Halifeliğin Sevr ve Lozan'a göre statüsü nedir? Mana ve mefhumuyla Türkiye Cumhuriyeti'nde mündemiç mi?

Prof. Dr. Ali Arslan Independent Türkçe için yazdı

İslam dini ile neredeyse birlikte anılan veya hatıra getirilen halifelik, Türkiye'de Osmanlı saltanatıyla hatta bazıları için mazinin güçlü devletinin sebebi olarak kabul edilmektedir.

Bundan dolayı halifelik makamına son verilişi, pek çokları tarafındın hem dinî bir mesele hem de güçsüzlüğün bir sebebi olarak görülmektedir. 


Halifeliğin oluşumu

Halifelik; İslamî ilkelere göre ve neredeyse Arabistan Yarımadası'nın tamamını kontrol eden bir devletin başkanı Hz. Muhammed'in vefatı üzerine, devlet işlerinin aksamadan devam etmesi üzerine oluşturulan yönetim müessesesinin adıdır.

Hz. Muhammed'in devlet başkanlığına ait görevlerini devam ettirmek için seçilen şahsa da halife denilmiştir.

Halifelik kurumu, Hz. Muhammed'i tanıyan ve aynı mücadele içinde olan arkadaşlarının hayatta olduğu Dört Halife döneminde bütün yönleriyle şekillendirilmişti.

Bundan dolayı İslamî bir halifelikten bahsedilecekse bu dönemdeki halifelik teşkilatı ve uygulamalarını dikkate almak zarureti vardır.

Bu noktan hareketle Dört Halife döneminde, halifeler, ehil olanlar arasından halkın oylaması veya onaylaması ile seçilmiştir.
 

der.jpg
Görsel: Derin Tarih

 

İlk dört halifenin seçiminde halkın seçime iştiraki de devamlı artmıştı.

Önce Medine'de bulunan liderlerin seçimi ve Medinelilerin onaylaması ile gerçekleşen halife seçimine, daha sonra diğer bölgeler de iştirak etmiş, kadınların ve gençlerin görüşleri alınmış ve Hz. Ali aday bile olmadan halk tarafından seçilmiştir.

Dönemin şartlarına göre özgür bir ortamda gerçekleşen halife seçiminde yani devlet başkanlığına seçilen ilk dört halifenin hiçbiri kendi ailesinden ve dışarıdan varis bırakmamış, saltanata gidecek yolu kapatmıştı.

İslami halifelik kurulurken, devlette kurumsal kontrol-denge esas alınmış, halifelik İlahî bir makam olarak kabul edilmemiş hatta herkes biata yani onaylamaya da mecbur tutulmamıştı. İslam Hukuku ve Medeniyeti dâhilinde adil bir yönetim şekli esas alınmıştı.


Saltanat halifeliğine geçiş

Emeviler, hilafeti güçle elde etmiş ve saltanata dönüştürmüşlerdi.

Halifelik makamına gelişleri İslami açıdan uygun olmasa da bütün Müslümanların halifesi olma özelliğini korumuşlardı.

İslam medeniyeti içinde kalmalarına rağmen, Emeviler döneminde devlette kurumsal kontrol-denge bu dönemde büyük ölçüde ortadan kalkmıştı.

Abbasi Halifeliği de güçle elde edilmiş ve saltanat olarak sürdürülmüş ancak devlette kurumsal kontrol-dengeye büyük ölçüde geri dönülmüştü.

Fakat bu arada tek bir halifelik dönemi sona ermiş; Abbasi, Endülüs Emevi ve Fatimi olmak üzere çoklu halifelik dönemi başlamıştı.

Özellikle Şii Fatimilerin de bir halifelik kurmalarından dolayı halifelik mezhepsel olarak da ikiye ayrılmıştı.


Abbasi manevi halifeliğine geçiş

İslamiyet'in hızlı yayılması ve halife devletlerinin zayıflaması üzerine yeni devletler ortaya çıkınca, daha önceki dönemlerde görülmeyen yani siyasi yetkileri olmayan Manevi Halifelik dönemi başlamıştı.

Bu süreç, 945'te Büveyhîoğullarının Abbasi Halifeliği'nin merkezini ele geçirmesiyle fiilen başlamış, 1059 yılında Abbasi halifesinin bütün yönetim yetkilerini Büyük Selçuklu Devleti'ne devretmesi üzerine de Halifeliğin manevi bir makama dönüşmesi kurumsallaşmıştı. 

Moğolların, 1258 yılında Bağdat'ı işgal ederek Manevi Abbasi Halifeliği'ni ortadan kaldırmasından sonra yaklaşık 10 yıl Abbasi Manevi Halifeliği sona ermiş ancak Memluk Sultanı Baybars, 1269 yılında Kahire'de yönetim yetkileri olmayan Abbasi Manevi Halifeliği'ni yeniden oluşturmuştu. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Osmanlı saltanat ve manevî halifeliğine geçiş

1517'de Yavuz Sultan Selim Mısır'ı ele geçirdikten sonra hem Memluk Devleti'ne hem de onun himayesinde olan Abbasi Halifeliği'ne son vermiş ve kendisi ilk Osmanlı saltanat halifesi olmuştu.

Böylece halifelik, Osmanlı toprakları için asli haline dönüştüğü gibi, Osmanlı siyasi sınırları dışındaki Müslümanlar için de bir manevi makam haline gelmişti.

Osmanlı halifesi, Şiiler hariç Osmanlı sınırları dışındaki diğer Müslümanların ekserisinin de manevi halifesi olmuştu.

Ayrıca Osmanlı halifeliği, halifelerin Kureyş'ten hatta Araplar dışından da olabileceğini ispat etmişti. 

Osmanlı Devleti'nin güçlü olduğu dönemde, Osmanlı halifeliği de hem ülke içinde büyük ölçüde İslam Medeniyeti çerçevesinde siyasi bir halifeliği icra ederken, diğer Müslümanlar için de manevi bir Halifelik olarak görev yapmaktaydı.

Ancak 16'ncı yüzyıldan itibaren Avrupalı sömürgeci güçler, İspanyollar, Portekizliler ve Rusların İslam dünyasında işgal faaliyetlerine girişmeleri, Osmanlı Manevi Halifeliği'nin etkisini kırmaya başlamıştı.

Daha sonra Hollandalılar, Fransızlar ve İngilizlerin de güçlenmesiyle dünyadaki Müslüman devletlerin işgal edilmesi büyük boyutlara ulaşmış hatta Osmanlı Devleti'nden de bazı toprakları zapt edilmeye başlanmıştı.

"Osmanlı manevi halifeliği"nin etkisini kırmak isteyen bu devletler, kendi kurdukları müftülük ve benzeri yapılarla Müslümanları manen de kendilerinin kontrolüne alma siyaseti uygulamışlardı.
 

 

Osmanlı halifeliğinin zayıflaması ve yeni halifeliklerin ortaya çıkışı

Zayıflayan Osmanlı Devleti'ne kapitülasyonlar vasıtasıyla nüfuz etmeye başlayan güçlü devletler, Osmanlı toplumsal yapısının ve hukuk sisteminin değiştirilmesini gerçekleştirmişlerdi.

Bu durum gittikçe kötüleşmiş, İslam ve bağımsız devlet hukukuna aykırı bir hal almış, Osmanlı halifesi kendi ülkesinde bile siyasi güçten mahrum olmaya başlamıştı.

Kafkasya, Kırım, Balkanlar, Afrika'da kaybettiği topraklarda hiç olmazsa manevi halifeliğini korumaya çalışan Osmanlı yönetimi, bunda çok az başarı gösterebilmişti.

Osmanlı Halifeliği'nin zayıflaması üzerine, bazı Müslüman ülke hükümdarları da kendilerini halife ilan edince çoklu Halifelik dönemine yeniden geçilmişti.

Doğal olarak Osmanlı Devleti zayıfladıkça ve Osmanlı manevi halifeliği yeterli olamayınca, Müslüman ülkelerde de Sokoto halifeliği, Sudan mehdiliği gibi yeni halifelikler ve benzeri yapılar ortaya çıkmıştı.

I. Dünya Savaşı'nda; İngiltere, Fransa, Rus Çarlığı ve İtalya Osmanlı manevi halifeliğinin Müslümanlar üzerindeki nüfuzuna, başta Araplar arasında olmak üzere, son vermeye çalıştıkları gibi, hilafetin nüfuzunu hem Osmanlı hem de müttefiki Almanlar kullanmaya çalışmışlardı. 

İtilaf devletleri orduları, I. Dünya Savaşı'nda mağlup olan Osmanlı Devleti'nin başkentine, 13 Kasım 1918'de girmiş ve kademeli olarak İttihat ve Terakki hükümetlerinin Batılılar aleyhine yaptıkları bütün icraat tek tek kaldırılarak 1914 öncesine dönülmesi sağlanmıştı.

Kapitülasyonlar geri getirilmiş, Şeyhülislamlığın gücü azaltılmış, şer'i mahkemeler tekrar birer cemaat mahkemesi haline dönüştürülmüş, gayrimüslim mahkemeleri yeniden kurulmuş ve bağımsız devlet kavramına uymayan düzenlemelere geri dönülmüştü.

Bu arada 18 Ocak 1919'da başlayan Paris Konferansı'nda Türklerin İstanbul'dan çıkarılması ve Hilafet'in Vatikanlaştırılması haberleri üzerine Hindistan Müslümanları Osmanlı halifeliği lehine çalışmak için Hilafet Komitesi kurmuşlardı.
 

Sevr Antlaşması taslağının paraf edilmesi 

Londra Konferansı'nın devamı 18 Nisan 1920'de San Remo'da toplanmıştı.

23 Nisan'daki toplantıda son şekli verilen barış anlaşmasıyla İstanbul şehri hariç Doğu Trakya Yunanlılara, Doğu Anadolu'nun büyük bir kısmı da Ermenilere verilmişti. 10 Mayıs'ta da Paris'e giden Tevfik Paşa başkanlığındaki heyete anlaşma bildirilmişti.

Bu ağır şartları düzeltmek için İtilaf Devletleri nezdinde girişimlerde bulunulmuş ancak ret cevabı alınmıştı.  

Bunun üzerine Damat Ferit hükümeti tarafından, 20 Temmuz'da Sevr Anlaşma Taslağı kabul edilmiş ve konu Vahdettin'in başkanlığında 22 Temmuz 1920'de toplanan Saltanat Şurası'na getirilmişti.

Bu şurada, Sadrazam Damat Ferit, "Payitaht-ı İstanbul, Saltanat-ı Seniyye-i Osmaniyye ve Payitaht-ı Hilafet-i İslamiye başta olmak üzere tayin edilen hudud-ı esasiyyede devlet mevcudiyetini koruyabilecekti. Reddedilirse ‘Saltanat-ı Seniyye-i Osmaniyye ve Hükümet-i Osmaniyye' nihayet bulacak ve tespit edilen nüfuz mıntıkaları da kesin istila olunacaktı" şeklinde konuşmuştu.

Bu şurada Sevr'in Osmanlı hükümeti adına paraf edilmesi kararı çıkmıştı.

10 Ağustos 1920'de Maarif Nazırı Bağdatlı Hadi Paşa, Şura-yı Devlet Reisi Rıza Tevfik ve Bern Büyükelçisi Reşat Halis tarafından Osmanlı hükümeti adına paraf edilen Sevr Anlaşma taslağı ile İstanbul milletlerarası denetimde olsa bile Türklere bırakılmış ve İngilizler bunun sebebinin Hindistan Müslümanları olduğunu da saklamamışlardı.

Damat Ferit'in Osmanlı Halifeliği'nin korunuyor gibi taktim ettiği Sevr'le padişah-halifeye verilen statü esasında çok aşağılayıcı idi. 
 

Rıza Tevfik, Hadi Paşa ve Reşat Halis’ten oluşan Osmanlı heyeti Sevr’i imzaladı (10 Ağustos 1920).jpg
Rıza Tevfik, Hadi Paşa ve Reşat Halis'ten oluşan Osmanlı heyetiSevr Antlaşması'nı imzalarken (10 Ağustos 1920)

 

İtilaf devletlerinin Sevr Anlaşma taslağı ile Osmanlı halifeliği ilga teşebbüsü 

Sevr Antlaşma taslağı ile İstanbul şehri ve civarı ile Marmara Denizi'nin Anadolu sahilleri Osmanlı Devleti'ne bırakılırken, Trakya sahilleri Yunanistan'a verilmişti.

Ancak bu bölgenin tamamında İngiliz, Fransız ve İtalyan kontrolünde Boğazlar Bölgesi Yönetimi kurulmuştu.

İstanbul'un Türklere bırakıldığı sadece sözde kalmıştı. Sevr Anlaşma Taslağı'yla hilafetin statüsü de buna benzer bir şekilde gerçekleşmişti.

Paraf edilen Sevr Anlaşma taslağında halifelikle ilgili doğrudan bir hüküm bulunmamakta ve halifeliğin kaldırılmasıyla ilgili de bir maddeye yer verilmemekteydi ancak Türkiye'nin diğer Müslümanlarla ilişkilerinin nasıl olacağıyla ilgili maddede halifenin misyonunun iptali sağlanmaktaydı.

Şöyle ki, şu ifadelere yer verilmekteydi:

Türkiye diğer bir devletin hâkimiyet veya himayesine tâbi Müslümanlar üzerinde her ne mahiyette olursa olsun icra-i hâkimiyet ve salahiyet-i kazaiye husustaki bilcümle hukukundan katiyen feragat eyler.


1920 yılına kadar Osmanlı halifesinin manevi halifeliğinin kısıtlanması bir devletlerarası anlaşmayla gerçekleştirilmemiş olmasına rağmen, Sevr'le Türkiye dışındaki Müslümanlar ile Osmanlı halifesinin irtibatına son verilmekteydi.

Zira Türkiye, "ne mahiyette olursa olsun" olsun ifadesiyle "icra-i hâkimiyet" ve "salahiyet-i kazaiye" hukukundan "feragat" etmiş oluyordu.

Bu madde sayesinde, Osmanlı padişahlarının diğer Müslümanlar üzerindeki Halifelik yetkisiyle bir icraat yapma veya hüküm vermesi son erdiriliyordu.

Yani Halifelik ilga edilmiş oluyordu. Burada dikkat edilmesi gereken, Sevr'in paraf edilmesine Saltanat Şurası'nda Halife Vahdettin'in de onay vermesi dolayısıyla, Halife Vahdettin halifeliğin ilgasına da karar vermiş oluyordu.

Kısacası Sevr Anlaşması taslağıyla halifeliğin adı dışında ortadan kaldırılması tasarlanmıştı.

Teorik olarak bile olsa, Osmanlı halifelerinin bütün Müslümanların halifesi olmasına Hıristiyan ülkeler son vermekte, Osmanlı halifesini de sadece Türkiye'deki Müslümanların halifesi seviyesine yani emirü'l-müslimin konumuna getirmekteydi.

Böylece tarihte ilk defa hilafet kurumuna doğrudan Hıristiyanların müdahalesi gerçekleşmiş oluyordu.

Millî Mücadele'yi yürüten, Ankara'daki BMM hükümeti, Sevr Anlaşması taslağını tamamen reddettiği gibi, Hindistan Hilafet Komitesi ve diğerleri de bu düzenlemeye tepki göstermişlerdi. 
 

Osmanlı Arşivi’nde bulunan 14.12.1920 tarihli Sevr Antlaşması tercümesinden bir bölüm. (BOA, HR.SYS_.2310-5)[_caption].jpg
Osmanlı Arşivi’nde bulunan 14.12.1920 tarihli Sevr Antlaşması tercümesinden bir bölüm (BOA, HR.SYS. 2310-5)

 

Büyük Millet Meclisi halifeliği

Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920'de açılmış ve kurduğu hükümetle de resmen yönetimi devraldığını açıklamıştı.

İşgal altındaki İstanbul'da bulunduğu için devlet başkanı konumunda bulunan Halife Vahdettin de fiilen görevden uzak tutulmuş ve yönetim şekli buna göre düzenlenmişti.

Halifeliğin en önemli dayanağı olan Şeyhülislamlık yerine, Şer'iye ve Evkaf Vekâleti kurulmuş, medreselerde reform yapılmış, Afganistan'la imzalanan anlaşmada halifeliğin Türkiye'de olduğu kayda geçirilmiş ve Ermenistan'la yapılan antlaşmada ise Ermenistan başmüftüsünün atanmasını Şer'iye ve Evkaf Vekâleti'nin yapması karara bağlanmıştı.

Kısacası Millî Mücadele döneminde BMM Halifeliği uygulaması gerçekleşmişti.
 

Şer'iye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak yerine Başbakanlığa bağlı ve din işlerine riyaset eden bir başkanlık kurulması kararlaştırıldı.jpg
Şer'iye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak yerine başbakanlığa bağlı ve din işlerine riyaset eden bir başkanlık kurulması kararlaştırıldı

 

Osmanlı manevi halifeliğine geçiş

Millî Mücadele sonunda, İtilaf devletlerinin, 28 Ekim 1922'de, barış görüşmelerine Vahdettin'e bağlı İstanbul hükümetini de çağırması üzerine, saltanatın resmen kaldırılması gerekmiş ve 1 Kasım 1922'de, BMM, saltanatı kaldırmıştı.

Fiilen görev başında olmasa bile resmen devlet başkanı konumunda bulunan Vahdettin'in siyasi yönü yani devlet başkanlığı görevi kaldırılmıştı.

Böylece Vahdettin sadece manevi halife konumuna getirilmiş, kendisine Selçuklu ve Memluk devletleri dönemindeki Abbasi manevi halifelerinin statüsü verilmişti.

Vahdettin, 18 Kasım 1922 tarihinde Abdülmecit Efendi, Büyük Millet Meclisi tarafından halife seçilene kadar da bu statüde kalmıştı.

Hem yurt içinde hem de yurt dışında halifenin siyasi yetkilerinin ilga edilmesine tepkiler de olmuştu.
 

Abdülmecit Efendi'nin son Cuma Selamlığı.jpg
Abdülmecit Efendi'nin son cuma selamlığı

 

Lozan görüşmelerinde halifelik

BMM yönetiminin tek yetkili olarak kabul edilmesinden sonra Lozan'a hareket eden İsmet Paşa, 17 Kasım 1922'de Hint Müslümanları tarafından yayımlanan "The Muslim Standard" gazetesine bir mülakat vermişti.

İsmet Paşa bu mülakatta, "Türkiye Devleti hilafetin dünyevi gücünü kaldırmamış olsa idi, emperyalistlikle suçlanabileceğini, hâlbuki kendilerinin millî kimliklere ve devletlere saygılı olduklarını" belirtmiş ve "Türk milletinin kesinlikle yüce hilafet makamının savunucusu ve hadimi olmaktan bir an geri kalmayacağını" söylemişti.

Türkiye Devleti'nin hilafetin bir "emtia-i siyasiye" olarak kullanılmasına izin vermeyeceğini ifade eden İsmet Paşa, şunları ifade etmişti:

Hilafeti maddi araçlardan yoksun bıraktığımız nasıl iddia olunabilir. Hilafet Türkiye'nindir ve Türkiye'ye dayanır. Hilafet hukuku masundur, onun müdafaası için bütün Türk milleti kanını dökmeğe hazırdır. Hilafet bu suretle güçsüzleşmemiş, güç kazanmıştır.


Barış konferansı, Lozan'da 20 Kasım 1922 tarihinde başlamıştı.

Taraflar arasında ciddi problemlerin çıkması üzerine, Lozan Konferansı görüşmeleri 4 Şubat 1923'te kesilmişti.

Türkiye'de ilk meclis feshedilerek yeniden seçim yapılmıştı. 23 Nisan 1923 tarihinde Lozan Konferansı tekrar başlamıştı.

Lozan Anlaşması 24 Temmuz 1923'te imzalanmış ve 11 Ağustos 1923'te açılan İkinci BMM tarafından 23 Ağustos 1923'te onaylanmıştı.

İngiltere ise Lozan'ı 15 Nisan 1924'te onaylamıştı.
 

i.jpg
Fotoğraf: İnönü Vakfı Arşivi

 

Lozan Anlaşması'yla manevi halifeliğin Türkiye'ye ait olduğunun tescili

Daha önce belirttiğimiz gibi, Sevr Anlaşma Taslağı'yla Osmanlı halifesinin Türkiye dışındaki nüfuzunu kullanamayacağı kayıt altına alınmış ancak Lozan Antlaşması'nda bundan dönülmüştü.

Zira Lozan Anlaşması'ndaki halifelikle ilgili madde şu şekildeydi:

Türkiye Hükümeti veya Türkiye memurîni tarafından Türkiye arazisi haricinde işbu muahedenameye vaziülimza diğer devletlerin taht-ı hâkimiyetinde veya himayesinde bulunan arazi tebaası ile Türkiye'den ayrılan arazi tebaası üzerinde siyası, teşriî veya idarî hususatta herhangi bir sebebe müstenit olursa olsun hiçbir salâhiyet veya hakk-ı kaza istimal edilemeyecektir. Şurası mukarrerdir ki memurîn-i mezhebiye-i İslamiye'nin vezaif-i diniyelerine halel iras edilmiş değildir.


Lozan Anlaşması'yla Türkiye; Türkiye'ye bırakılan topraklar hariç, bağımsız ülkelerde veya bağımsız ülkelerin himayesinde bulunan diğer ülkelerde yaşayanlar üzerinde siyasi, yasama ve idari konularda hiçbir yetki ve yargı hakkı kullanmayacaktı.

Lozan Anlaşması'yla getirilen istisna ise "memurin-i mezhebiye-i İslamiye'nin" dinî vazifeleri olacaktı.

Yani halifelik ve onun memurları diğer ülkelerdeki Müslümanlar için dinî vazifelerini yerine getirebilecekti.

Bu fıkradaki "mezheb-i İslamiye" kullanılması ise bu yetkinin sadece Sünni Müslümanlara yönelik olmasının delili olmalıdır. 

Kısacası Sevr Anlaşması taslağıyla Türkiye'deki halifenin başka ülke vatandaşları üzerindeki dinsel yetkileri kaldırılırken, Lozan Anlaşması'yla halifenin başka ülke vatandaşları üzerinde yetkileri olduğu kabul edilmişti.

Diğer bir ifadeyle Lozan Anlaşması'yla Osmanlı manevi halifesi başka ülkelerdeki Müslümanların manevi halifesi sayılmıştı.
 

 

Sonuç: Halifelik makamının ilgası ve nazari olarak halifeliğin Türkiye'de kaldığının kabulü

Devlet başkanlığı geleneği bulunan Osmanlı halifeliğini yapılacak inkılaplarla Batılı bir rejime geçmeyi planlayan ve bu arada cumhurbaşkanı seçilen Mustafa Kemal Paşa'nın devam ettirmesi mümkün değildi.

3 Mart 1924 tarihinde, TBMM manevi Halife Abdülmecit'in görevine son vermiş, halifelik makamını kaldırmış ve halifeliğin mana ve mefhumuyla hükümet ve cumhuriyette mündemiç olduğunu kanunlaştırmıştı.

Ancak 4 yıl içinde İslami kaynaklı hukuk ve eğitim sistemine son verilmiş, sosyal yapı değiştirilmiş ve anayasadan "Devletin dini İslam'dır" cümlesi çıkarılmış ve Türkiye'de hilafetin alt yapısı da ortadan kaldırılmıştı.

Kısacası Lozan Anlaşması'yla Türkiye'de olduğu kabul edilen manevi halifelik, sadece nazari olarak Türkiye Hükümeti ve Cumhuriyeti'nde mündemiç hale getirilmişti.

Tabii bu konunun daha iyi anlaşılması için yayımlanmak üzere olan "Kuruluşundan Günümüze Siyasi Ve Manevi Hilafet" kitabımıza müracaat edilmesi faydalı olacaktır. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU