Varoluş krizi İsrail'in acısını özetliyor!

Hamas nasıl bu varoluşsal krizle yüzleşti, nasıl bu tehdit seviyesine ulaştı?

Fotoğraf: Reuters

Liderliği bunu biliyor olsun ya da olmasın, Hamas hareketinin gerçek başarısı, askeri okullarda öğretilecek bir askeri başarı olarak adlandırılan ve bahsedilen başarısından çok daha derin.

Asıl başarısı, İsrail oluşumunun uzun süredir yeraltında varlığını sürdüren varoluş krizinin Aksa Tufanı ile yüzeye çıkışını hızlandırması.

İsrail devleti, 1947'deki kuruluşundan itibaren (Yahudi ırkçılığı ve narsisizmine rağmen) sosyalist ilkeler ve bir düzeye kadar laiklik üzerine tesis edildi.

Nitekim David Ben-Gurion'dan Levi Eşkol, Golda Meir, Abba Eban, Moşe Dayan ve diğerlerine kadar yeni oluşumun temel kurmayları Sosyalist İşçi Partisi'nin de kurmaylarındandı.

Kaldı ki Kibbutz fikri de sakinlerinin mal varlıklarından vazgeçmelerine ve servetin ortak bir şekilde üretim ve dağıtımına dayanmıyor mu, bu da Marksist sosyalist düşüncenin pratik bir düzenlemesi değil mi?

Ancak İsrail siyasi hayatında Başbakan Menahim Begin ile devletin yönelimi değişti.

Tevrat'ı kanun olarak benimseyen Begin döneminde, örneğin Yahudiye ve Samara kutsal topraklar haline geldi.

Dünyanın her yerinden Yahudileri hibrit yerleşim yerlerinde ikamet etmek üzere bu topraklara getirmek din ve inancın dayattığı bir göreve dönüştü.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

1979'dan Aksa Tufanı arifesine kadar buraya gelen Yahudi yerleşimcilerin sayısına ilişkin bir nüfus sayımına göre Avrupa'dan (çoğunlukla da Rusya, Ukrayna, Belarus, Polonya, İngiltere, Fransa ve Almanya'dan) gelen Yahudilerin 4,7 milyon olduğu tahmin ediliyor.

Bunlara bir de ABD ile Afrika'dan gelen başkaları ekleniyor.

Hepsi refah, istikrar ve güvenlik vaatleriyle geldiler ve az da olsa var olan toplumsal dini fanatizmle bir arada yaşadılar.

Ne var ki, dini fanatizm yeni yerleşimcilerin gelişiyle zamanla arttı ve daha sonra önemli siyasi karar alma pozisyonlarına ulaşan radikal Yahudi dini partilere dönüştü.

Pek çok İsrailli, ülkelerinin içinde bulunduğu ve ülkeye vardıklarında kendilerine vadedilenlerle hiçbir ilgisi olmayan siyasi gidişattan duydukları memnuniyetsizliği dile getiriyorlar.

Binyamin Netanyahu'ya karşı yükselen sesler görünürde siyasi çıkarlar nedeniyle yargı sisteminde değişiklik yapılmasına itiraz ediyorlar.

Fakat aslında bu, pek çok kişinin isteklerini karşılamayan kısır sisteme yönelik bir itiraz.

Bu sahne karşısında Hamas operasyonu, vaat edilen hayalden geriye kalanları ve belki de en önemlisi olan güvenliği yok etti.

Yerleşimcileri aşırılık, şiddet, korku ve yolsuzlukla dolu bir ülkeyle baş başa bıraktı.

Sosyal medya platformları ile televizyon ekranlarında, Tel Aviv'deki Ben Gurion Havalimanı'nda geldikleri ülkeye kaçmaya hazırlanan İsrailli yolcu kalabalığının görüntülerine yer veriliyor.

Hiçbir devlet adamı vasfına sahip olmayan Netanyahu'nun sorunu, Gazze'ye girmediği takdirde koalisyonu dağıtacak radikal partilerle yapılan koalisyonun tutsağı olması.

Koalisyonun dağılması halinde de hükümeti feshetmesi ve kendisine verilen cezalardan dolayı hapse girmeyi kabul etmesi gerekiyor.

Netanyahu aynı zamanda Hamas ve Hizbullah'tan gelen tehdide son vermediği takdirde halen geldikleri ülkelerin vatandaşı olan Yahudi vatandaşların güvenini kaybedeceğine, kendilerini koruyan ve savunan güçlü bir devletin güvencesini hissetmediklerinde tereddüt etmeden geldikleri ülkelere döneceklerine inanıyor.

Ayrıca Netanyahu Gazze'ye girmenin, Aksa Tufanı operasyonu nedeniyle verilen kayıplardan çok daha büyük kayıplara yol açabileceğini biliyor.

ABD Başkanı Joe Biden ve İngiltere Başbakanı Rishi Sunak da bunu açıkça ifade ettiler. Dolayısıyla bu, İsrail için tarihindeki en büyük gerçek ikilemi oluşturuyor.

Bu, kelimenin her anlamıyla İsrailli oluşum için varoluşsal bir savaş. İsrail'in başta ABD olmak üzere müttefiklerinin İsrail'den vazgeçmeleri ise imkânsız olmasa da zor.


Peki, bir devlet bile olmayan, varlığı uluslararası düzeyde tanınmayan ve hatta birçok ülkede takibe uğrayan, bir terör örgütü olarak görülen Hamas nasıl bu varoluşsal krizle yüzleşti, nasıl bu tehdit seviyesine ulaştı?

​Filistinli mülteci Şeyh Ahmed Yasin tarafından 1987'deki Birinci İntifada sırasında İsrail Devleti'ni yok etme vaadi ile kurulan hareket, Müslüman Kardeşler ile erken bağlantısına bir gönderme olarak İslami Direniş Hareketi anlamına gelen "Hamas" kısaltmasını kullandı.

Hareket sayısının en az 30 bin olduğu varsayılan bir savaş gücüne, uzun menzilli insansız hava araçlarının bulunduğu bir cephaneye sahip olmanın yanı sıra, hem yurt içinden hem de yurt dışından gittikçe daha fazla askeri ve ideolojik destek aldı.

Hamas, şiddet ve insani yardımlar bileşimiyle 2007'de Gazze Şeridi'nin kontrolünü ele geçirdi ve o zamandan beri orada hüküm sürüyor.

Ancak tüm bunlardan daha önemlisi, Hamas'ın savaşma kapasitesinin sürekliliğinin en önemli hamisi olan İran'a bağlı olması.

İran, devlet olarak Hamas'ın en önemli hamisi olmaya devam ediyor. Tahran'ın dünyadaki birincil terör hamisi devlet rolü göz önüne alındığında bu, göz ardı edilmemesi gereken bir husus.

Hamas için bu desteğin hem mali hem de maddi olduğuna inanılıyor. İran, en az 2014'ten bu yana "direniş eksenindeki" diğer vekillerine ilave olarak Hamas'ın füze gibi uzun menzilli saldırı gücü üretmesine yardımcı olmaya çalışıyor.
 


Nitekim Beyrut'taki çeşitli toplantılar sırasında ele alınan sürpriz operasyonun planlanmasında İranlı güvenlik görevlilerinin, Lübnan Hizbullahı'nın ve diğer Filistinli grupların önemli bir rol oynadığını ifade eden haberler yapıldı.

Bu arada ABD istihbarat teşkilatları, İran'ın muhtemel olduğuna inandıkları hassas rolüne dair bir yorumda bulunmadılar.

Saldırıdan bu yana Tahran, Hamas'ın operasyonunu destekledi fakat saldırıları organize ettiğini reddetti.

Ancak İran, Hamas ile tüm ideolojik farklılıklarını bir kenara bırakarak, kendisine başta füzeler olmak üzere askeri teçhizat tedarikinde bulundu, eğitti ve yıllık 100 milyon doların üzerinde finansman sağladı.

Dikkate değer olan şu ki, şu ana kadar hem ABD hem de İsrail hükümetleri, Hamas'ın İsrail'e yönelik saldırısında İran'ın rolü olduğuna dair "hiçbir kanıt" bulunmadığını iddia ediyorlar.

Ama bunu gerçekten hiçbir kanıt olmadığı için değil, öncelikle mevcut koşullar altında İran'ın bir rolü olduğunu söylemek, mevcut çatışmaya herkesin kaçınmak istediği bölgesel bir karakter kazandıracağından bunu dillendirmekten kaçınıyorlar.

Ancak gerçekte Hamas'ın, İran'ın baştan itibaren tam katılımı olmadan bu kadar cesur ve oyunun kurallarını değiştiren bir operasyonu düzenleyebileceğine dair ikna edici hiçbir şey yok ve aksini iddia etmek de kesinlikle mantıksızdır.

Böylece İran, bölgede başlamış olan oyunun ayaklarının altındaki halıyı çektiğine inanıyor ama bir tek o böyle düşünüyor.

İsrail, Katar Devleti'nin yaşam kalitesini iyileştirmek, hükümetin maaşları zamanında ödemesini sağlamak ve böylece gelecekteki savaşları önlemek için Hamas aracılığıyla Gazze sakinlerine her yıl milyonlar vermesine izin vermişti.

Ancak son patlamanın ardından İsrailli yetkililer, paranın insani yardım yerine askeri amaçlarla kullanılması riski nedeniyle nakit akışını durdurmaya yöneldi.

İşte Hamas bütün bu parayla devasa bir silah ve füze cephaneliği inşa etmenin bir yolunu buldu.

Ancak aynı Hamas Gazze'de sivil nüfus için tek bir sığınak bile inşa etmedi.

Bir de Hamas'ın uzun süredir müttefiki olan ve üst düzey liderlerine pasaport ve sığınma sağlamanın yanı sıra, grubun kendi topraklarındaki siyasi ofisinin açık kalmasına izin veren Türkiye var.

Hamas, Gazze'deki şirketlerden ve bireylerden vergi ve harçlar topluyor ve Mısır ile Gazze arasındaki sınır ötesi kaçakçılık operasyonlarından kâr elde etmekle suçlanıyor.

Uzun zamandır diasporadaki Filistinli topluluklardan ve yardım kuruluşlarından mali yardım alıyor.

BM de Gazze sakinlerini desteklemek için her yıl yüz milyonlarca dolar harcıyor.

Keza ABD ve Avrupalı ​​müttefikleri Gazze'deki Filistinlilere yardım için on milyonlarca dolar ayırıyorlar.

Hamas'ın saldırısına verilecek yanıt kaçınılmaz olarak İran'ı etkileyecek.

Bir gözlemci bana şunu söyledi:

Prensip olarak Washington'un İran politikasında radikal bir değişikliğe ihtiyacı var ve nükleer anlaşma ya da daha düşük düzeyli herhangi bir anlaşma masasından uzaklaşması gerekiyor.

Mevcut yönetim, eskisinden devraldığı ancak uygulama konusunda isteksiz olduğu petrol ve petrokimya yaptırımlarının tam ve güçlü bir şekilde uygulanmasına geri dönmeli.

Tahran'ın makroekonomik durumunda radikal bir değişiklik olmalı, çünkü gelirleri arttıkça Tahran ve grupları daha saldırgan ve cesur hale geliyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU