IMF, Mckinsey ve benzeri kuruluşlar kamuoyunda neden tepki ile karşılanıyor?

Mehmed Mazlum Çelik Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: IMF

Tartışmalar, IMF ile Hazine ve Maliye Bakanlığı arasındaki ana anlaşmaya göre her yıl olduğu gibi bu yıl da Uluslararası Para Fonu (IMF) yetkililerinin Türkiye’ye davet edilmesiyle başladı. 

Bu anlaşmanın dördüncü maddesindeki konsültasyon gereği IMF yetkilileri Türkiye’de bazı istişare görüşmeleri yaptı. Bu görüşmelerin kapsamı sivil toplum kuruluşları, akademi ve iş çevresi olabileceği gibi IMF yetkilileri, politikacılarla da bir araya gelebiliyordu.

Bu kapsamda ana muhalefet partileri olan CHP ve İYİ Partili milletvekilleri, IMF ile görüştü. Görüşme Ankara’da bir otel odasında gerçekleşti. 

Toplantının kamuoyu ile paylaşılmadığı iddiaları üzerine AK Parti Grup Başkanvekili Mehmet Muş tepki gösterdi ve şu ifadeleri kullandı:

Biz de basından takip ettik. Bir otel odasında gizli bir görüşme yapılmış, bu görüşme basından gizlenmiş.

CHP Genel Başkanı, hükümeti defalarca ‘IMF ile gizli kapaklı görüşmeler yapıyor’ diye suçlamıştır.

Bugün geldiğimiz noktada aslında gizli kapaklı görüşmeyi CHP’nin yaptığı ortaya çıktı.

CHP tabii ki görüşme yapabilir ama neden bunu otel odalarında gizli kapaklı yapıyor ve bu vatandaştan saklanıyor?


Mehmet Muş’un açıklamalarına ilk cevap CHP Sözcüsü Faik Öztrak’tan geldi;

Sanki IMF’yi bu ülkeye biz davet etmişiz gibi konuşuyorlar. IMF’yi 4. madde kapsamında inceleme yapmak üzere ülkeye davet eden Hazine ve Maliye Bakanlığı.

Bu 4. madde konsültasyonlarında IMF yetkilileri, iş dünyası ile akademisyenlerle, muhalefetle de görüşür.

Bizimle yapılan görüşme de bu kapsamda. Bizim bir gayemiz var, o da Türkiye IMF’ye muhtaç olmasın, IMF kapısına gitmesin.

‘Efendim orada ne konuşulmuş.’  Merak etmeyin arkadaşlar biz devlet terbiyesi almışız. Size ne söylüyorsak onlara da onu söylüyoruz.


İYİ Parti’den ise açıklama toplantıya katılan Merkez Bankası eski Başkanı Durmuş Yılmaz’dan geldi;

Türkiye’deki ekonominin genel durumunu tespit edip diğer 186 üye ülkesiyle paylaşmak üzere yapılan bir ziyaret bu.

Bunu yaparken önce ülkenin ekonomi politikasından sorumlu resmi makamlarla ve hükümetle görüşüyorlar.

Arkasından Türkiye’deki sivil toplum örgütleriyle, sermayenin temsilcileriyle ve diğer ilgililerle bir görüşme yapıyorlar.

Muhalefet olarak bizimle de görüşmek istediler. Dolayısıyla teklif onlardan geldi. Biz gizli bir toplantıya gitmedik.

Bizim adımız, sanımız, kurumumuz belli. Bize sorulan soruları kendi perspektifimizden namuslu dürüst şekilde yanıt verdik.


Kamuoyu tartışmaları yakından izledi. AK Partili seçmen görüşmeyi tasvip etmezken İYİ Partili ve CHP’li kesim konuyu temkinli bir şekilde izleyerek yaşananları anlamaya çalıştı. İktidar ve muhalefet seçmeninin ittifak yaptığı en önemli husus IMF ile ne iktidarın ne de muhalefetin görüşmemesi isteğiydi.

Konu, köşe yazarları ve siyasi parti sözcüleri arasında tartışılırken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da meseleye müdahil olarak şu açıklamayı yaptı; 

Merkez Bankamızın döviz rezervleri yeniden 100 milyar doların üzerine çıktı. Şu aralar 103 milyar dolar seviyesine ulaştı.

IMF defterini tekrar açılmamak üzere Mayıs 2013'te kapattığımızın altını çizerek tekrar ifade etmek istiyorum.


IMF defteri bu tartışmalarla tekrar kamuoyunun gündemini işgal etmişti; ama cevap bulması gereken bazı soruları da beraberinde getirmişti.

Bu soruların en önemlisi; Mckinsey, IMF vb. kuruluşlar halkta neden bu denli tepki topluyordu?

Bu sorunun cevabını geçmişteki bazı acı tecrübeler ve IMF ile olan yaklaşık 65 yıllık ilişkide aramak gerekiyor.

Her şey bir kararname sonucu Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin kurulmasıyla başladı

1877-78 yıllarında gerçekleşen savaşta (93 Harbi) Osmanlı Devleti, Ruslar karşısında ağır bir mağlubiyet aldı ve düşman kuvvetleri Yeşilköy’e kadar geldi.

Osmanlı Hükümeti payitaht olan İstanbul’u terk ederek başkenti taşımayı dahi tartıştığı bir süreçte büyük devletler araya girdi ve Rusların İstanbul’u işgal etmesini engelledi.

Savaş sonrası yapılacak anlaşmanın şartlarının belirlenmesi için Berlin’de bir konferans toplandı. Bu konferansa yalnızca Osmanlı ve Rusya değil, Osmanlı’dan alacağı bulunan İtalya, Fransa ve İngiltere’den temsilciler katılarak Osmanlı’nın borçlarının da konferansın gündemine taşınmasını istedi. 

Konferansın sonunda Osmanlı’nın borçlarını ödeyebilmesi için mali reformlar yapılması ve ekonomi paketleri hazırlanması kararı alındı. Bu, alışılmış kapitülasyonların dışında Osmanlı ekonomisine dolayısıyla bağımsızlığına yapılan ilk müdahaleydi.

Anlaşma gereği 1880 yılında Sultan Abdülhamid Osmanlı’nın borç tahvillerini satın alan ülkelerin temsilcilerini İstanbul’a davet etti. Bu kapsamda İngiltere, Almanya, Macaristan, İtalya ve Fransa’dan seçilmiş temsilciler İstanbul’a geldi. Bu isimlerin içinde Robert Bourke ve Baron Mayr gibi önemli devlet adamları da bulunuyordu. 
 

Düyun-ı Umumiye.jpg
Düyun-ı Umumiye İdaresi​​​​​​​ / Fotoğraf: Wikipedia


Yapılan istişareler sonucunda “Muharrem Kararnamesi” yayınlanarak Düyun-ı Umumiye İdaresi kuruldu.

1881 yılında aktif olarak faaliyetlerine başlayan bu idarede yalnızca iki Türk görevli bulunacak, kalan tüm üyeler yabancı üyelerden oluşacaktı.

1881’de aktif olarak başlayacak bu süreç, Lozan Antlaşmasına kadar yaklaşık 40 yıl boyunca Osmanlı ekonomisinin yabancıların eline geçmesine sebep olmuştu.

Düyun-ı Umumiye İdaresi ile yarı sömürge haline gelmiş Osmanlı Devleti’nin neredeyse tüm ekonomisine el konulmuştu.

Demiryolları ve liman işletmeleri yabancı şirketlerin eline geçmiş, madenler hatta içme suyu kaynakları dahi yabancı şirketlerin yönetimine verilmişti.

Düyun-ı Umumiye İdaresi'nin getirdiği yeni vergiler iç piyasayı sarsarken Osmanlı’nın kendini ekonomik olarak toparlamasına izin vermemişti. 

Düyun-ı Umumiye İdaresi'nin neredeyse 100 sene önce kaldırılmasına rağmen halk üzerindeki tesiri, daha doğru bir ifade ile, travması devam etmektedir.

Mahiyetleri farklı olsa da Düyun-ı Umumiye İdaresi’ni hatırlatan IMF ve benzeri kuruluşların Türkiye’nin yararına dahi olsa bir öneride bulunması toplumsal hafızada bir tepkiye neden oluyor ve sert bir refleksle karşılaşılıyor.

Demokrat Parti ile IMF Türkiye’ye giriyor

Uluslararası Para Fonu (IMF) bazı benzerlikleri nedeni ile Düyun-ı Umumiye idaresini hatırlatır. Bunun başında yapılan kredi anlaşmalarından sonra ekonomilerin toparlanması için bir mali program hazırlanması gelir.

Fakat IMF yapısı, içtihadı ve kurallarıyla oldukça farklı bir yapıdır.
 

IMF Reuters.jpg
Fotoğraf: Reuters


Resmi olarak 1945 yılında 29 ülkeyle kurulan IMF’nin borç verdiği ilk ülke Fransa’dır. Bu para fonunun kuruluşundaki amaç İkinci Dünya Savaşı sonrası ülke ekonomilerini yeniden canlandırmaktı. 

IMF’nin kurulması beraberinde resmi kurun dolara endekslenmesine sebep oldu. Bu durum ABD’nin dünyadaki en büyük ekonomik güç olmasını sağladı; çünkü verilecek kredilerin finansmanında kontrolün ABD’ye geçmesi söz konusu oldu.

Bunun yanında IMF sistemine üye olan her ülke 1945 ve 1971 yılları arasında “köklü bir ekonomik dengesizlik haricinde IMF onayı olmadan kur oranlarını değiştirmeyeceklerine” dair teminat sunmuştur.

29 üye ile kurulan IMF’nin şu anda 188 resmi üyesi bulunmakta ve bunlardan biri de Türkiye’dir. Türkiye’nin IMF macerası ise Demokrat Parti Hükümeti ile başlamıştır.

1957 Krizi ve IMF ile ilk anlaşma

Demokrat Parti’nin liberal ekonomi hamleleriyle 1950-1955 yılları arasında ülkede büyük bir kalkınma hamlesi başlamıştı ve bunda büyük oranda da başarılı olmuştu; fakat işler bir yerde tıkandı.

1957 yılına gelindiğinde ülke ekonomisindeki büyüme yavaşladı ve Demokrat Parti ekonomik kriz gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldı.

Hükümet ve IMF masaya oturdu, varılan anlaşmaya göre 1957 yılında 359 milyon dolar tutarındaki ilk anlaşma imzalandı. Ekonominin canlanmaya başlaması üzerine Menderes Hükümeti hemen ertesi yıl bir anlaşma daha yaptı ve IMF’den 350 milyon dolar yeni kredi alındı. Bunun yanında 600 milyon doları bulan dış borç ertelenmişti. 

Hükümet ve IMF arasında “1958 İstikrar Tedbirleri” kapsamında ithalatta ciddi kolaylıklar sağlanırken, zamlar ve maliyetin artması ülke ekonomisini ciddi bir zafiyete uğrattı. Bunun sonucunda dış ticaret açığı yüzde 70 artmış ve ülke ekonomisi çökme noktasına gelmişti.

15 banka, piyasadan çekilerek ciddi bir döviz kıtlığına neden olmuştu. IMF ile ilk tecrübe beklenildiği gibi olmamış ve hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı. 

İlk Stand-by  Anlaşması ve 24 Ocak Kararları

Türkiye 1961 yılında IMF ile yaptığı ilk stand-by anlaşmasından sonra 1970 yılına kadar neredeyse her sene bir stand-by anlaşması yapmak zorunda kalmıştı. 1970 yılına kadar başarısız geçen ekonomik bir süreçten sonra IMF ile ilişkilere yaklaşık 8 yıllık bir ara verildi.

1977 yılının sonunda yeniden bir ekonomik krize doğru gidilmesi üzerine IMF ile tekrar masaya oturuldu. 1980 yılında IMF’nin desteğini almak için “24 Ocak Kararları” olarak bilinen ekonomik reform süreci başlatıldı.

Turgut Özal’ın siyaset sahnesinde yıldızının parlamasını sağlayan bu kararlarla Türkiye askeri darbeye rağmen hızlı bir yükselişe geçmişti ve IMF ile iyi bir ilişki geliştirilmişti.

1980-1984 yılları arasında üç stand-by anlaşması yapılsa da 1994’teki ekonomik krize kadar IMF ile tekrar masaya oturulmadı.

1994 yılında ülke ekonomisi tekrar bir krize girdi ve IMF ile yeniden masaya oturularak stand-by anlaşması yapıldı.

IMF ile en istikrarlı çalışan hükümet: AK Parti Hükümetleri

1999 yılına gelindiğinde ülke ekonomisinde işler kötü gitti ve IMF ile tekrar masaya oturuldu. Bunun sonucunda Türkiye ve IMF arasında yeni bir stand-by anlaşması yapıldı. Bu anlaşmaya göre bankacılık sisteminden, kamuda şeffaflığa varıncaya kadar reform kararları alındı.

AK Parti iktidara geldiğinde ise dönemin Devlet Bakanı ve Başmüzakereci olan Ali Babacan’ın liderliğinde IMF ile 2002-2005 yılları arasında yeni bir stand-by anlaşması yapıldı. Bu anlaşmanın sonunda ise yine Babacan’ın bakanlığında 2005-2008 yılları arasında IMF ve AK Parti hükümetleri arasında ikinci bir stand-by anlaşması yapıldı.

2008 yılına gelindiğinde ise IMF ile anlaşma sona erdi ve yeni bir anlaşma yapılmadı.

Recep Tayyip Erdoğan ve Ali Babacan arasında IMF konusunda fikir ayrılığı mı vardı? 

2008 yılında AK Parti’nin IMF ile bağını koparması ve dönemin Başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan tarafından meydanlarda güçlü bir şekilde kullanılması halkta karşılık buldu; ama 2009 yılında küresel boyuttaki ekonomik kriz işleri yeniden zora soktu.  

Başbakan olarak görev yapan Erdoğan IMF ile yeni bir anlaşmaya sıcak bakmıyordu; çünkü halkın bu kuruluşa karşı yaklaşımını iyi biliyordu. Bu yüzden IMF ile görüşme konusunda doğrudan bir görüşme hakkında açıklama yapmıyor, ama birçok konuşmasında IMF’e olan borcun sıfırlandığına atıf yapmaya devam ediyordu.

Öte yandan dönemin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, IMF konusunda daha yumuşak bir tavır içinde olduğunu belirten açıklamalar yapıyordu;

Yurt dışından uygun koşullarla sağlanabilecek kaynakların, Türkiye'nin büyümesine olumlu etkisi olacak. IMF'den kullanılabilecek kredileri, biz Merkez Bankası'na koyacağız.

Karşılığında alacağımız para (TL) ile iç piyasaya olan borcumuzu ödeyeceğiz. Ağırlıklı olarak operasyon bu olacak.

İç piyasadan borçlanma ihtiyacımız (kamu olarak) azalacak. Böylece, iç piyasada para olacak. IMF'den gelecek her 1 milyar dolar, iç piyasaya bırakılacak 1,5 milyar lira demek.

Bu tüketim ve yatırım için kullanılabilecek kaynak olacaktır. Büyümeyi etkileyecektir.


Bu açıklamalar; “Babacan ile Erdoğan arasında IMF konusunda bir fikir ayrılığı mı vardı?” sorusunu akıllara getiriyor.

Günün sonunda IMF ile yeni bir anlaşma yapılmadı. Siyasi konjonktür bugün IMF ile değil bir anlaşmayı, görüşmeyi dahi gayriahlaki görmektedir.

Oysa 2 tanesi Ak Parti iktidarları döneminde olmak üzere 19 stand-by anlaşması yapılan IMF ile yaklaşık 65 yıllık bir geçmiş söz konusu.

IMF konusunda kamuoyunda oluşan hassasiyetin benzeri geçtiğimiz yıl McKinsey isimli danışmanlık şirketi ile yapılan bir anlaşma sonrası çıkan tartışmalarda da meydana gelmişti. 

 

 

* Daha kapsamlı bir okuma için SETA’nın ”Türkiye - IMF İlişkilerinde Yeni Dönem” raporu ve Prof.Dr. Bedri Gürsoy’un “100 Yılında Düyunu Umumiye İdaresi Hakkında Bir Değerlendirme” makalesine bakılabilir

** Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU