Vizyonda bu hafta: Travmaların sanatsal dönüşümü; “Acı ve Zafer”

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için vizyondaki filmleri yazdı

Pedro Almodóvar’ın yeni filmi Acı ve Zafer (Dolor y gloria / Pain & Glory)'den bir kare

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 18’inci kez düzenlenen; dünya sinemasının en iyileri, usta yönetmenlerin son filmleri, yeni keşifler ve ödüllü yapıtların aralarında bulunduğu zengin bir programla sonbaharın en özel sinema etkinliğine dönüşen Filmekimi’nin İstanbul gösterimlerinde sona yaklaşırken başta Cannes olmak üzere saygın festivallerde dünya prömiyerini yapmış filmler de yavaş yavaş sinema salonlarının vizyon programına girmeye başlıyor.

Bir süredir tadilatta olan ve Filmekimi’yle birlikte salonlarını yeniden gösterime açan Beyoğlu Atlas Sineması’nın her seansı dolu dolu geçen hatta seans için bilet bulamayıp filmi kaçırmamak için merdivenlerde bile oturmaya gönüllü olan sinemaseverlerin heyecanı ve coşkusuyla film seyretmenin tadı her ne kadar bambaşka olsa da Filmekimi gösterimlerini kaçıranlar için festivalin öne çıkanları da vakit kaybetmeden vizyonda kendine yer buluyor. 

Böylesi bir atmosferde seyretme imkanı bulduğum Pedro Almodóvar’ın yeni filmi Acı ve Zafer (Dolor y gloria / Pain & Glory) de bu hafta gösterime giren filmlerden biri oluyor.

Travmaların sanatsal dönüşümü; “Acı ve Zafer”

Yönetmen: Pedro Almodóvar / Oyuncular: Antonio Banderas, Asier Etxeandia, Penelope Cruz, Leonardo Sbaraglia, Raul Arevalo, Cecilia Roth, Susi Sanchez, Nora Navas, Pedro Casablanc, Julieta Serrano, Cesar Vicente / 112 dakika
 


1974-78 yılları arasında çektiği kısa filmlerden sonra düzenli bir şekilde (ortalama iki yılda bir) seyircinin karşısına uzun metrajlı filmleriyle çıkarak dünya sinemasının en üretken yönetmenleri arasına giren Pedro Almodóvar kariyerinin yirmi ikinci uzun metrajlı filmi Acı ve Zafer ile sanatsal üretimindeki istikrarını sürdürüyor.
 


Üstelik artık kırk yılı aşan sinema yaşamında ismi İspanya ile özdeşleşen yönetmen, yaşadığımız dünyadaki değişimlere inat özgün sinemasında hala yerelliğini koruyor.

Gerçi Almodóvar’ın renk paletinden çıkmış diyebileceğimiz o rengarenk görüntüler 1995 sonrasındaki yapımlarında yerini biraz daha karanlık ve soğuk tonlara bırakmışsa da bu değişime rağmen kendi sinema diline sadık bir şekilde film çekmeye devam ediyor.

Hatta bu yerelliğiyle bile filmlerinde hayat verdiği karakterler ve ele aldığı konularla aslında evrensel olarak benzer şeyleri yaşadığımızı, hissettiğimizi göstererek duygusal açıdan hepimizin bam teline dokunmayı da başarıyor.
 


Almodóvar sinemasının daha çok kişisel hikayelere dayandığı doğrudur.

Onun filmleri en başında beri eşcinselleri, travestileri ve hayatın ötekileştirdiği karakterleri özgür bırakan, her biriyle empati kurulmasını sağlayan çalışmalardır.

Filmlerinde genelde çevresindeki insanlara ait şeyler anlatır; karakterler çoğunlukla hayatındaki kadınlar, yolunun kesiştiği insanlar ve arkadaşlarıdır.

Ancak bu kadar hümanist ve açık görüşlü olmasına rağmen aynı cömertliği kendisinden esirgediğini fark etmiş olacak ki yönetmen yıllardan sonra ilk defa bir filminde kendisini kadraja alıyor ve kendi gizlerini bu kadar açık ediyor. 
 


Elbette filmdeki her şeyin otobiyografik izler taşıdığını iddia edemem.

Hikayede bir kurgusallık, gerçeklerde bir manipülasyon mutlaka vardır.

Ama yine de bu durum Almodóvar’ın kendisiyle ilgili bir film seyrettirdiği hissini baltalamıyor.
 


Usta yönetmen yeni filmini her ne kadar öyle lanse etmemişse de geçmiş çalışmalarını az da olsa bilen Almodóvar hayranları eminim benim gibi bu filmin otobiyografik olduğuna dair hikayede pek çok ipucu bulacaktır.

Almodóvar ile yeni tanışan seyirciler ise bu detayları düşünmeden bir film yapımcısının geçmiş ve şimdiki zaman içindeki yolculuğuna dair zarif ve şiirsel bir anlatımın izinde filmin keyfini çıkaracaktır. 

Geçmiş ve gelecek iç içe

Bir yüzme havuzunda, suyun altında meditasyon yapan bir erkek figürüne ait sembolizm yüklü bir görüntü ile açılan film, Pedro Almodóvar’ın kendi özel hayatı ve kariyerine örtülü de olsa derinlemesine bir dalış yapacağına işaret eden bir sahne ile başlıyor.
 


Almodóvar’ın kendi kişisel yaşamında belirleyici olan ilişkilerini gözden geçirmesine ve onu bugüne dek huzursuz eden her ne varsa onlarla açık yüreklilikle yüzleşmesine olanak sağladığını düşündüğüm Acı ve Zafer; deneyimli ama ihtişamla dolu gençlik günleri artık geride kalmış bir yönetmen olan Salvador Mallo’nun geçmişten bugüne yaptığı seçimleri ve yaşamında iz bırakan olayları konu ediyor.
 


Özel ve profesyonel hayatı iç içe geçmiş bir durumda olan Salvador’un çocukluğunu yaşadığı 60’lı yıllara, annesiyle birlikte köylerinden ayrılıp daha rahat bir yaşam umuduyla Valensiya’ya göç etmesine, 80’lerin Madrid’inde kalbinin hızla çarpmasına neden olan ilk aşkına, kendisi için kurtuluş ve terapi aracı olan yazı ve sinema ile tanışmasına ve kendisini tanımasına yol açan olaylara değiniliyor.
 


Geçmiş ve şimdiki zamanı aynı paralellikte ele alan filmin şimdiki zamanı; yutkunmada zorlanma, astım, kulak çınlaması, baş ve sırt ağrıları gibi pek çok fiziksel ıstıraptan mustarip olan ve bir süredir kendi kabuğunda yaşamayı tercih eden bir yönetmenin, otuz yıl önce çektiği bir filmin restore edilmiş bir kopyasını Q&A (soru-cevap) programlı bir etkinlikle göstermek isteyen İspanyol Sinemateğinden aldığı bir davet haberiyle başlıyor.

Bu davet aynı zamanda Salvador’u kavgalı olduğu filmin oyuncusu ile yeniden iletişime geçmek zorunda bırakıyor. Çünkü davet ikisini de kapsıyor.
 


Öte yandan, davet aldığı güne kadar neredeyse inziva içinde sürdürdüğü hayatında geçmişiyle ilgili şeyleri unutmak için onları kaleme alırken masalsı bir rüya gibi karşımıza çıkan çocukluğuna dair hatıralarından oluşan filmin geçmiş zamanı; mütevazı denebilecek koşullarda büyüyen Salvador’un iç huzurunu ve masumiyetini temsil eden çok özel anlarını dışa vuruyor.
 


İspanya’daki iç savaş nedeniyle babası yanlarında olmayan genç Salvador’un işçi sınıfı göçmenlerin arasında annesiyle birlikte yaşadığı mağaradan bozma evlerinin badanalı duvarlarını eski Hollywood filmleri süslüyor.

Hayranlık duyduğu film yıldızlarının fotoğrafları ona arkadaş oluyor.
 


Kendi kendini eğiten, meraklı bir çocuk olan Salvador’a sağlanan bursla Katolik eğitimi aldığı okulun korosuna solist olarak seçiliyor.

Kilise korosunun solisti olmak okul hayatında ona bir dokunulmazlık kazandırıyor.

Fakat bu dokunulmazlık yüzünden düzgün bir örgün eğitim alamadığı için, öğrenmek istediği bilgiye kendi imkanlarıyla ulaşmak zorunda kalıyor.

Hatta öyle ki özellikle coğrafyayı yıllar sonra çektiği filmlerle Avrupa’yı gezerken öğreniyor.

İnsan anatomisiyle de üst üste geçirdiği sağlık sorunları sayesinde tanışıyor.
 


Salvador’un çocukluğunun İspanya’sını kutsayan bu geri dönüşler; ilk cinsel arzusundan kaynaklı heyecanının, zorunlu olarak aldığı eğitimin bıraktığı tahribatın, annesine karşı hissettiği suçluluk duygusunun şifrelerini çözerken bu travmaların sinemayı keşfedişiyle birlikte nasıl bir sanata dönüştüğünü özetliyor.

Post-modern masaldaki hüzünlü bir prens

Yıllarca kariyeriyle ilgili hiçbir şey yapmayan Salvador birikimini de pahalı sanat eserlerine yatırmakta, en azından tüm zamanını geçirdiği evinde konforlu bir hayat sürmeye çalışmaktadır.
 


Altmışlı yaşlarının başlarında acı içinde bir hayat sürmeye başlayan Salvador için giderek artan sağlık sorunları nedeniyle artık film setlerinde çalışabilme imkanı da pek kalmamıştır.

Ağrıları nedeniyle vücudu her zaman sinir krizinin eşindeymişçesine tepki verdiği için sinema ve tiyatro salonlarının koltuklarının rahatsızlığına da tahammül edemediğinden sanatsal etkinlikleri takip etmekten de oldukça uzaklaşmıştır.
 


“Film çekmeden hayatım anlamsız” diyen ancak buna rağmen sinema kariyerinden vazgeçmiş görünen Salvador kendine yeni bir terapi yöntemi olarak en azından uzun zaman önce yaşadığı bir aşk ilişkisiyle ilgili Bağımlılık adında bir hikaye kaleme almaya başlamıştır.
 


Salvador’un geçmişi hakkında yazdığı bu metni tesadüfen keşfeden Alberto, küçük bir Madrid tiyatrosunda bu monoloğu sahnelemek için ısrar edince, bu hikaye, kendi hayatlarında birer kaybedene dönüşmüş bu iki adam birbirlerinin yaratıcı dürtülerini yeniden canlandırmaya bir vesile olur.

Güçlü itiraflar

Filmde yönetmenin hikayeye eklediği çok güçlü itiraflar var.

Misal; çocukken çevresindeki insanları önemseyen ve onlara cömertçe yardım eden, ihtiyaç duyanlara bir şeyler öğretmekten mutluluk duyan Salvador için insanlar günümüzde onun kendi egosunu ve sanatını besleyen birer malzemeden ibaretmiş gibi görünüyor. 
 


Ayrıca Almodóvar, neredeyse on yıldır bir şey üretmeyen Salvador’un film yapım sürecindeki yeteneğini muallakta bırakarak, kendisinde var olduğuna inandığımız yetenekleri hakkında da şüpheci bir tavır sergiliyor.
 


Geçmişinden çıkıp gelen karakterlerle buluşmaları ve yüzleşmelerinde de kendini aceleci, narsist ve yıkıcı olarak göstermekten kaçınmıyor.

Ancak Almodóvar’ın hikayeye eklediği bu takdire şayan özeleştirilerinde bir dürüstlük bulunsa da Salvador’un bencilliği film içinde gerektiği kadar dramatik etki yaratmada sanki biraz yetersiz kalıyor.

Ruhsal olarak yaratıcı bir kriz içinde olan bir film yapımcısını karşımıza çıkarsa da bunun acısını tam olarak hissetmemize olanak sağlamıyor.
 


Almodóvar filmde elbette bu anıları bir anda aktarmak yerine bunları parça parça Salvador’un kendi ruhsal ritmine göre hikayeye rastgele yerleştiriyor.

Salvador’un psikolojik baskılarının tetiklemesiyle ortaya çıkan ve film boyunca aralara serpiştirilmiş olan bu harika geri dönüşlerle çocukluğuna kadar uzanan entrikalar film boyunca devam ediyor.
 


Ve geçmiş ile şimdiki arasında çok iyi düşünülmüş tesadüfi karşılaşmalar zamanla birbirine bağlanıyor ve filmin bitişine değin hikayeye oldukça güzel bir melodram katıyor.
 

Filmin en dokunaklı sahneleri

Annesinin ve komşularının bir nehirde çamaşır yıkadığı ve güneşin o sarı sıcak ışığı altında şarkı söyleyip dans ettiği, Salvador’un yanlarında oyunlar oynadığı sahnelerin nostaljik estetiği ve duygusal güzelliği büyüleyici.
 


Filmin en güzel sahnelerinde Salvador, Madrid’deki evinde yaşlı annesiyle zaman geçiriyor.

Evinde annesi için hazırladığı yatak odasında bir sandalyede oturarak ona refakat ediyor.

Annesi onunla eleştirel konuşmalar yapsa bile bunları olgunlukla kabul ediyor ve ondan af diliyor.

Onun belki de hayatının son zamanları olan bu günlerini iyi geçirebilmesi için elinden geleni yapıyor gibi görünüyor.
 


Salvador ve Federico’nun bir araya gelişi Almodóvar’ın önceki filmlerinde var olan o duygusal yoğunluğu bize yeniden aktaran sahneler oluyor.

İki aşığın ortak geçmişini, yaşadıkları hayatları ve birbirleri için ne kadar çok şey ifade ettiklerini dokunaklı bir şekilde özetleyen bir buluşmaya dönüşüyor.

Sonuç olarak

Almodóvar belki detaylara daha fazla girmek istemediğinden belki de daha bunların cevabını bilmediğinden filmde eksik veya bitmemiş bir şeyler var.

Ama bu yarım kalmışlık da yaşamın kendisi gibi. Film bittiğinde insanı gözü nemli bir şekilde, tatlı bir hüzünle ortada bırakıyor.

Kendisini besleyen kültürel referansların yanı sıra ilk defa daha önce çektiği filmlerine de bolca gönderme yapan Almodóvar sinema, tiyatro, zevk ve ıstırap, seks ve uyuşturucu, sevginin gücü ve anne imgesi üzerine Almodóvar sinemasında işlenmiş olan tüm konuların hepsini bir potada topluyor.
 


Eşcinsel uyanışın ve o ilk arzunun kişisel izlerine neredeyse Almodóvar filmlerinin her birinde rastlamak mümkün.

Bu anlatım genelde önceki filmlerinde karakterler arasında güçlü bir manevi yakınlık sağlıyor olsa da Acı ve Zafer’de tam tersine karakteri yalnızlaştıran bir işlev görüyor.

Film nihayetinde her şeye sahip olan birinin yalnızlığını ortaya koyuyor. 
 


1960'lı yıllarda çocukken yaşadığı evin avlusundan günümüz sinemaların, bilgisayarların ve akıllı telefonların dijital dünyasına doğru yol kat eden Salvador geleceğin artık geçmişinden daha kısa olduğunun farkına varan bir adamın kaygısını sahiplenirken, Acı ve Zafer, yaratıcı bir sürecin travmaları iyileştirmede ne kadar güçlü bir egzersiz olabileceğini durgun ve sadelikle göstermeye çalışan duygusal bir film olmayı başarıyor.

Sonuç olarak, kariyerlerinin belli dönemlerinde göz önünde olan birçok oyuncuyu bir araya getiren Acı ve Zafer, acı hatıralarla yüzleşebilen, hataları bağışlayan, sorunlarla uzlaşan bir yaklaşımla hayatın özüne ulaşmaya çalışıyor.

Arınmak için kimi günah çıkartır, kimi kefaret öder, kimi özür diler. Almodóvar ise bu hesaplaşma için kendine sinemayı seçmiş gibi görünüyor.

Haftanın diğer filmleri:

7. Koğuştaki Mucize

Mehmet Ada Öztekin’in yönettiği 7. Koğuştaki Mucize, 1983 yılında sıkıyönetim altındaki bir Ege kasabasında yaşayan ve haksız yere hapse atılan Memo ile yedi yaşındaki kızı Ova’nın tekrar birbirlerine kavuşmaya çalışmalarını anlatıyor.

Kasabada sıkıyönetim komutanının kızının ölümü üzerine küçük kızı ve babaannesiyle yaşayan Memo idam cezasına çarptırılır.

Herkes adalet peşindeyken Memo ve kızı Ova’nın tek isteği birbirlerine kavuşmaktır. Adaletin gerçekleşmesi için ise bir mucize gerekmektedir.

Aşkı Beklerken

İspanyol Pansiyonu filmiyle tanınan Cédric Klapisch’in yönettiği Deux Moi (Someone Somewhere), komşu olmalarına rağmen henüz tanışmamış olan Rémy ve Mélanie’nin birbirine paralel giden izole hayatlarını odağına alıyor.

Rémy ve Mélanie Paris’te yan yana dairelerde oturan iki genç komşudur. Bugüne kadar birbirleriyle tanışmamışlar.

İkisinin de bu büyük şehirde oldukça yalnız hayatları var. İkisi de hayatlarının aşkını arıyorlar ama bulamamışlar.

Bir elmanın iki yarısı gibi olsalar da hiç karşılaşmamışlar. Her gün aynı kaldırımdan yürüyen, aynı yerden alışveriş yapan, her sabah aynı manzaraya uyanan, gece aynı dertlerle yatağa giren ve gerçek aşkı arayan bu iki genç insanın yolları acaba bir gün kesişecek midir?

Gerçeğin Peşinde

Noomi Rapace’ın başrolünde yer aldığı Angel of Mine, doğum yaptığı hastanede çıkan yangında kızını kaybettikten sonra bunalıma giren bir kadının öyküsünü konu ediyor.

Lizzie bu olaydan sonra girdiği depresyondan çıkamamış ve kocası ile boşanma noktasına gelmiştir.

Yangın yüzünden kızını kaybettikten sonra hayatını işine ve on bir yaşındaki oğluna adayan Lizzie bir gün tesadüfen kızına çok benzettiği yedi yaşındaki Lola isimli bir kız çocuğu ile karşılaşır.

Onu geçmişe götüren bu karşılaşmadan sonra küçük kızı yakın markaja alan Lizzie, onunla yakınlaşmak için bütün imkanlarını kullanır.

Başka bir kadının çocuğunun, kendi çocuğu olduğunu düşünen Lizzie hızla büyüyen bu takıntısı üzerine herkesin hayatını tehlikeye atan bir oyuna başlar.

Lizzie’nin bu tavırlarından endişe duyan yakınları, onu engellemeye çalışsa da kimse başarılı olamaz.

Saplantı haline getirdiği durum yüzünden ailesi ve oğlu ile arası açılan Lizzie, vazgeçmeden Lola’nın kızı olduğunu iddia etmeye devam eder.

İkizler Projesi

Will Smith’in başrolünde yer aldığı Gemini Man, işinin ehli bir kiralık katil olan Henry’nin, kendisini öldürmek için peşine düşen kişinin 25 yıl önce kendisinden alınan genlerle oluşturulmuş klonvari biri olduğunu fark etmesiyle gelişen olayları konu ediniyor.

Ang Lee’nin yönettiği İkizler Projesi, bir anda her hareketini önceden tahmin edebilen, gizemli, genç bir ajan tarafından hedef alınıp takip edilen seçkin suikastçı Henry Brogan’ın hikayesini anlatıyor.

Sanat ve teknolojiyi birbirine harmanlayan İkizler Projesi’nde iki Will Smith rol alıyor. Aksiyon filmlerinin geldiği son nokta olduğu söylenen filmde Will Smith hem 51 yaşında bir suikastçıyı hem de 23 yaşında, onu öldürmeye çalışan bir suikastçıyı canlandırıyor.

Smith’in genç hali, tam bir dijital insan. O kadar komplike ki ikili, şaşırtıcı bir çifte performansla ekranda yakın plan dövüşü kusursuzca yapabiliyor.

Bu açıdan daha önce benzeri görülmemiş yeni bir performans düzeyiyle seyirciyi heyecan dolu bir film bekliyor.  

Saklambaç

Ready or Not, düğününü eşi Alex’in ailesinin malikanesinde gerçekleştiren Grace’in, kocasının ailesinin geleneksel oyunlarına katılması sonrası başından geçen dehşetengiz olayları anlatıyor.

Grace ve Alex, 18 aylık ilişkilerini, Alex’in annesi Becky ve babası Tony’nin malikanesinde evlilikle taçlandırırlar.

Düğün kusursuz bir şekilde sürer fakat gelin için dikkatlice yapılmış bir plan vardır. Grace hala gelinlik üzerindeyken hiçbir kuşku duymadan eşi ve ailesinin geleneksel aile oyunu dedikleri oyunu oynamak için gece yarısı onlarla toplanır.

Ailenin yeni bireyi olarak Grace, oynayacakları oyunu seçmek üzere masanın üzerindeki oyun kartlarından birini çekmelidir.

Çektiği kart nadiren çıkan Saklambaç kartıdır ve oyuna başlamak için Alex’i geride bırakıp sessizce bir yerde saklanmalıdır. Diğerleriyse güneş doğmadan onu bulacaktır.
 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU