Türkiye, geçmişi ile yüzleşmeyince…

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Bir soyutlama ile başlayalım: Türkiye'de toplumsal/sınıfsal mücadelenin politik arenada aldığı biçim, siyasi gericiliktir.

Siyasi gericilik, toplumsal sürecin doğal mecrasına kendi rengini veriyor, onu belirliyor. 

Bu bağlamda baş çelişmenin pratik ifadesi, objektif olarak siyasi gerici-otokratik rejim ile toplum ve halk arasındadır.

10 Eylül 2010 Anayasa Referandumu, 12 Eylül 216 Nisan anayasal değişikliklerle ilişkin referandum, 24 Haziran 2018 genel seçimleri öncesi ve takriben fiili olarak hızlı bir kuruluş süreci yaşayan yeni rejim resmileşti.

Yasama, yürütme ve yargı arasında nispi olarak var olan kuvvetler ayrılığı kaldırıldı, kuvvetler birliği sağlandı.

Devletin hemen hemen bütün kurumlarının güç ve yetkileri merkezde, başkanda yoğunlaştı.

Merkez de aşırı merkezileşme, güç ve yetki yoğunlaşması sağlanırken, toplumsal /siyasi itirazlar beka, iç ihanet ve dış kuşatılmışlık, içeride ve dışarıda, savaş "kirli" yönlendirmesiyle kontrol altına alındı.

Bu iklim altında, anti-Kürtlük ve ırkçı kışkırtmalar doğal olarak tavan yapacaktı.

Yaptı da.

Bu yönlü iradi gelişmeler devleti yönetme biçiminde değişikliği de getirdi.

Olağan devleti yönetme biçiminden olağanüstü devleti yönetme biçimine geçildi.

Yeni rejim itaat rejimiydi de.

Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım'ın "İtaat et, rahat et",biçimindeki veciz ifadesi durumu açıklıyordu.


Muhammed'i İslam'da, Emeviyan devlet İslam'ıyla yüzleşmeyince…

Bugün yaşanan sürecin hiç şüphesiz tarihsel arka planı var, feodalizmin ideolojisi dindi.

Merkezi-feodal Osmanlı İmparatorluğu'nun ideolojisi de dindi doğal olarak...

Ancak her feodal devlet gibi Osmanlı devleti de dini, yani İslam'ı araçsallaştırdı.

Özellikle Dört Halife döneminden sonra İslam; Emevîler, Abbasiler, Selçuklular üzerinden devlet dini oldu ve sonuna kadar araçsallaştı.

Araçsallaşan dinler ve onların mezhepler olarak aldığı biçimler, devlet ricalinin sağladığı olanaklar üzerinden beslenip büyürken, bunun dışında kalan Müslüman inancına sahip olanların dahi payına kılıç düşecekti.

Din alimlerinin zahiri-batıni olarak kavramsallaştırdığı "ikilik" böyle doğacak, İslam, İslami mezhepler ve tarikatlar üzerinden araçsallaşma ve amip gibi bölünme üzerinden, Ortadoğu'da ve İslam'ın var olduğu bütün coğrafyaya yayılacaktı.

Türkiye'de de dine siyasi yaklaşım, "Osmanlıcı hayaller", dinbazlık üzerinden bundan muaf olmayacaktı.

Bugün bu çizgiyi devlet yapısına ciddi biçimde yeniden hâkim kılma politikasını izliyoruz.

 
Mücadeleyi toplumsallaştırma ve geçmiş yüzleşmesi

Türkiye toplumu ve halkı sosyalisti, demokratı, Müslümanı, Alevisi -artık ne derseniz deyiniz- Emevî, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı mezalimi ile demokratik hak ve özgürlüklerin vazgeçilmezliği, devredilmezliği ve dokunulmazlığı bütünlüğü içinde yüzleşmedi.

Zulme karşı Hüseyni tavır, mutlak devletçi/iktidarcı haksız bir tahakküme karşı, sonuna kadar Arap dünyasının emsal tavrı olarak toplumsallaşmadı.

Hüseyni tavır, tarihsel bir Alevi acısı olarak kaldı.

Hallac-ı Mansur'dan Baba İshak'tan, Nesimi'ye, Pir Sultan Abdal'a, Yunus Emre'ye, Hacı Bektaş Veli'ye, Şeyh Bedrettin'e kadar, batıni ayaklanmaları da dahil olmak üzere, devlet-halk çelişkilerinin aldığı biçimlerle yüzleşme olmadı. 

Kabaca ifade edilirse, "devlet şöyle yaptı, yapar" cümleleri halkı gerçek yaşanmışlıklarla, kökleriyle, tarihsel deneyimiyle buluşamadı, buluşturulamazdı zaten.

Kemalist iktidar, devlete ve iktidarı koruma biçimi, yönetim zihniyeti bakımından sanıldığı gibi 1923 öncesini kökten reddetmedi. 

Kemalist iktidar dönemiyle de yüzleşme olmadı.

Kemalist iktidar batıniliği tümden yasakladı.

Diyanet üzerinden zahiri bir mezhebi yasallaştırdı. 

Böylece mezhepler arası "mücadele-denge" ilişkisini bu yasakçı tercihiyle bizzat kendisi kaldırdı.

Ve yasallaştırıp, meşrulaştırdığı zahiri bir mezhebi bütün darbe dönemlerinde gözeterek, 2000'li yıllarda iktidar yollarını döşeyen Askeri/Kemalist iktidarcı ilişkiler değildiyse kimdi?

Ancak ifade edildiği gibi bütün bu musibetlerle yüzleşme olmadı.

Olmayınca da 1970'ler,1980'ler ama özellikle 1990'larda ama özellikle 1993 ‘de Kürt sorununun çözümüne yönelik arayışlara katliamlar ve baskı rejimiyle set çekişler Türkiye'nin geleceğini karartınca... 

2000'li yıllarda Siyasi İktidar ve Diyanet üzerinden, Türk- Sünni–erkek iktidar siyasal İslam kader oldu.

Ortadoğulaştıkça da Selefi aşılanmaya maruz kaldı


Sözün özü

Çözüm nedir derseniz, bu aşama da şu söylenebilir: fikriyle, inancıyla, vicdanıyla, yaşam karşısında duruşuyla, eşitlikçi, özgürlükçü, barışçı, adil ve demokratik bir Türkiye için ısrarla mücadele etmektir, derim.

Mücadeleyi toplumsallaştırma yeteneğini gösterebilmektir, derim.

Öncelikle de sağlıklı bir geçmiş yüzleşmesiyle başlamaktır, derim. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU