser bir roman taslağı olarak hazırlanıp yarım kalır.

Müstakil parçaların birer hikâye özelliği taşıması nedeniyle kaynaklarda teknik olarak öykü olarak değerlendirilir.

"Primo Türk Çocuğu" (1911) ilk kez 18 Aralık 1911 tarihinde Genç Kalemler (1910) dergisinde yayımlanır.

Hikâyenin devamı ise ancak 21 Mayıs 1914 tarihinde Türk Sözü dergisinde okurla buluşur. 

Mehmet Kaplan, "Primo Türk Çocuğu" (1911) hikâyesinin ana fikrinin "Türkçülük" ideolojisi olduğunu tespit eder.

Yazar, "Bahar ve Kelebekler" (1911) hikâyesinde "Yeni Lisan" (1911) makalesini içtimai hayatın ve lisanda ıslahın somut örneği olarak tasarlarken Kaplan'ın da tespiti üzere "Primo Türk Çocuğu" (1911) hikâyesi de Türkçülük ideolojisinin somut bir örneği olarak ortaya çıkar ve yazar Türk gençliğine yürüyeceği istikameti bu öykü ile tayin eder.

Ömer Seyfettin'in 1911 yılı öncesi hikâyeleri dikkate alındığında, yazar öyküde son derece sade bir dil kullanır; fakat "Primo Türk Çocuğu" (1911) hikâyesindeki asıl devrimi hikâyenin içeriğinde yapar.

"Türkçülük" ideolojisi, hikâyedeki temel belirleyici faktör olarak okuyucunun karşısına çıkar.

Müellif daha önceki hikâyelerinde kullanmadığı "Türk" kavramını hikâyenin asli unsurlarından birisi haline getirir.
 

 

"Primo Türk Çocuğu" (1911) hikâyesinde Kenan isimli karakter köklerinden ve Türklüğünden kopmuş, Batı medeniyetinin eğitiminden geçen yabancılaşmış bir karakterdir.

Ömer Seyfettin öyküsüne Ziya Gökalp'in "Turan" şiirinin son iki dizesi ile başlayarak henüz hikâyenin başında okura vermek istediği mesajı açık bir şekilde ortaya koyar.

Öyküde Türk olmaktan nefret eden Kenan, bir İtalyan kızla evlenerek İzmir'e yerleşir:

Bu zavallı düşünen gölge gayet muhterem genç mühendis Kenan Beydi… Ecnebi ve Levanten mahfillerinde taassup ve hayvanlık denilen Türklükten nefretiyle, Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garazıyla Avrupa muaşeret kaidelerindeki vukuf ve maharetiyle, nazikliğiyle, şen ve şuhluğu ile meşhurdu. Tahsilini Paris'te bitirmişti. On, on bir sene evvel memleketine dönünce –her Paris'ten gelen gibi- dolgun bir maaşla İzmir'e gitmiş, orada âşık olduğu güzel bir İtalyan kızıyla izdivaç etmişti.


Kenan, Batı'ya öylesine düşkün ve kendi benliğinden dahi uzaklaşmış bir karakterin gereği olarak âşık olduğu kadının estetik sınırlarını Batı tarihinin normlarına göre değerlendirir:

Grazza'yı ilk defa İzmir'de bir baloda görmüş ve hayret etmişti. Bu kız eski Roma tarzında fantezi kıyafetler giyiyor ve tıpkı İmparator Adriyan'ın metresi Antinous'a benziyordu. Avrupa'da eğitimi sırasında sanat tarihini incelerken hep Luvr Müzesi'ne gider, saatlerce bu latif gözdenin heykeline bakardı. İzmir'de bu heykelin canlısını görmek onu deli ediyordu. Grazya'ya hemen âşık olmuştu.


Mehmet Kaplan, Grazza'nın kılık kıyafeti ile kendi mazisini yaşatmaya devam ettiğini belirtirken Kenan karakterinin kendi kılık kıyafetinden ve geleneklerinden utanırken Grazza'nın mazisine hayranlık duyarak yaklaşmasını köksüzleşmiş aydın tipolojisinin iyi bir örneği olarak değerlendirir. 

Kenan, Batı medeniyetine bu denli hayranlık duyarken evlenmek istediği kızın Avrupalı ailesi "Barbar" olarak tanımladıkları bir Türk'e nasıl kız verilir sorusunu kendi arasında müşahede eder.

Baba ve kızın vardığı sonuç Kenan'ın bir Türk olamayacağıdır. Ömer Seyfettin, bu tartışma yoluyla köklerinden kopan aydınların Batı medeniyetince ancak kimliksizleştiklerinde kabul gördüğünü iddia eder:

Fakat bedava ve sadık tercümanının kızına âşık olduğunu, onunla evlenmek istediğini duyduğu anda çok hiddetlendi. Bir Türk'e kızını vermek... Bu mümkün müydü? Bir barbara, bir vahşiye, bir medeniyet düşmanına, hâsılı bir Türk'e nasıl kız verilirdi? Şiddetle reddetti. Aradan birkaç ay geçti. Ancak tuhaftı; kızı da bu Türk'ü istiyordu. Mösyö Vitalis, gençliğinden beri İspanya'da kurduğu şatoların temellerini birden kazılmış gördü. Büyük bir çıkar onu bekliyordu... Biraz filozoflaştı, biraz âlimleşti. İtalya'da, aç, sefil günlerde bütün ruhuyla itikat ettiği sosyalizm kuramları davasına geri döndü. 

Bir gün kızına dedi ki: 'Bu Kenan'ın bir Türk olduğunu düşünsene!'

Grazya tehalükle: 'Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir ve asla bir Türk olamaz...' diye cevap vermişti.


Devamında baba, Türklerin etnik kimliğini bir tartışma konusu haline getirir ve tüm Osmanlı'da Sultan ailesi dışında Türk meşrepli kimsenin bulunmadığını iddia eder.

Bu savını desteklemek için Batı tedrisatından geçen Türk aydınlarının Avrupa hayranlığını delil olarak sunar.

Kenan, bu iddiaları reddedip karşı çıkmak yerine öyküdeki baba karakteri olan Mösyö Vitalis'in bu iddialarına büyük bir hayranlık içerisinde destek verir.

Evlilik için ise istenen şartlar, Kenan'ın ailesi ile ilişkilerini tamamen kesmesi ve doğacak çocuklarının İtalyan terbiyesi, özellikle İtalyan dili ile yetiştirilmesi olur.
 

Ömer Seyfettin.jpg
Ömer Seyfettin

 

Ömer Seyfettin "Yeni Lisan" (1911) makalesinin "Ey Gençler" alt başlığında muhatabına seslenirken dünden bugüne Türk halkının karşılaştığı düşmanların ve tehlikelerinin yekûnun hedefinde Türkçe olduğunu belirtir.

Mısır'da Türkçeye karşı başlayan düşmanlığın o topraklarda Türklüğü silip attığını söyler.

Kenan karakterinin mazisine hayranlık duyduğu Batı medeniyetine mensup olmak adına lisanından vazgeçmesini kendi atisinden vazgeçmesi olarak ele alır:

Avrupalıların hilal ve salip namına yaptıkları haksızlıkların şüphesiz biliyorsunuz… Unutmayın ki etrafımızdaki Bulgar, Sırp, Karadağ, Yunan Hükümetleri ihtizar dakikalarımızı beklediklerini saklamıyorlar. Rumların, Bulgarların, Sırpların Osmanlılık vatanındaki mektepleri meydanda… Orada şiddetli bir Türk düşmanlığı talim olunuyor ve bunu bütün dünya biliyor, gazeteler yazıyor. O halde korkmayınız, sizin bilmenizde bir beis yoktur. Mehmet Ali'nin çocukları bir zaman 'Türkçe'nin tekellümünü men edip Türklüğü orada tart eyledilerse bugün Suriye'de de lisanımıza karşı buna benzer bir istiğna görüyor…'


Yazar, Türklüğünü kaybeden özneleri soyut örneklerle belgisiz bırakmaz.

Kenan karakteri üzerinden Türklüğünden uzaklaşan ve evrenselleştiğini iddia eden Edebiyat-ı Cedide yazarlarını ve "Yeni Lisan" (1911) karşıtlarına sert eleştiriler getirerek mesajını daha somut hale getirir: 

Dokuz senedir masondu. Fanatik ve asla eleştiri kabul etmez üyesi olduğu farmasonluktan başka dünyada başka bir hakikat olmayacağına bütün vicdanıyla kanaat ederdi. Ne gelene ne mazi ne vatan ne milliyet tanırdı. Irk ve çevre teorisini, fikri ve ruhu hasta bütün zavallılar gibi o da inkâr ederdi. Ne olduğunu bilmediği bir gaye 'fazilet ve insaniyet' fikri muayyen ve sabit bir manası olmayan bu umumi ve belirsiz iki kelime bütün mantıklara, bütün kalelere, bütün fenlere, bütün hakikatlere isyan eden yırtıcı vahşi bir din gibi beynini tahrip etmiş, ruhunu katletmiş, onu hareketli ve yaşar bir ceset halinde bırakmıştı.


Ömer Seyfettin, devamında Türklüğünden vazgeçerek Batı medeniyetine hayranlık duyan, onu yücelterek insaniyetin timsali gösteren Türk aydınına Batı'nın emperyalist geçmişini hatırlatarak tehlikeli ve karanlık bir medeniyet ile karşı karşıya olduklarını göstermeye çalışır: 

Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika'yı kana boyuyor, Sahra'nın saf, masum, uysal ahlaklı ve silahsız asil evlatlarını mitralyözlerle öldürüyor, asude şehirleri, sakin yuvaları seri ateşli toplarla yıkıyor, hiçbir kabahati olmayan koca bir milleti esir yapıyor. Vatanlarını, mallarını çalıyor; ırzlarını, ruhlarını zapt ediyordu.


Mehmet Kaplan, "Primo Türk Çocuğu" (1911) hikâyesinde Ömer Seyfettin'in Türklüğün hakir görülmesini tüm gerçekliği ile ortaya koyduğunu bu anlamda Türk kimliğini inşa ederken Batı medeniyetinin emperyalist saldırılarına karşı isyan bayrağı açtığını söyler. 

Kenan karakteri, karşı karşıya olduğu medeniyetin vahşetini görüp köksüzlüğünü anladığında ise büyük bir utanç içine düşer. Köksüzleşmiş ve kimliğini yitirmiş Kenan, içine düştüğü utanç verici durum onda ruhi bunalımlara neden olur.

Ömer Seyfettin, Kenan'ın yaşadığı travma ile Türk aydınının yaşadığı paradoksu ele alır.

Bu örnekle Türk aydınının ancak "Türkçülük" ideolojisine sıkı sıkıya bağlanarak kurtulacağını gösterir:

Bütün hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını; milliyetsizliğin, 'Milletlerarası ve Masonluk' hülyasının biraz düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derece gülünç bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek içinden: 'Ben neyim?' diye kendi kendine soruyor, fakat: 'Türküm!' demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu zapt olunmuş değersiz bir cesetten başka bir şey olmadığını anlayarak, bunun hiddetinden ve utanmasından ağlamak istiyordu. 

O da Türkler'i dünya yüzünden kaldırmak için birbirleriyle tamamıyla birleşmiş olan Avrupalıların önemsiz bir kulu, itaat eden bir hizmetçisi, sahibi olduğu bir kölesi değil miydi? Avrupalılara, Avrupalıların adetlerine, geleneklerine, terbiyelerine, görgülerine, muhitlerine, cemiyetlerine tapmıyor muydu? Yabancılardan aldığı önemsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirirdi?


Ömer Seyfettin, 1914 yılında Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı'nda 1914'te yayımlanan "Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset" makalesinde "Türkçülük" ideolojisi için verdikleri mücadeleyi kaleme alırken karşılattıkları aydın tipolojisini "yabancılaşmış" kavramıyla izah eder ve bu aydın tipolojisinin Tanzimat Döneminden beri aydınların içine girdikleri bir kriz olarak ele alır.

Aydınların bu krizin içine itilmesini ise mefkûresizlikten ileri geldiğini belirterek "Türkçülük" ideolojisinin bu boşluğu doldurmaya namzet olduğunu düşünür:

İstibdat zamanında Avrupa'da çalışan Türk gençler muvaffakiyet kazanabilmek için milliyetperverliklerini saklıyorlar, Avrupa'nın ve Türk düşmanlarının pek hoşuna giden 'Tanzimat' mevhumesine sarılıyorlardı. Yapılmak istenilen inkılabı sözde yalnız Türkler yapmıyorlardı. 


Mefkûresiz bir fertte azim, gayret, metanet hatta namus ve fedakârlık faziletleri bulunmaz. Çünkü mefkûresiz bir insan iradesizdir. Yalnız arzularıyla yaşar ve hislerine tabii bulunur. Türklüğe kasteden düşmanlar hain emellerine hizmet için böyle milliyetsiz, arzularıyla yaşar, mukaddesat tanımaz, esaslarını inkar etmiş mahlukları arar ve bulurlar. Türklüğün siyasi müessesesini devirmek için yine, şüphesiz bu gibi milliyetini, Türklüğünü inkâr etmiş mefkûresizler toplayacaklar.


İlk kez Şemsettin Sami'nin "Lisan-ı Türki" (1880) çalışmasında dile getirdiği Türkçe'nin milli bir dil olarak ele alınması meselesi Yusuf Akçura'nın 1904 yılında kaleme aldığı "Üç Tarz-ı Siyaset" (1904) çalışması ile siyasal bir doktrin olarak aydınların gündemine girer.

Ziya Gökalp'in İtalyan yazar Dante'nin "La Vita Nova" (1295) eserinden esinlenerek ortaya attığı "Yeni Hayat" fikri "Türkçülük" ideolojisini güçlü bir teori olarak ortaya çıkarır.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Tüm bu gelişmeleri yakından takip eden Ömer Seyfettin 1911 yılında kaleme aldığı "Yeni Lisan" (1911) makalesi ile bu teorileri önce lisanda pratik bir metot ile somut hale getirir ve "Bahar ve Kelebekler" (1911) hikâyesi ile edebi sahada ilk teşebbüsü bizzat hayata geçirir.

Türkçülük ideolojisinin içtimai ve siyasi hayatta somut bir karşılık bulmasını sağlayan gelişme, yine Ömer Seyfettin'in kaleme aldığı "Primo Türk Çocuğu" (1911) isimli öykü olduğu görülür.

Ömer Seyfettin, bu eserde Türklüğünden kopmuş aydının yaşadığı yabancılaşmayı Kenan karakteri üzerinden okura göstererek Türk kimliğini politik olarak edebi hayata taşır.

"Türkçülük" ideolojisi Ömer Seyfettin ile bir doktrin ya da felsefi bir tartışma olarak kalmaktan kurtularak mücessem bir kimliğe bürünür.

Tüm bu çalışmalar, Ömer Seyfettin'in 1911 öncesi hikâye anlayışını tamamen terk ettiğini gösterir. Yazar teknik açıdan hikâyelerini "Yeni Lisan" (1911) anlayışına uygun bir dil ile kaleme alırken içerikte "Türkçülük" doktrinine uygun konular seçer. 

Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seçim sürecinde kullandığı bir argümanı, yalnızca örnek oluşturması adına rastgele seçelim.

Seçim boyunca en netameli konulardan "aile" meselesini nasıl ele aldığını düşünerek Ömer Seyfettin'in yaklaşımını ortaya koyalım.

Dikkatli okurlar buraya kadar önermeyi çoktan kavradı; ama daha mücessem olması adına bu örneği ele alalım.


Aile ve Ömer Seyfettin 

Ömer Seyfettin, 1915 yıllarında Dr. Besim Bey'in kızı Calibe Hanım ile yaptığı evlilik kısa ömürlü olur.

Yazarın, aile hayatını sürdürememesinin en önemli nedeni eşi Calibe Hanım ile farklı hayat görüşlerine sahip oldukları yazarın günlükleri, çeşitli dergi ve gazetelerde kaleme aldığı yazlardan anlaşılır. 
 

 

Batılı bir eğitim alan Calibe Hanım'ın beklentileri karşısında müellif, 4 Eylül 1918 tarihinde günlüklerine "Bir alafrangalık müptelası karşısında kaldığımı anlayınca titredim" dizelerini neşreder. 

Yazar, 1905 yılında kaleme aldığı "İlk Namaz" hikâyesinden başlayarak anne figürünü ailenin mihenk taşı olarak ele alır.

Anne; merhameti ve bilgeliği ile aile mevhumunu ayakta tutan yegâne unsur olarak yazarın hem nesirlerinde hem de hikâyelerinde öne çıkar. 

Muharrem Dayanç "Ömer Seyfettin'in 'İlk Namaz'ından Anneli Dersler Çıkarmak" (2020) makalesinde Ömer Seyfettin'e göre anne mevhumunu Türk-Müslüman kadın tipolojisinin mücessem bir örneği olarak ele alır.

Dayanç, yazarın annenin ailedeki konumunu yalnızca bir figür olarak değil, mecazi anlamda bir "sıla" olarak da ele aldığı değerlendirmesinde bulunur.

Anne mevhumu; Kur'an okuyan, çocuğunu şefkatle namaza kaldırarak iyiye sevk eden nurani bir varlık olarak okuyucunun karşısına çıkar. 

Dayanç yazısının devamında Ömer Seyfettin'in nesirlerinde ve hikâyelerinde savunduğu İstanbul Türkçesi'nin anne figürünün bir mirası olduğunu "Buna ek olarak annelerin dil öğrenmedeki esas aktör; dilin/kültürün ilk aktarıcıları olmaları da göz önünde bulundurulduğunda davranışlarına, diline, üslubuna sinmiş bu incelikten hareketle anne, milli edebiyatın temel uhdelerinden biri olarak 'İstanbul hanımefendilerinin kullandığı Türkçe'nin prototipi olarak görülebilir" sözleriyle ortaya koyar.  

Yazar, ailede anne mevhumunun konumunu tayin ederken çocuğun terbiyesini hassasiyetle işler. 

9 Mayıs 1908 tarihinde Haftalık İzmir dergisinin 34. sayısında Süheyl Feridun rumuzuyla kaleme aldığı "Çocuklarımız - I" (1908) yazısıyla talebelerin henüz kendi dillerini dahi tam manasıyla öğrenmeden Fransızca gibi ecnebi lisanları öğrenmesini Türk eğitimine vurulan önemli bir darbe olarak ele alır.  

Yazar, 16 Mayıs 1908 tarihinde yine aynı mecrada kaleme aldığı "Çocuklarımız - II" (1908) yazısında bu kez ezbere dayanan yabancı dil eğitiminden geçen talebelerin ezberci bir müfredatla yetiştiği eleştirisinde bulunur. 

Ömer Seyfettin'in konuyla ilgili neşrettiği son yazısı ise "Çocuklarımız - III" (1908) ismiyle 29 Nisan 1912 tarihinde Yirminci Asırda Zekâ dergisinin 4. sayısında yayımlanır.

Yazar, ilk iki makalesinde neşrettiği görüşleri tekrar eder ve bir talebeye kendi dili en iyi biçimde öğretilmeden yabancı lisanla eğitim verilmesinin sakıncalarını aktarır. 

Müellif, 31 Mayıs 1909 tarihinde Kadın dergisinin 29. sayısında kaleme aldığı "Müstakbel Validelerine" (1909) yazısında ailede anneye biçtiği görev "beşeriyeti ezen sefaletlere nekabil görecek tedavisine siz himmet edeceksiniz" sözleri ile daha ileri bir boyuta taşır.  

Bu çerçevede yazar "nasıl" sorusuna ise annenin toplumdaki konumunu yeniden ele alarak cevap verir.

Yazar, annenin aynı zamanda toplumun önemli bir bireyi olarak kendisine biçilmiş rolleri "hevai ve muhhayel" bir biçimde sarsması ile mümkün olacağını söyler.

Bunun için annelerin akla ve mantığa dayanmayan, fenni bilginin süzgecinden geçmemiş hiçbir bilgiye göre hareket etmemesi tavsiyelerinde bulunur.

Yazar, bu minvalde hıfzıssıhhada iştigal eden, şiir yazan/okuyan ve dünyayı takip eden annelerin yeni nesilleri inşa etmesi çağrısında bulunur.

Velhasıl, örnekleri artırmak mümkün. Bu seçimin ilk turuna Türk milliyetçiliği damga vurdu; ama Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bilhassa Ömer Seyfettin'in diskur ve yaklaşımı düşünsel anlamda benimsendi.

Sonuca baktığımızda halkta da bu söylem karşılık bulduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU