Rabia Naz’a, Şule Çet’e ya da Nadira Kadirova’ya ne olduğunu sormak zorunda mıyız?

Bülent Şahin Erdeğer Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Bu yazının başlığı şöyle de olabilirdi: Et kokarsa tuzlanır, ya tuz kokarsa ne yapılır? 

Bir toplumu bir arada tutan en önemli etken güven duygusudur. Birbirine güvenmeyen insanların yan yana yaşamaları onları bir toplum kılmaz.

Bir devleti itibarlı bir devlet yapan şey de güven duygusudur. Devlet toplumun ortak güveninin tezahürü olduğunda korkulan bir sopa, demoklesin kılıcı olmaktan çıkıp doğal bir hakem haline gelir. 

Bu yüzden yargı sisteminin hukuku ayakta tutması, bir toplumu toplum, yapan en önemli sütundur.

İnsanların kendi aleyhlerine bile karar verilse karara güvenmeleri, kamuoyunun bu karara itibar etmesi toplumsal huzuru da sağlar.

Mahşeri vicdan dediğimiz şey de tam da budur…

Türkiye’de özellikle resmi ideoloji sebebiyle siyasi kırmızı çizgiler vardı. 

O çizgiler aşıldığında yargı, hukukun dışına çıkmayı kendisi için normal görürdü.

İstiklal Mahkemeleri'nde, darbe dönemlerindeki sıkıyönetim mahkemelerinde ve 90’lardaki Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yaşananlar böyle bir resmi hukuksuzluk örnekleriydi. 

Ancak toplumda tüm zaaflarına rağmen adi suçlar diyeceğimiz siyasi/ideolojik katman dışındaki davalarda Türkiye yargısı toplum nezdinde bir itibara sahipti.

“Hakim bey” karakteri sorunları nihayetinde çözen kişiydi.   

Ancak daha sonra adına FETÖ diyeceğimiz “Cemaat” yapılanmasının yargıyı ele geçirmesi sadece siyasi ideolojik alanı değil, sınav sorularının çalınmasından, torpilin, adam kayırmanın sıradanlaşmasına kadar adalet ve güven duygusunun çürümesine yol açıyordu.

Yargının tüm boyutlarıyla çürümesi adi suçların da artık arkası olanın ört bas edebileceği bir duruma gelmişti.

15 Temmuz darbe girişimi sonrası devletin intikam refleksiyle hukuku askıya alarak başlattığı OHAL süreci ağır çekim KHK süreciyle sürdürüldü.

Bu süreçte yargıda kadrolaşan FETÖ’cüler tasfiye edilirken aynı usulsüz/liyakatsızliklerle başka kadrolaşmaların önü açıldı.

Yargının hukuksuzluğu normalleştirdiği böylesi süreçte Soma Maden Kazası davası, Çorlu Tren Kazası davası, Şule Çet, Nadira Kadirova vb. kadına karşı şiddet/cinayet davaları, Rabia Naz davası gibi meselelerde yargı ve siyasi erk kamuoyunu tatmin edecek bir iletişimden özellikle geri duruyordu. 

Normalde böylesi davalar bağımsız mahkemelerde cesur savcılar tarafından araştırılır. Soruşturma ve dava süreci yargı ve polis tarafından kamuoyu bilgilendirilir.

Bu bilgi alışverişi dedikodu ve şaibeleri minimize eder. Sivil toplum ve medya da denetleme ve iletişimi sağlarlar. Böylesi sağlıklı bir yapı da toplumsal vicdanı ve güveni besler. 

Ama Türkiye’de işler böyle yürümüyor. Yargının siyasallaşması siyasilerin ya da siyasilerle bağlantılı kişilerin yargıdan bağımsız hareket etme cesaretini arttırıyor.

Pervasızlık sadece ekonomik ya da siyasi alanlarda değil adi suçların da üzerinin örtülmesini beraberinde getiriyor. 

Çet, Naz, Kadirova davaları vb.leri konusunda kamuoyunun yargıya güvenmemesinin sebebi bu. 

Yargının itibarsızlaşmasının diğer sebebi siyasal iktidarın ülkemizin ekolojik, mimari, tarihi yapısı gözetmeyen projeleri konusunda sürekli iktidardan yana kararlar almasıdır.

HES’ler, Hasankeyf, Kaz Dağları’nda yaşanan itirazların karşılık bulmaması, Çorlu tren kazasının sorumlularının cezalandırılmaması gibi liste uzayıp gidebilir.

Tabi bir de buna KHK’lıların uğradıkları mağduriyetleri de eklemek gerek.

Bu kabarık dosyaya düşünce özgürlüğünü boyunduruk altına alan yaptırım, uygulama ve cezalandırılmaları da eklemeliyiz.

İşte böyle bir tablo karşısında halk mahkemelere güvenmez hale getirilmiş böylelikle mafyatik yapılanmalardan medet umar olmuştur. 

Güçlünün haklı kabul edildiği, yolunu bulanın paçayı kurtardığı bir atmosferde mağdur olduklarını düşünen insanlar polisten, savcıdan, yargıçtan değil Müge Anlı gibi TV sunucularından ve Twitter’da trend topik olmasını umdukları kampanyalardan medet umar hale gelmişlerdir. 

Asıl sorun da buradadır. İnsanlar böyle sağlıksız zeminlerde hak aramak zorunda bırakıldığında manipülasyonlara açık hale geliyor.

O zaman belki de gerçekten haklı olanların masumiyetleri de bu manipulatif zeminlerde zan altına bırakılabilirken gerçekten haksız olanlar da kendilerini temize çıkartabiliyorlar.

At izinin it izine karışması da böyle gerçekleşiyor.

Bugünlerde enayilik, saflık, nafilik olarak değerlendirilecekse de hakikati ifade etmeye devam etmek için hukukun üstünlüğünü, temel insan haklarını ve hukuk ilkelerini eksene almak gerektiğini vurgulamak gerek.

Yoksa normalde insanlar adaleti sosyal medyada, tv stüdyolarında değil mahkeme salonlarında ararlar.

Adaletin sağlıklı biçimde kurumlar eliyle işlediği bir toplumda Rabia Naz’a, Çorlu’da kaybettiğimiz insanlarımıza, Kadirova’ya ya da Şule Çet’e ne olduğunu sormak, hafiyelik yapmak zorunda kalmazdık.

O yüzden şimdi tüm bu davaların hesabını sormak halka kaldı… 

Yargının bir sopa ya da örtü değil, hukuk aygıtı olacağı günler umuduyla…   

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU