Vizyonda bu hafta: Sarsıcı bir aile dramı; “Üzgünüz, Size Ulaşamadık”

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için vizyondaki filmleri yazdı

"Üzgünüz, Size Ulaşamadık" (Sorry We Missed You) film afişinden bir kare

Çok klişe bir sav, ama gerçekten de değişmeyen tek şey “değişim” sanırım.

Yaşadığımız çağ insanlık tarihinin teknolojiye entegrasyonu konusunda bir dönüm noktasında.

Her sektörün kendi alanıyla ilgili hayata geçirdiği pek çok teknolojik gelişme ve yatırım var.

Tüm bu gelişmeler belki de kısa süre önce hayal bile edemeyeceğimiz bir yeni yaşama doğru evirilmemizi zorunlu kılıyor.

Sanayi döneminden bilgi çağına girdiğimiz ve şimdi ise bilgi çağından başka bir çağa doğru yol aldığımız bu yeniçağ farklı oyun kuruculara ihtiyaç duyuyor ya da karşımıza çıkarıyor.

Günümüzde mavi yakanın yerini beyaz yaka alırken beyaz yakanın yerini ise artık altın yakanın aldığı söyleniyor.

Bu gidişattan memnun olalım ya da olmayalım kabul etmemiz gerekir ki, bu değişime 'dur' diyebilmemizin pek imkanı yok.

Ama umarım Ken Loach’un saf bir şekilde ele aldığı bu filmler değişime dair yeni model sistem kurucularına bir şeyler ifade edebilir ve onların bu dönüşümde daha nazik düşünmesine vesile olabilir.


Sarsıcı bir aile dramı; “Üzgünüz, Size Ulaşamadık”

Yönetmen: Ken Loach / Oyuncular: Kris Hitchen, Debbie Honeywood, Rhys Stone, Katie Proctor / 101 dakika
 


Ken Loach’un bir üçleme projesinin ikinci bölümü olduğu söylenen Üzgünüz, Size Ulaşamadık, projenin 2016 yılında seyrettiğimiz ilk filmi Ben, Daniel Blake gibi yine gerçekleri yüzümüze tokat gibi çarpıyor.

Ülkenin kuzey doğusunda geçen ve yeni bir sosyal adaletsizliği anlatan ve senaryosunu yine Loach’un uzun süredir birlikte çalıştığı Paul Laverty tarafından yazılan film, Modern Britanya’daki işçi sınıfının karşılaştığı sorunları kadrajına alarak bu defa İngiltere’deki “Sıfır Saat Sözleşmesi” sorunsalına dikkat çekiyor.

Loach, bu filmle bir kez daha, İngiltere’nin servet açlığını gözler önüne sermek için bolca fırsat sunan; ekonomisini madencilik, nakliye, limancılıktan sağlayan ve tarihsel süreçte çokça kriz, gerileme ve kapanmalar gören bir yer olan Newcastle Upon Tyne’nın olanaklarından yararlanıyor.

Filmi özetlemek gerekirse; her geçen gün çoğalan borçlarıyla baş etmeye çalışan Ricky-Abbie çifti ve çocuklarının, Ricky’nin bir teslimat işine başlamasıyla birlikte değişen hayatlarını konu ediniyor.
 


Hayatının çoğunu inşaat sahalarında başkaları için çalışarak geçiren Ricky, ülkedeki ekonomik krizle birlikte işini kaybedenlerden biridir.

Ancak böylesi bir durumda dahi işsizlik maaşından yararlanmayı gururuna yediremediği için bu hakkını reddetmektedir.

Ailesini bu borç sıkıntısından kurtarmak, satın alabilecekleri bir ev için para biriktirmek ve çocuklarına güzel bir gelecek vermek isteyen Ricky çözümü teslimatlarından kendisinin sorumlu olacağı bir kargo şirketine başvurmakta bulur.
 


Ricky’e kendi işini kurma imkanı sunan, ona çalışma hayatında bir bağımsızlık vadeden ve kendisine özgürlük alanı sağlamayı taahhüt eden bu şirket, bu yokluk zamanında kendisi ve ailesi için büyük bir fırsat kapısıdır.

Ancak Ricky’nin bu organizasyona dahil olabilmesi için diğer adaylar ve çalışanlar gibi esnek çalışma şartlarını belirleyen ve iş vereni ahlaki ve yasal sorumluklardan muaf tutan “Sıfır Saat Sözleşmesi”ni imzalaması gerekmektedir.
 


Hizmet sağlayıcıyı maaşlı bir çalışan olarak değil markanın bir nevi franchisingini üstlenerek işin yönetim ve organizasyonuna ortak olan serbest bir çalışan gibi gören bu yapının adaylar için en cezbedici motivasyonu “kendi kendilerinin patronu olacağı” ve “kendi kaderlerinin efendisi olabileceği” vaadidir. 

Bu ilk anda bakıldığında gerçek olamayacak kadar iyi görünen bir tekliftir. Ve de zaten öyledir. Zira bu fırsatı sağlayanların “bizim için çalışmıyorsunuz, bizimle çalışıyorsunuz” bakışı elbette koca bir yalandan ibarettir.


Sistem bireysel kararlardan çok daha güçlüdür

Görünen köyün kılavuza ihtiyacı yoktur ve aslında işin nerelere gideceği baştan bellidir. Ama boğazına kadar borca batmış olan Ricky hayatında bir sıçrama yapmak ve arzuladığı başarı ve refah seviyesine ulaşmak için ruhunu ve özgürlüğünü satmaya isteklidir.

Nihayetinde hayatını idame ettirmek için ihtiyaç duyduğu bu sistem insanların bireysel kararlarından çok daha güçlüdür.

Çalışan ile çalışma süresi ve saati üzerinden bir sözleşme imzalamak yerine başlıkların ucunun açık ve muğlak olduğu bu koşullar ilk anda Ricky için büyük bir fırsat olarak görünse de ilk andan itibaren işin onun ve ailesinin hayatını kolaylaştırmadığı ortadadır.

Çünkü daha yolun başında ön görülmeyen maliyetler ortaya çıkmaya başlamıştır.
 


Sistemin yapısı gereği şirket Ricky’e bir araç tahsis etmeyecek; ya yeni bir tane satın alacak ya da şirketten araç kiralamak zorunda kalacak.

Bu yüzden Ricky işi alabilmek için ihtiyaç duyduğu kargo minibüsüne sahip olabilmek için eşinden kendi arabasını satmasını istemesi gerekecek.

Yaptığı iş ile insan maliyetini üzücü bir şekilde hatırlatan, yapılan kesintiler sonucu sosyal hizmetlerin özel sağlık acenteleri tarafından yürütülmesinin sonuçlarına ayna olan Ricky’nin karısı Abbie, bir sağlık şirketinde günde 14 saat, haftada 6 gün çalışan sözleşmeli bir hasta bakıcıdır.

Ancak kazandığı ücret günlük üzerinden değil gün içinde ilgilendiği hasta sayısı üzerinden hesaplanmaktadır. 

Çoğunluğu yaşlı ve engelli bireylerin bakım ihtiyacına dayanan iş programında Abbie yaptığı ev ziyaretlerinde ilgilendiği kişilerin kahvaltı ve yemeklerini hazırlamak, banyo yapmalarına yardımcı olmak, kişisel temizliklerini sağlamak ve sağlık durumlarını takip etmektedir.
 


Teorikte hayatını idame ettirecek ücreti kazanabilmek için tüm işler için hasta başına 15 dakika ayırması gerekmektedir.

Ancak pratikte hizmet misyonu olarak benimsediği “onlara annen/baban gibi davran” altın kuralı yüzünden bu günlük kota dengesini sağlamakta zorlanmaktadır.

Üstelik yaptığı ev ziyaretleri arasındaki uzak mesafe yolculuklarında kaybettiği saatler için de herhangi bir ücret almamaktadır.

Dolayısıyla Abbie’nin arabasını satması demek onun tüm bu günlük rutinini otobüsle yapması gerekeceği anlamına gelmektedir.


Kemer sıkma politikası

Bir noktada Ricky’nin bu isteği ailenin refahını artırmaya yönelik bir yatırım gibi görünüyorsa da böylesi bir kemer sıkma politikasından en çok etkilenen kişi tüm bu yokluk içinde özveri ve sabırla çalışan Abbie’nin olduğu ortadadır.

Arabasını sattıktan sonra da planladığı randevularına yetişebilmek için gecenin geç saatlerine kadar çalışmak zorunda kalan Abbie yine de Ricky’nin ve iki çocuklarının hayatında insanüstü bir sabırla sürekli nazik kalmayı ve aile içindeki ilişkilerde dengeleyici bir güç olmayı başarabilmektedir.
 


Diğer taraftan bir kargo teslimatçısı olarak işe başladığında Ricky çok sevinir. Çünkü artık bir çalışan değil kendi kendisinin patronudur.

Haliyle bir köle gibi çalışmak zorunda değildir. Fakat teslim edeceği kargo başına bir kazanç elde edeceği için gün içinde en iyi eforla hareket etmesi gerektiğinin de bilincindedir.


Kapitalizm ayrıntıda gizlidir

Böylesi bir çalışma düzeninde elbette kapitalizmin gücü ayrıntıda gizlidir. Bu tür yeni çalışma modellerinin insanları nasıl sömürdüğünü gösteren film ilerledikçe, Ricky ve Abbie’nin maddi tuzaklarla dolu işleri zaman ve enerji tüketmeye başlıyor. 

Ricky, bir çalışanın üstlenebileceği tüm sorumlulukları yerine getirir, ancak bu iş düzeninde kendi işini yapan birinin ayrıcalıklarından hiçbirine sahip değildir.

Eğer izin kullanması gerekirse o günkü kazancını kaybetmenin yanı sıra şirketin işini aksattığı için maddi cezaları da ödemesi gerekmektedir.
 


Sürücünün her hareketini ve gecikmesini izleyen ve raporlayan taşınabilir el bilgisayarı ise sistemin en önemli ana parçasıdır. Distopya da zaten işte burada kendini göstermektedir. 

Ricky, ücretli çalışan maaşlı bir köle yerine, iki dakikayı aşan bir hareketsizlik ve mola durumunda uyarı sinyali vermeye başlayan elindeki ürün tarayıcısının bir kölesi haline gelmiştir.

Kendi kaderinin efendisi olması bir yana şirket onun ne zaman, hangi rotasyonda ve ne kadar süreyle çalışacağına karar vermeye başlamıştır. 

Sabahın erken saatleriyle birlikte yola çıkan Ricky bu tempoda yemek yemek hatta tuvalete gitmek için vakit bulmakta dahi zorlanmaktadır.

Patron onaylamadığı sürece izin kullanamaz ya da tatil yapamaz. Zamanında işe gelmezse, hastalıkta ya da mecburi bir izinde yerine birini bulsa dahi bu koordinasyon için patrona ayrıca bir ödeme yapmak zorundadır.

Bir soygun durumunda ne sağlık ne de materyal sigortasına bakılmaksızın olası bir kayıpta gerekli ödemeleri yapmakla yükümlüdür.

Gerçekçi olmayan hedeflere ulaşma baskısı altında çiftin işlerini doğru olarak yapması neredeyse imkansız hale geliyor.

Özellikle Ricky özel ve iş hayat dengesini sağlayacak vakit bulamadığı için üzerindeki baskının altında her geçen gün eziliyor. Dolayısıyla bu durum hem özel hem de iş hayatında onu bir kaybedene dönüştürüyor.
 


Nihayetinde Ricky-Abbie ikilisinin aralarındaki anlayış ve sevgi bağı güçlü olsa da işlerini sürdürme umutsuzlukları çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getirmelerini de zorlaştırmaya başlıyor.

Ve ne yazık ki sistem onların bu başarısızlıklarında suçlu olan tek kişinin kendileri olduklarına ikna ediyor.

Filmde insanı etkileyen şey, aslında herkesin davranışlarının mantıklı olması. Ricky ailesine zarar vermek istemiyor ve diğer taraftan iş veren de dahil hiç kimse aslında ona zarar vermek istemiyor.

Ricky ve Abbie insan olarak çok iyiler ve birbirlerini çok seviyorlar. Ve mutlu olmayı da hak ediyorlar. Ancak filmdeki pek çok insan istemsizce kontrolünü kaybediyor ve çaresizlikleri onların tüm benliğini ele geçiriyor. 

Yine de kendi penceremden bakacak olursam, bu gelinen nokta için elbette sistemi aklayamam. Ben daha uygun ve insancıl şartlar altında çalışıyor olsalar bu insanlar için her şeyin daha farklı olabileceğini düşünen bir taraftayım.
 


Loach her zamankinden daha öfkeli ve tavizsiz

Yarım asırdan fazla bir süredir sinema ve televizyon için filmler çeken Ken Loach her zamankinden daha öfkeli ve tavizsiz bir şekilde işçi sınıfının sosyal gerçekliğini gözler önüne seriyor.

Bu perspektifiyle de geldiği yaşına rağmen hayatlarımızda fark yaratmaya çalışan birkaç İngiliz sinemacıdan biri olmaya devam ediyor.
 


Loach ve Laverty ikilisinin bir önceki filmde olduğu gibi; idealistlerin ideal dünyanın nasıl olması gerektiği yönündeki iyi niyetli ama gerçeğin görünmesini engelleyen ve bu kapitalizm çarkını döndüren aktörlerin ekmeğine yağ süren çalışmalarının aksine, onlar gibi ideal bir dünya çizmektense duruma neo-gerçekçi bir üslupla yaklaşıp sistemin kendisini tanımlamaya ve gerçekleri aktarmaya çalışıyor.

Paul Laverty’nin karakteristik açıdan gayretli araştırmasına dayanan; yüzlerce aile ile yaptığı görüşmeler ve gözlemler sonrasında kaleme aldığı senaryonun acıtan tarafları çok fazla.

Ama Ben, Daniel Blake filmine kıyasla bu defa konuyu ele alışta bir yumuşaklık ve sevginin gücüne dayanan bir umut da var.

Loach her şeye rağmen böylesi kasvetli bir hikayede bulutların arasından kısa bir süreliğine güneşin yüzünü göstermesine izin veriyor.

Ailenin sıradan görünen ama aslında onlar için oldukça önemli olan bir akşam yemeğindeki mutluluğunu seyirciden esirgemiyor.

Ve hayat ne kadar zor olursa olsun içinde hala umut var mesajını vermekten kaçınmıyor.


Haftanın diğer filmleri

Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu

Hayat Van Eck’in başrolünde yer aldığı Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu, ülkemiz ve dünya spor tarihine adını altın harflerle yazdıran, başarılarıyla Time dergisine kapak olan efsanevi halterci Naim Süleymanoğlu’nun hayat hikayesine odaklanıyor.

Spor kariyerine 47 Dünya Rekoru, üç farklı olimpiyatta kazandığı 3 Olimpiyat Altın Madalyası, 6 Avrupa Şampiyonluğu ile 7 tane Dünya Şampiyonluğu ve nice başarılar sığdıran Naim Süleymanoğlu, kendi ağırlığının üç katı ağırlık kaldırabilen tek sporcu olarak da tarihe geçti. 

İlk Dünya Rekoru’na imza attığında on beş yaşındaydı. Türkiye’ye güreş dışında olimpiyatlarda altın madalya kazandıran ilk sporcu da Naim Süleymanoğlu olurken ardında kırılması imkânsız rekorlar bıraktı.

Barış Pirhasan’ın senaryosunu yazıp Fahir Atakoğlu’nun müziklerini yaptığı filmin yapımcılığını Dijital Sanatlar üstleniyor.

Filminin artıları ve eksileri ayrıca konuşulur, değerlendirilir. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki filmin başrolünü üstlenen Hayat Van Eck kariyerinde çok iyi ilerliyor.

Onur Saylak’ın yönetmenliğini üstlendiği Daha filmindeki ilk oyunculuğunda dikkatimi çeken Hayat Van Eck ile Adana Altın Koza Film Festivali’nde tanışıp, konuşmuştuk. Kendisine “filmdeki performansını jürinin göreceğinden şüphem yok” demiştim.

Zira öyle de olmuştu, “Umut Veren Genç Oyuncu” ödülünü kazanmıştı. Vizyona giren “Naim” filmiyle de bu umudu boşa çıkarmadığını gösteriyor.


Doktor Uyku

Stanley Kubrick’in Stephen King’in ünlü eserinden uyarladığı The Shining’in yine Stephen King tarafından yazılan devam hikayesinin sinema filmi Doctor Sleep, Overlook Otel’de yaşanan dehşetin üzerinden 40 yıl geçmesine rağmen o travmayı tam olarak üzerinden atamayan Dan Torrance’ın, kendisinde olan özel güce sahip genç kız Abra ile tanışması sonrası gelişen olayları konu ediniyor.

Çocukluğunda yaşadıklarının karanlık gölgesi altında yaşayan Danny, travmalarıyla boğuşmaktan yorgun düşmüş ve alkole bağımlı hale gelmiştir.

Babasının umutsuzluk, alkolizm ve şiddetli mirasından kurtulmak için çabalayıp duran Danny, New Hampshire kasabasında, onu ayakta tutan bir destek grubuyla yerleşir ve “parlama” gücü sayesinde ölenlerin son anlarında onlara huzur verebildiği bir bakım evi işine girer. Ancak bulduğu bu huzur Abra ile tanıştığında yok olur.

Dan Torrance, Overlook’da henüz bir çocukken geçirdiği travmanın korkularını hala geri dönülemez bir şekilde yaşarken ve biraz huzur bulmak için bu şekilde bir mücadele verirken, bu arada Amerika’nın dört bir yanındaki otoyollarda, True Knot adı verilen bir topluluğun üyeleri refah arayışında dolaşıp durmaktadır. 

Çoğunlukla zararsız ve yaşlı görünen bu grupla ilgili gerçek ise oldukça korkunçtur. Danny, kendisiyle benzer yeteneklere sahip bir kız olan Abra Stone ile psişik bağ kurduğunda, bu grubun yetenekli olanları hedef aldığını fark eder. Bu grup yetenek sahibi çocukların işkence gördükleri sırada çıkan “parıltılarının buharını” teneffüs ederek yarı ölümsüz hale gelmişlerdir. 

Abra, kendine özgü “parlama” olarak da bilinen olağanüstü bir algılama yeteneğine sahip, cesur bir genç kızdır. Gördüğü en yüksek psişik güce sahip olan Abra, Danny’i şeytanlarıyla yüzleştirecek ve kendi ruhu için bir savaşa sürükleyecektir.

Dan ve Abra bu beklenmedik müttefiklik ile Rose’a karşı bir ölüm kalım savaşının içine girerler. Abra’nın kendi parlama yeteneğine böylesine masum ve korkusuzca sahip çıkması Dan’in de daha önce hiç olmadığı şekilde kendi güçlerini geri çağırmasına ve geçmişe dönme cesareti göstererek korkuları ile yüzleşmesine ve böylece geçmişin hayaletlerinin tekrar ortaya çıkmasına sebep olur.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU