Vizyonda bu hafta: Kültürel bir suç trajedisi; “Cinayet Süsü”

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için vizyondaki filmleri yazdı

Ali Atay'ın “Cinayet Süsü” isimli yeni filminden bir kare

Son on yılın Türk filmlerine ait vizyon hasılatı ve seyirci rakamlarına bakınca sinema seyircisinin melodram türünden sonra en çok ilgi gösterdiği film türünün komedi olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. 

Komedi filmlerinin gişe başarısındaki en büyük etken; etrafı türlü dertlerle kuşatılmış insanların sorunlardan kaçma, kafasını dağıtma isteği olmalı sanırım.

Zira ülkenin siyasi ve ekonomik koşulları altında değişen toplum ihtiyaçlarını düşününce, insanların yüksek nitelikli kültür örneklerinden beslenmek yerine bünyeyi stres altında bırakacak herhangi bir düşünme eyleminden uzaklaşarak bir sonraki güne hazırlanmak için kendilerine böylesi bir kaçış yolu aramalarında bir haklılık payı olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Ülkenin dinamikleri değişiyor, seyirci değişiyor ve haliyle sinemamız da değişiyor.

Türkiye’nin yaşadığı toplumsal değişim sürecine paralel bir şekilde komedi türü de konjonktürel nedenlerle kendini sürekli yeniliyor.

1980’li yıllarda çekilen ve toplumcu gerçekçi akımı kendi türünde devam ettirmeye çalışan komedi filmlerinde tiplemelerin yerini yavaş yavaş daha ağırbaşlı karakterler alırken, günceli eleştiren ve taşlayan, çelişkilerden mizah yapan, zıtlıkları ortaya çıkaran hikayeler bu filmlere konu olmuştu.

90’lı yıllar komedi türünün öne çıkmadığı yıllar olsa da televizyonun yaygınlaşması yeni komedyenlerin ortaya çıkmasını sağladı ve yeni bir mizah anlayışının doğmasına vesile oldu.

Bu süre içinde isim yapmış olan komedyenler milenyum ile birlikte sinemada daha çok boy gösterince tür ticari bir eğlenceye dönüştü ve televizyon ile büyüyen yeni nesile hitap edebilmek amacıyla lümpen bir komedi tarzı ortaya çıktı.

Günümüzde ise trajikomik ve absürt bir komedi anlayışının hâkim olduğu sinema piyasasında ele alınan konuların yanı sıra, konulara ve karakterlere yaklaşımdaki mizah unsurundaki değişimle birlikte filmlerin komedi düzeyi de toplumsal gerçekler yerine bireyin kendi gerçeğine odaklanan farklı bir noktaya ulaştı.


Kültürel bir suç trajedisi; “Cinayet Süsü”

Yönetmen: Ali Atay / Oyuncular: Uğur Yücel, Binnur Kaya, Cengiz Bozkurt, Feyyaz Yiğit, Mert Denizmen, Mehmet Özgür / 110 dakika
 


Bir yol hikayesi olan “Limonata” ve izleyenleri kahkahaya boğan kara komedi film türünün en iyilerinden “Ölümlü Dünya” isimli filmlerinin ardından üçüncü kez yönetmen koltuğuna oturan Ali Atay, “Cinayet Süsü” isimli yeni filmiyle seyirciyi yine çok güldüreceği konusunda oldukça iddialı.

Bunda haklı da olabilir; zira vizyona girdiği gün, Grand Pera Beyoğlu Cinemo Sineması’nın en büyük salonunda ancak önlerde bir boş koltuk bularak seyredebildiğim film sırasında salonda kahkahaların ardı arkası kesilmedi.
 


En azından girdiğim seanstaki seyircinin bu filmi çok sevdiğini söyleyebilirim.

Nihayetinde komediyi, hele bir de kara ise kim sevmez ki! Üstelik espri yapmak da espriden anlamak da zekâ işidir.

Oyunculuğu ve yer aldığı dizi filmleriyle gönüllerde taht kurmuş olan Ali Atay’ın pek çok projede birlikte çalıştığı Onur Ünlü gibi kendine has bir sinema dili oluşturma konusunda yetenekli olduğu da ortada.
 


Bu anlamda benim de oyunculuğunu çok sevdiğim Ali Atay’ın ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu Limonata isimli filmini her ne kadar biraz uzun ve hatta sonlarına doğru sıkıcı, Ölümlü Dünya isimli ikinci filmini gerçekten çok eğlenceli, bu hafta vizyona giren üçüncü filmi Cinayet Süsü’nü ise beklenti ve beğeni kriterlerimin altında bulmuş olsam da onun yönetmen olarak imzasını attığı filmleri merakla ve ilgiyle takip ettiğimi söylemeden geçemeyeceğim.

Evet doğru okudunuz. Ali Atay’ın işlerini keyifle takip ediyor olsam da komedi ve polisiye türünde bir yapım olan Cinayet Süsü filmi beklentilerimin oldukça altında kaldı ve dolayısıyla beğenemedim.

Peki, acaba neden beğenmemiş olabilirim?
 


İstanbul Emniyet Müdürlüğü Cinayet Büro ekipleri günün birinde hiç alışık olmadıkları bir cinayet vakasıyla karşılaşır.

Başkomiser Emin, komiser Salih, komiser Asuman ve komiser yardımcısı Alaattin’den oluşan ekip olaya el koyar. 

Ancak daha önce hiç karşılaşılmamış bir seri katil vakası ile karşı karşıya olan deneyimli başkomiser Emin ve ekip arkadaşlarının katili bulmak için kullandıkları yollar pek de doğru değildir.
 


Birbirini takip eden rezillikler bir yana, tuhaf cinayetler de peş peşe devam etmektedir. 

Ekibin elinde ne bir delil ne de bir ipucu vardır.

Sinirler gerilmeye, amirler rahatsız olmaya başlar.

Vakalar arttıkça basının ve halkın ilgisi de olaya yoğunlaşmaktadır.

Bu durum Emin ve arkadaşları üzerinde büyük bir baskı yaratır.
 


Sonunda Emniyet Genel Müdürü, Amerika’dan gelen “suç uzmanı” Dizdar Koşu’yu da rehberlik etmesi için başkomiser Emin’in ekibine atar.

O da yetmez Ankara’dan üç kişilik bir danışman ekibe dahil olur.
 


Bir de bu arap saçının içine bir çılgın aşk hikayesinin eklendiği filmi acaba neden beğenmemiş olabilirim…

Beğenmeme nedenim; “seri katil” cinayetlerin bizim kültürümüzde pek olmadığı sonucuna ulaşmış olması değil.

Aslında okumuş olanlar bilir; mafya, istihbarat, uyuşturucu ve organize suç üzerine haber ve araştırmalar konusunda uzmanlaşmış olan gazeteci yazar Sevinç Yavuz’un Türkiye’nin son elli yılını tarayarak kaleme aldığı Türk Seri Katiller isimli kitabı Türkiye’nin de bu konuda pek çok olaya ve dosyaya sahip olduğunu halihazırda gösteriyor.

Yazar, 1960’lı yıllardan günümüze kadar Türkiye’de gerçekleşen seri cinayetlerin neden işlendiklerini, katillerin iç dünyalarını, öldürme güdülerini ve hareket şekillerini tüm detaylarıyla okuruna sunuyor.

Bu yüzden filmin hikâyesine renk katan bu “seri katil” konusu filmde hafife alınmışsa da ironisi yine de başarılı görünüyor.
 


Beğenmeme nedenim; ekibin basitlik ve klişelerden beslenmesi de değil.

Nihayetinde önemli olan bunun nasıl ele alındığı ve işleniş biçimi. Bu basitlik ve klişeler filme bir bakıma eğlence de katıyor.
 


Beğenmeme nedenim; filmin polis teşkilatımızı böylesine beceriksiz ve işten kaytaran, tembel ve işgüzar göstermesi de değil.

Yoksa ben de yıllar önce Hamamcılar Odası Başkanı’nın “böyle hamam olmaz” diyerek Ferzan Özpetek’i çektiği “Hamam” filmi yüzünden eleştirdiği gibi Ali Atay’ı eleştirecek değilim.

Nihayetinde mizah denilen şey biraz da abartıdır, yer yer incitici ve yıkıcıdır.

Beğenmeme nedenim; sinkaflı cümlelerin gereğinden fazla bir şekilde tekrar ve tekrar kullanılması da değil. Kabul etmek gerekir ki gerçek mizahın içi dışı birdir, edepsizdir.

Beğenmeme nedenim sanırım, filme büyük bir beklentiyle gitmiş olmam.
 


Elbette bu film ekibin bir önceki filmi olan Ölümlü Dünya isimli filminden tamamen bağımsız bir film ancak tanıtımlarda “Ölümlü Dünya filminin yaratıcı ekibinden” vurgusu o kadar çok yapıldı ki ister istemez aklım filmi sürekli onunla kıyaslamak durumunda kaldı. 

Beğenmeme nedenim; bu filmin bir önceki kadar özgün bir hikayesi yok.

Güldürme motivasyonu karakterlerin kendi doğallığına değil, onların abartılı oyunculuklarına teslim edilmiş. Dolayısıyla gerçek anlamda güldüren hemen hemen pek bir şey yok.

Çok iyi oyuncular var ama belki de onların seyrettiğim en kötü performansları ve oyunculukları. 
 


Gizemli bir seri katil vakasını çözmeye çalışan cinayet büro ekibinin maceralarını konu edinen filmde bir iki kaliteli espri, kültürel bir suç trajedisinin kara mizahla eleştirilmesi, güldürürken düşündürmek için konu ve içeriği aktarırken kullandığı sanatsal formlardaki güzellik, hepsi bu.

Ama bir filme iyi diyebilmek için bunlar yeterli mi, bence değil. 

Haftanın diğer filmleri

Bulmaca Kulesi: Dev Kuşun Gizemi

TRT Çocuk’un animasyon dizisi Bulmaca Kulesi: Dev Kuşun Gizemi hikâyesiyle bu kez sinemada seyirciyle buluşuyor.

Filmin ana karakterleri olan Aslı, Can ve Mert dizinin ilk bölümünde bir kaza sonucu başka bir boyuta ışınlanıyor ve Bulmaca Kulesi denilen bu yerde yollarını bulmaya ve gizemleri çözmeye başlıyorlar.

Bu sırada kulenin koruyucusu ve mimarı olan Lugaz Efendi’nin sevimli robotu Lugit ile tanışıyorlar. Lugit’le birlikte kulenin düşmanı Hüdaverdi’nin tuzaklarını bozuyorlar.

Film’de ise, kuleden ayrılarak Hüdaverdi’nin hükmettiği tehlikeli bir bölgeye ulaşıyorlar. Lugit ile Dev Kuş’un yuvasında buluşmak üzere yolları ayrılıyor.

Böylece Lugit’i bulmak ve Dev Kuş’a ulaşmak için tehlikeler ve bulmacalarla dolu amansız bir maceraya atılıyorlar.

Çarpıcı Kız

Luca Guadagnino’nun Cannes’da prömiyeri gerçekleşen kısa filmi The Staggering Girl, New York’ta yaşayan ve İtalyan asıllı Amerikalı bir yazar olan Francesca’nın, Roma’ya geri dönerek annesiyle bir araya gelmesini konu ediniyor.

Luca Guadagnino’nun Cannes’da dünya prömiyerini yapan bu en yeni yapıtı, Julianne Moore ve Mia Goth’tan Alba Rohrwacher’e müthiş bir oyuncu kadrosunu bir araya getiren otuz yedi dakikalık bir kısa film.

Görselliğiyle özellikle dikkat çeken filmin esin kaynağı Valentino tasarımı giysiler; Guadagnino da filmin yapımı sırasında House Valentino’nun yaratıcı direktörü Pierpaolo Piccioli’yle iş birliği yaptı.

Çağrışımlar ve anılardan yararlanan film, bir anneyle kızının ilişkisini Roma’yla New York ve geçmişler günümüz arasında gidip gelerek inceliyor.

Deri Ceket

Quentin Dupieux’nun yönettiği Le Daim, püsküllü ceketine rahatsızlık derecesinde düşkün olan müzmin kaybeden Georges’un farklı yollara sapan hikâyesini konu ediniyor.

Georges’un gözü püsküllü süet ceketinden başka hiçbir şeyi görmez. Hatta başkalarının herhangi bir cekete sahip olması fikrine katlanamaz.

Karısı tarafından terk edilmiş, her şeyini kaybetmiş bir adam olarak ceketine duyduğu saplantı içinden bir cani çıkarır.

Kurbanlarını telekinezi yoluyla öldüren katil lastikle ilgili filmi Lastik (2010) ile tanınan Quentin Dupieux gerçeküstü kara komedi türünün akla gelen ilk isimlerinden.

Yönetmen aynı zamanda Mr. Oizo mahlasıyla hatırı sayılır bir üne sahip tekno ve elektronik müzik DJ’i.

Geçmişin Sırları

Michelle Williams ve Julianne Moore’un başrollerini paylaştığı After the Wedding, varını yoğunu verdiği yetimhaneye finansal destek bulabilmek için Theresa ile birlikte bir düğüne katılması gereken Isabel’in hikâyesini anlatıyor.

Yıllar önce Hindistan’a yerleşen Isabel’in hayatını adadığı yetimhanedeki koşulları iyileştirmek için acil olarak bir destek bulmaya ihtiyacı vardır. Fakat bunu gerçekleştirmek için önce New York’a gitmesi gerekir.

Burada zengin, başarılı bir iş kadını, eş ve anne olan Theresa ile tanışır. Theresa, yetimhaneye milyonlar bağışlamaya hazırdır. Isabel’den küçük bir isteği vardır, hafta sonu kızının düğününe onun da gelmesini ister.

Bu düğünde ortaya çıkacak sırlardan sonra ikisinin de hayatları eskisi gibi olmayacaktır.

Muhbir

Andrea Di Stefano’nun yönettiği The Informer, emekli bir özel kuvvetler ajanı olan Pete Koslow’un, ailesini korumak için verdiği mücadele sonucu kendisini içerisinde bulduğu FBI-mafya-hapishane üçgeninde yaşananları konu ediniyor.

Eski bir özel kuvvetler ajanı olan Pete Koslow, onurlu bir şekilde emekliye ayrılmıştır. Ancak Pete Koslow’un dünyası, karısını korumak için giriştiği bir mücadeleden sonra hapse girdiğinde tepetaklak olur.

Koslow’a iki FBI ajanı için muhbirlik yaparak New York’taki en güçlü suç patronunu devirmesi karşılığında erken tahliye şansı verilir. Koslow gizli bir operasyonda polisin ölümüne yol açtığında işler değişir.

General, Koslow’un suçu üzerine alıp hapishanenin içinden bir uyuşturucu operasyonuna öncülük etmesi için onu hapishaneye geri göndermekte ısrarcıdır.

FBI da General’in operasyonu için hapishaneye geri dönmenin, Koslow’un onlarla olan anlaşmasını sürdürmek adına yapabileceği tek şey olduğunu söyler.

İmkânsız seçeneklerle çevrili olan Koslow, kendisini ve ailesini kurtarmak için bu suç örgütünden, FBI’dan ve mafyadan kurtulmak zorundadır.
 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU