“Demokratik Barış” yalanı ve liberal paradigma çökerken: Ufukta yeniden 1930’lu yıllar mı var?

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

1930’lu yıllarda Fransa’da milliyetçi liglerin üyelerinin yürüyüşünden bir kare / Fotoğraf: Left in Paris

Alman düşünür İmmanuel Kant’ın 1795'te öne sürdüğü “daimî/ebedî barış” tezi zamanla bugün bildiğimiz haliyle uluslararası hukuka ve uluslararası kurumların oluşumuna vesile oldu.

Kant’a göre devletler ya mütemadiyen savaşmakta ya da bir türlü istikrara kavuşamayan ve bu anlamda fevkalade kırılgan özellikler taşıyan geçici barış dönemlerine mahkûm edilmekteydi.

Dolayısıyla Kant, devletler arasındaki ilişkilerin devletleri aşan (ve dolayısıyla kuşatan) birtakım ahlaki kurallara bağlanması gerektiğini düşünüyordu.

Kant, daimi barışın tesisi için devletlerin kuvvetler ayrılığına dayanan bir rejimle donatılmasının bağımsız devletlerin arasında işbirliğini mümkün kılacağını ve söz konusu işbirliğinin – tıpkı Montesquieu’de olduğu gibi – beraberinde ticaretin “yumuşatıcı” etkilerini getireceğini ifade ediyordu. 

Uluslararası ilişkiler disiplinindeki genel kuramlara da sirayet eden “daimî/ebedî barış” söylevi, idealizm akımının yanı sıra “Demokratik Barış” savını da şekillendirdi.

Demokratik Barış” kuramına göre demokrasiler aralarında savaşmaz. Dolayısıyla Kant’ın önermesinden hareketle söz konusu kuramın takipçileri – ki bunlar çoğunlukla liberaller olmuştur – dünyada liberal demokratik düzenin alabildiğine yaygınlaşmasını savunmuşlardır (hâlâ savunmaktadırlar).

Aslında “Demokratik Barış” kurgusunun en çarpıcı, en çağdaş ve en somut örneğini Irak Savaşı esnasında tecrübe ettik.

Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) iktidar dizginlerini elinde bulunduran neo-con (“Neo-conservative”, Yeni Muhafazakâr) çevreler ana gayenin Irak’ı “demokratikleştirmek” olduğunu ve bu anlamda ABD askerlerinin Irak’a demokrasiyi ihraç etmek için gittiklerini savundu.

Aslına bakarsanız bu mantık İkinci Dünya Savaşı travmasından yeni çıkan dünyanın 1940’lı yılların ikinci yarısında girdiği ve 1960’lı yıllara doğru iyiden iyiye kristalize olan arayışının bir ürünü sayılabilir.

Dahası, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasını müteakip Francis Fukuyama’nın eliyle ilan edilen “Tarihin Sonu” sanrısı, mevzubahis çizgiye daha büyük bir cesaret aşılamış ve ona küresel ölçekte “hâkim paradigma” vasfını kazandırmıştır.

1945 sonrasında “özgür dünya” veya “liberal medeniyet” muzaffer cephe olması hasebiyle uluslararası düzeni kendi ölçülerine göre tanzim etmeye çalıştı.

Bundan böyle “egemen anlayış” Kant’ın “daimî/ebedî barış” önermesinin yanında liberalizm süslü demokratik barış formatı olacaktı.


“Merkez demokrasiler” ile “periferik demokrasiler”

Böylelikle İkinci Dünya Savaşı’ndan galip ayrılan liberal Batı bloku kendini merkezde konumlandırdı.

Sovyet nüfuzunun dışında kalan coğrafya ve devletler ise bir nevî “periferi” yani çevre mertebesine indirgendi.

Bu anlamda söz konusu kategorilerde yer alanlar – demokratik sistemlerle yönetildiklerinde dahi – en iyi ihtimalle birer “periferik demokrasi” statüsüne mahpus edildiler ve “merkez demokrasilerin” yörüngeleri hâlini aldılar.

Oysa hem Kant’ın tezi hem de “Demokratik Barış” kuramı belirleyici birtakım etkenleri görmezden geldi.

Başka bir deyişle, evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu, bazı liberal entelektüellerin saflığının bir tezahürü yahut onların zehri bala bulayıp sunmak istemiş olmalarından mülhem olabilir. 
 

Marshall Planı.jpg
Marshall Planı için kullanılan çizim, “Hava koşulları ne olursa olsun refaha ancak birlikte ulaşabiliriz” / Fotoğraf: Medium


Peki, neydi bilerek veya bilmeyerek inkâr edilen bu etkenler? 

Hakim devletlerin hegemonya hırsları, halk yığınlarını motive eden ırkçılık ve kültürel üstüncülük gibi güdüler, ekonomilere yön veren şirket ve kuruluşların tekelleşme arzuları, irili-ufaklı devletlerin (demokrasi olsun-olmasın) arasındaki toprak/sınır anlaşmazlıkları, müspet veya menfi kamuoyu algıları ve baskıları vb.

Böylesi bir manzara karşısında Kant ile demokratik barışçıların tasvir ettikleri tatlı ütopya dünyanın ham gerçekliğinin sert kayalarına tosladı ve birtakım iç dönüşüm süreçlerinden (ve süzgeçlerinden) geçti.

Masa başlarında tanımlanan ideal kuram, saha şartlarına göre kabuk ve içerik değiştirdi. 

Evet, benim “merkez demokrasiler” diye adlandırmayı tercih ettiğim devletler aralarında savaşmıyor – doğru.

Ancak bu kural ve dahi “kanun” ne hikmetse “periferik demokrasiler” için bile geçerliliğini kademeli olarak yitirdi.

Dahası, söz konusu politik hat zamanla en dehşetengiz ve en vahşi sömürünün koşullarını hazırladı.

Merkez demokrasiler kural koyucu oldu. Galip blok oluşu, bu devletler sınıfına “ahlaki” avantaj verdi.

Bilhassa uluslararası kapital bu bloka doğru aktığından ve bu bloktan fışkırdığından, üretim avantajı da sahiplenildi.

Darphane merkez demokrasilerin uhdesindeydi. Tabiatıyla darphaneye (paraya) hükmeden, doğal olarak siyasetin istikametini de tayin etme gücünü fethetmiştir.

Oysa liberal Batı, diskuru tersinden işleme koydu. Ete kemiğe büründürülen “taşı toprağı altın” Batı algısının gücünün darphaneden değil, liberal demokrasiden döküldüğü tespiti işlendi.

Dünyaya verilen mesaj şuydu:

Şayet liberal demokrasiyi benimserseniz, bizdeki kadar bolluğa ve zenginliğe kavuşabilirsiniz!

Halbuki bu apaçık bir yalan ve sahtekarlıktı, zira sonradan Batı standartlarına göre ve bu standartlarla ahenk içinde demokratikleşen devletler kati suretle bir “periferik demokrasi” olmanın ötesine geçemeyecekti, öyle de oldu. 

Daha açık yazalım: Para (kapital, darphane) merkez demokrasilerde bulunduğu için, periferik demokrasiler “yeni, bakir pazarlar” mahiyetini asla aşamadı.

Üstelik böylesi bir fantasma uğruna periferik demokrasiler sahip olunan doğal kaynaklarını ve iş gücünü de merkez lehine peşkeşe zorlandı ki, bu “gelenek” hâlâ devam ediyor.

Merkez demokrasiler açılan fırsatların farkında olarak liberal paradigmayı pazarlamak adına gerçekte kendi eliyle kışkırtılan savaşların engellenmesi kalıbını benimseyerek şu formüle başvurdu:

Demokrasiler arasında savaş yok.

Dolayısıyla dünyada demokrasi genişlemeli ve yayılmalı.

Bu, her demokrasi için adeta bir ahlâkî yükümlülüktür.

Bu açıdan ele alındığında da demokrasi dünyanın en ücra köşelerine değin her yerde teşvik edilmeli ve özendirilmeli.

Sonrasında ne mi oldu? Sonrası tufan.


Dünya Savaşlarından “Demokratik Barış”a ölümler ve öcüler

Yapılan hesaplara göre 1945 yılından bu yana liberal Batı menşeili merkez demokrasilerin dünyada “insan hakları”, “barış” ve “demokrasi” gibi muhtelif kılıflar altında doğrudan (savaşlarla, dış müdahalelerle) veya dolaylı (ekonomik yaptırımlar, darbeler, iç karışıklıklar, terörizmler, karşılıklı savaşlar, iç savaşlar vb.) yollardan sebep olduğu ölüm sayısı sadece resmi istatistiklere göre 30-35 milyon bandında seyrediyor.

Afrika’dan Ortadoğu’ya, Latin Amerika’dan Asya’ya kadar uzanan geniş (ve periferik) bir coğrafyada “Demokratik Barış” idealinin (!) tetiklediği ölüm sayısı işte bu kadar.

Yaralananları, sakat kalanları ve beliren çeşitli psikolojik sarsıntıları bu listeye eklemiyorum bile.

Birinci Dünya Savaşı’nda yaklaşık 17, İkinci Dünya Savaşı’nda ise yaklaşık 60 milyon insanın hayatını kaybettiği ifade ediliyor.

Altını çizelim; “dünya” savaşlarından bahsediyoruz. Çarşının karıştığı, tozun dumana katıldığı ve herkesin birbirine vurduğu dünya savaşları!

1945 ve 1991 yıllarından bu yana merkez demokrasiler dairesinin dışındaki her devlet (buna periferik demokrasiler de dâhildir) demokratik barışın tadına(!) şu veya bu şekilde bakmış oldu.

Ne var ki merkez demokrasilerin haricindeki dünya milletlerine kaşık kaşık yedirilirken, başka ve yeni faktörler de devreye girdi.
 

a.jpg
Avrupa’nın önde gelen sağ popülist liderleri (soldan sağa) Geert Wilders, Matteo Salvini ve Marine Le Pen / Fotoğraf: AFP


Merkezin can suyu addedilen finans-kapitalin buhranlarla boğuşması, yerel ve ulusal karşı-direniş mekanizmaları, küresel düzlemde milyonlara ulaşan göç hareketleri, sınırların bulanıklaşmasıyla zuhur eden “enternasyonalize” terörizmler ve daha niceleri...

Son tahlilde liberal medeniyetin çekirdeğini teşkil eden merkez demokrasiler kendi safsatalarının, kendi yaratıklarının, hülâsa kendi günahlarının bedelini ödemek durumunda kaldı.

2008 yılındaki küresel ekonomik kriz, işgal edilen ülkelerin adeta birer bataklığa dönüşmesi, özellikle Avrupa’ya akın eden milyonlarca sığınmacının ve mültecinin yarattığı dengesizlikler, DAEŞ gibi Anders Breivik ve türevlerinin yürüttüğü kanlı eylemler vb. – hepsinin kökeni birdir ve aynıdır.

Bugün itibariyle liberal medeniyet – nesnel verilerin ışığında – açık bir gerileme evresine girmiştir.

Neredeyse bir asırdır söz konusu “medeniyetin” meyvelerini yiyen seçkinler, oligarklar, çok-uluslu şirketler ve “merkez” siyasetçiler tarifi fevkalade zor bir panik denizinde çırpınıyorlar ve başta kendi halkları olmak üzere dünya milletlerini korkutmak için eski hortlakları devreye sokup soruyorlar:

Yoksa 1930’lu yıllar geri mi geliyor?


Ufukta 1930’lu yıllar mı var?

1930’lu yıllardan dolaylı olarak kast ettikleri şey kabaca özetlemek gerekirse otoriter düşünce ve pratikler yumağıdır; bilumum totaliter ideolojiler ile birlikte kitlesel ırkçılığı işaret ediyorlar. 

Fakat esasen hedefte milliyetçilik ve milliyetçiler var.

Aslında liberal medeniyetin ezelî ve ebedî düşmanı, korkulu rüyası ve bir türlü kurtulmaya muvaffak olamadığı hayaleti, bünyesinde “vatan” kanaatini barındıran tüm fikirler ve ideolojilerdir.

Milliyetçiliğin yanı sıra vatansever sosyalizm, vatansever dindarlık vb. gibi ekoller de bu anlamda “ne pahasına olursa olsun kaçınılması gerekeni” simgeler.

Bugün Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron – tıpkı 22 Haziran 2018 tarihinde yaptığı bir konuşmada atıf yaptığı gibi – milliyetçiliği bir “cüzzam” şeklinde tarif ve takdim ediyorsa...

Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker Mayıs 2019 tarihinde “Avrupa’yı bu aptal milliyetçilere karşı korumalıyız” diyorsa...

Aynı tarihlerde Almanya Şansölyesi “Milliyetçilik Avrupa tasavvurunun düşmanıdır” (ki bunun böyle olmadığı tarihi belgelerle sabittir) çıkışı yapıyorsa...

Burada oturup etraflıca düşünmek lazımdır. 
 

muss.jpg
Benito Mussolini’nin Predappio’daki mozolesinin içinden bir kare / Fotoğraf: AFP​​​​​​​


Yalnızca “sağ” milliyetçilik değil, “sol” vatanseverlik de korkutuyor.

Değer yargılarından bağımsız olarak ifade etmek gerekirse bugün muayyen nizamın temsilcileri için bir Jean-Luc Mélenchon veya Jeremy Corbyn ile bir Matteo Salvini veya Marine Le Pen arasında kayda değer çok büyük bir fark yoktur. 

Ne var ki liberal medeniyetin tüylerini diken diken edenin salt parti aygıtları veya isimler olduğunu düşünmüyorum.

Fransa’da Le Monde veya Le Figaro, Birleşik Krallık’ta The Guardian, ABD’de Financial Times gibi gazeteler “Acaba ufukta yeniden 1930’lu yıllar mı var?” diye sorarken, aygıtlardan yahut isimlerden bahsetmiyor.

Günümüz sağ ve sol popülistleri bana kalırsa – bazı analistlerin yaygın kanaatinin aksine – yerleşik “sisteme” karşı bir tehdit değildir. Ben bunları sistemin içinde “anti-sistemcilik” vazifesi ifa eden kümelenmeler olarak anlamlandırıyorum.

Hayır. Bence liberal medeniyeti zangır zangır titreten daha ziyade Fransa’daki Sarı Yelekliler minvalindeki milliyetçi-sosyal içerikli atak, kitlesel halk hareketleridir.

Zira merkez demokrasilerin bir tek bu tip eylemlere karşı bağışıklığı veya koruması yoktur.


“La Belle Époque”, liberal düzenin ikinci iflâsı ve yeni dünya

Avrupa’da 1880’lerden 1914 yılına değin süren “La Belle Époque” (Güzel Dönem) siperlerin içinde son bulmuş ve aynı siperlerin içinde doğan faşizmin, keza siperlere karşı gelişen komünizmin devrimleriyle bıçak gibi kesilmişti.

Güzel Dönem önemli teknolojik atılımların ve sanatsal yaratıcılıkların tecrübe edildiği bir dönem şeklinde telakki edilse de, uçsuz bucaksız bir hedonizmin, belirgin bir dekadansın ve vurdumduymazlığın da pervasızca geliştiği bir dönemdi aynı zamanda.

Tıpkı 2000’li yılların başındaki gibi... Ve tıpkı 2000’li yılların başındaki gibi, o dönemin de mottosu “Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” idi.

Her ne kadar sıklıkla “Tarih tekerrürden ibarettir” dense de, ben tarihin aynı kesitlerle tekrar tekrar vücuda geldiğine inanmıyorum.

Her dönemin kendine has dinamikleri, kendi kültürü ve en önemlisi kendi “hâlet-i ruhiyesi” vardır.

Liberal medeniyetin 1930’lu yıllardan anladığı (veya kitleleri daha rahat manipüle etmek için anlamak istediği) yeni bir “Ekim”, yeni bir “Roma’ya Yürüyüş”, yeni bir “Münih”tir.

Bu bağlamda 2008 krizini 1929 çöküşüyle, sağ popülistleri faşistlerle yahut nasyonal-sosyalistlerle, sol popülistleri Bolşeviklerle, farklı anti-kapitalist nitelikli eylemleri dönemin grevleri ve fabrika işgalleriyle, günümüz İslam düşmanlığını da eskilerin antisemitizmiyle eşitlemeye çalışıyorlar.

Hiçbiri doğru mukayeseler değildir ve hiçbirinin bir diğeriyle alakası yoktur. Bunlar aceleyle ve amatörce tesis edilen kısayollardan başka bir şey değildir.

Mukayeseyi kaldırabilecek tek ölçü, liberal medeniyetin doğurduğu insanlık krizidir; hem Güzel Dönem’de hem de bugün.
 

wikipedia.jpg
Fotoğraf: Wikipedia


Çağdaş halk hareketlerinin – üstünde milliyetçi, halkçı, sosyal izler taşısa da – ne yöne doğru ilerleyeceği, nihayetinde ne tür yeni fikirler ve pratikler doğuracağı, dahası ne gibi bir kültür üreteceği şimdilik meçhuldür. 

Şimdilik yalnızca bir genel huzursuzluk ve bu huzursuzluğun dillendirilmesi aşamasındayız.

Ancak bir şey kesindir: dünyada “Demokratik Barış” anlayışı kırılıyor. Dünyada liberal medeniyet bir kez daha, yeniden çözülüyor. Eşzamanlı olarak dünya milletlerinin vatan özlemine ise milliyetçi duygu ve reflekslerin yanında sosyal adalet arayışları eşlik ediyor. Belki en önemlisi de milletlerin bizatihi liberal medeniyetin şekillendirdiği, kaşıdığı ve provoke ettiği hastalıkları kökünden kazıma iradesidir.

Krizleri, savaşları, terörizmleri, göç dalgalarını, vatansızlığı ve derin eşitsizlikleri dünya milletlerine bir kadermiş gibi dayatan dünya buharlaşıyor. Yalnızca şu veya bu devletin hegemonyası değildir silinmeye yüz tutan, koca bir dünya ölüyor.

1930’lu yıllar geride kaldı. İki kez çöken liberal medeniyet gibi aynı şeyleri papağan gibi tekrarlamanın da kimseye faydası yok. Artık taze, farklı, bazen radikal, bazen de ılımlı şeyler söylemek lazım... 

Yeni dünyayı kutlamak için.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU