Güney Afrika'dan Irak'a, kutsal davanın peşinde bir ömür: Muhammed Şükrü Efendi

Dr. Halim Gençoğlu Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Bugün dünyanın birçok yerinde yaşayan Ebubekir Efendi'nin torunlarından kendine özgü yaşam ve kişiliğiyle dikkat çeken bir şahsiyet Muhammed Şükrü Efendi, bize Cape Town'daki evinde 80 yıla yakın acı tatlı mazisini anlattı.

Dünyanın bir ucunda Osmanlı mirasını yaşatan bu insanları evlerinde ziyaret etmek dahi bizler için bir şanstır.

Şükrü Efendi yıllar önce büyük dedesinin izini aramak için Kuzey Irak'a gidip orada 16 yıl yaşayan kendine özgü bir şahsiyettir. 1
 

1.jpg
Muhammed Șükrü Efendi Cape Town'da mütevazı evinde kitaplarıyla poz verirken, Haziran 2023 2

 

Efendim merhabalar, Muhammed Şükrü Efendi'yi tanıyabilir miyiz?

Ben Muhammed Şükrü Efendi 1947 yılında Cape Town'da doğdum. Dedem Muhammed Alaaddin Efendi Profesör Ebubekir Efendi'nin çocuklarından biriydi ve beni kucağına alıp nazladığını hatırlarım.

Doğduğumdan bir yıl sonra bu ülkede Apartheid adında zalim bir rejim başladı. O ırkçı rejimin tüm merhalelerini gören ve hayatta olan birkaç aile ferdinden biriyim.


Peki sizin büyük dedeniz Ebubekir Efendi hakkında görüşleriniz nedir?

Dedem Şehrizor'da doğmuştu. Yüce Allah'a hamdolsun, katliamdan kurtulmayı başardı. İsyan çıkaran bir Kürt çeteden Türk bölgesine kaçarak Erzurum'a yerleştiler.

Bu olaylar olurken dünyanın ücra bir köşesinde başka bir olay yaşandı ve öyle bir yankı uyandırırdı ki, ailemin sonraki yüz elli yıllık tarihini etkiledi.

İngiltere'nin çok uzaklardaki Güney Afrika kolonisinde, Müslüman tebaası dini meseleler üzerinde tartışıyor ve kavga ediyorlardı.

Güney Afrika'da yaşayan bir İngiliz asilzadesi Bay De Roubaix, Cape Town Şehri'ni ziyareti sırasında Müslümanların dini çekişmelerine tanık oldu.

Gördüklerinden o kadar şaşırdı ki, Güney Afrika'ya dini bir otorite gönderilmesi için krallığa dilekçe verdi. Kraliçe Victoria bu talebi olumlu karşıladı.

Buna karşılık İngiliz Kraliyeti anlaşmazlıkları çözmek ve Müslüman tebaasını öğretmek için Güney Afrika'ya bir din öğretmeni gönderilmesi için dilekçe verdi.

Sonuç olarak büyük dedem bu kutsal göreve gönderilmiştir. Ebubekir Efendi, 1862 yılında Güney Afrika'nın Cape Town kıyılarına ayak bastı.

Dini yetkisi Cape Town'dan Mozambik'e kadar uzanıyordu. Güney Afrika'ya sadece din öğretmeni olarak gelmedi, aynı zamanda Türkiye'nin elçisiydi.

Böylece bin yıllık bir sürenin ardından ailem atalarının topraklarından buralara yerleşti. Ebubekir Efendi dededen kalan vakıf topraklarıyla ilgili tüm orijinal belgeleri Irak Kürdistanı'ndan Güney Afrika'ya kadar beraberinde getirdi.

Ölene kadar onun himayesinde kalmış, daha sonra büyük anneannem olan eşi Tahoora'nın himayesine geçmişti. Onu kilit altında tuttu.

En büyük oğlu Hishaam, otuz yılı kapsayan bir eğitim döneminden sonra Güney Afrika'ya döndüğünde herşeyi onun yetenekli ellerine teslim etti.

Müderris Hişam da belgeleri oğlu Naym'a verdi. Naym'ın vefatından sonra belgeler kardeşi Ferit'in eline geçti.

Allah'a hamdolsun teknoloji ilerledi, evrakların fotokopileri çekildi ve ailedeki her erkeğe bir kopya nüshaları verildi. Bu babamın döneminde oldu.

Bugüne kadar belgeler bizde ve onların çocuklarında vardı. Ailemiz, atalarının topraklarından mahrum bırakıldığından beri her zaman köklerine dönme özlemi vardı.

Geçmişte büyük büyükbabamın eylemlerinin dikkatli bir şekilde incelenmesi, Vakıf Topraklarının onun hayatında önemli bir rol oynadığını gösteriyor.

Büyükannem Ümmü Gülsüm'e göre, Ebubekir Efendi ilk karısından boşanmıştı çünkü o, oğulları Aghmad'ın çok küçük yaşlardan itibaren uzun bir eğitim ve öğretim için denizaşırı ülkelere gönderilmesine izin vermek istemiyordu.

İkinci karısıyla evlenmeden önce, ondan ilk doğan oğullarının çok küçük yaşlardan itibaren uzun bir eğitim ve yurtdışında eğitim için Güney Afrika'yı terk etmek zorunda kalacağına dair bir söz almıştı.

Bu ikinci eş, büyük büyükannem Tahoora'ydı. Ebubekir dedemin dileği yerine getirildi çünkü ilk doğan oğulları Hişam, henüz üç yaşındayken eğitim ve öğrenim için gözetmenler gönderildi.

Hişam, takriben 30 yıllık bir aradan sonra Güney Afrika'ya döndü. Bu sırada babası Ebubekir ölmüştü. Zaten 15 yıl önce vefat etmişti.

Ebubekir Efendi Afrika'ya gelip bir manada köklerinden kopmuş olmasına rağmen ileriyi planladı. Kapsamlı eğitim ve öğrenim için oğlunu denizaşırı ülkelere Mısır ve Türkiye'ye göndermişti.

Ebubekir ikinci karısıyla evlenmeden önce, eğer Allah onlara bir oğul verirse, onun kendisinden uzun bir süreliğine ayrılacağına razı olması gerekiyordu.

Bu, Güney Afrika'ya geldikten sonra yazdığı bir kitap olan Bayanudin'i okuduğumuzda açıkça görülür.

Daha sonra bu kitabın bir nüshasını Osmanlı Saltanatının müreffeh hazinesine arz ettim, bu;

Süleyman Hazretlerine karşı şevkiyle boyun eğen birinin hediyesidir. Hint Okyanusu'na bir damla sızan bir su birikintisi gibi, Allah'ım! İzzeti, zaferi ve apaçık fetihleri ona daim kıl, saltanatı sağlamlaştır, varlığını uzat ve devam ettir; düşmanlarını yok et ve intikamını almak için ona bir kılıç uzat. Amin.


Ebubekir Efendi, Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığını uzatmak için Allah'a yakarır. Allah'tan emir Süleyman adına intikam alacak birini göndermesini isteyerek bitirir.

Allah'ın yarattığı bu mukaddes müesseseye sahip olanların veya yok etmek isteyenlerin üzerine olsun, en iyisini Allah bilir.

Ebubekir Efendi bu sözleri yüz küsür sene önce yazmıştı. Bu uzun arada neler yaşanmıştı?

Osmanlı saltanatı artık yok, tamamen yıkılmıştı. Şu anda Müslüman dünyası artık ciddi bir askeri tehdit olarak görülmüyor.


Kapının girişinde duvara asılı bir Osmanlı fesi gördüm. Bana ondan bahseder misiniz?

Osmanlı fesi Güney Afrika'ya büyük dedem Ebubekir Efendi tarafından getirilmiş ve burada moda olmuştu.

Şöyle izah edeyim. Dedem Cape Town'a geldiğinde özellikle başörtüsü konusunda, Güney Afrika kadınlarına uygun İslami kıyafetlerle giydirdi.

Ebubekir Efendi kadınların başlarını örttü, ama şimdi yaşadığımız bu sözde modern çağda başlarını açtılar ve tüm Şeyhler, imamlar bir araya gelse bunu bir daha değiştiremezler.

Rahmetli amcam Ghosain Fawzy, mekanı cennet olsun, bunu sık sık diyenlerden biriydi. Son olarak, erkekleri Türk fesi ile tanıştırarak fesi getirmişti.

Daha önce toding giyerlerdi. Bu geniş kenarlı konik hasır şapka. Fesin benimsenmesi ani bir başarıydı ve yıllar boyunca tüm Güney Afrika'ya orman yangını gibi yayıldı.

Popülaritesi, kenarsız, kova veya çömlek benzeri şekline bağlanabilir. Bu faktör, onu halk için ideal bir başlık yapar, çünkü namaz kılan kişinin secde pozisyonunda çıplak alnını yere koymasını ve böylece namazın ayrılmaz bir şartını yerine getirmesini sağlar.

Tarihsel olarak fes, çok eskiden Yunanlıların başlığıydı. Fakat muzaffer Türkler ile yenilen Yunanlılar arasında çok yerinde bir şekilde gösterildiği gibi, galip tarafından elde edilebilecek en büyük şeref olacaktı.

Türkler fesi o kadar çok sevdiler ki, kıyafetlerinin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Müslüman dünyasının hükümdarları olarak, bu geleneği kardeşleri Müslümanlara aktarmaları doğaldı, onlar da aynı gayretle onu benimsediler.

Öyle ki, yüzyıllar boyunca bu, Müslümanların ezici çoğunluğunun geleneksel baş örtüsü haline geldi.

20'nci yüzyılın son şafağında dahi bir Türk için fessiz görünmek kutsal bir saygısızlık haline geldi.

Fakat Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında İngiltere ve yandaşlarının yardımıyla batı dünyası, kısa sürede Türk ve fesinin karikatürünü yaptılar.

Kemal Atatürk kısa sürede fes takmanın Türkleri ikinci sınıf bir statüye mahkum ettiğini anladı.

Bunu telafi etmek için, halkına fesin gerçek tarihini, yani bunun İslami bir elbise olmadığını öğretmek için bir eğitim kampanyası başlattı ve artık giymemeleri tavsiye edildi.

Türkler eğitim almayı kesinlikle reddetmişler ve inatla feslerine yapışmışlardı. Bu sebeple olacak ki Atatürk, fes takmayı yasaklayan daha sert yasalar ve cezalar getirmeye başvurdu.

Ancak Türkiye'de fes takan herkese karşı bir suç haline getiren yasa kanunlaştırılıp getirildiğinde, bu gelenek nihayet Türk halkından kökünden söküldü.

Şunu söylemekle yetinelim, bu devirde Türkiye'de fes takan herkes yabancı, eksantrik olarak algılanırdı. Güney Afrika'da ise fes, çevresinde gelişen kültürel geleneğin de kanıtladığı gibi kısa sürede kendi haline geldi.

Popüler ve geleneksel kırmızı ve siyah renklerde üretilmiştir. Kırmızı, sıradan Müslümanların giydiği renkti, ancak kutsal şehir Mekke'ye gittikten veya hac ziyaretini tamamladıktan sonra, feslerine Hacı statüsünü belirten siyah bir mücadele yapıştırıldı. Huffazlar siyah fesler giyerlerdi.


Kuzey Irak'a dedenizden kalan aile vakfına dair mülklerden ötürü mü gittiniz? 

Evet. Ve 16 sene kaldım. Orada da evlendim. Daha fazla kalacaktım. Çok hayal kırıklıkları yaşadım. Yine de iki kitap yazdım.

Annemin Cape Town'da hastalandığını duydum. Ona son zamanlarında hizmet etmek istedim. O vesileyle Cape Town'na döndüm.

Annemi geçen yıl toprağa verdim. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Yaşım ve ekonomik dururum sebebiyle tekrar dönemedim.

Türk vatandaşlığı alırsam Türkiye'ye gitme hayalim var. O zaman Irak'taki ailemi de görürüm inşallah. 


Ailenizde sizin kuşaktan yakınlarınızla Apartheid rejimine dair unutamadığınız anılarınız var mı?

Olmaz mı? Ailece çok acı travmalar yaşadık. Hişam Nimetullah ve Muhammed Allahuddin, babamın erkek kardeşinin birlikte büyüdüğüm çocuklarından yaşıma en yakın kuzenlerdi.

Hişam benden üç yaş büyük, uzun boylu, çok açık tenli, gök mavisi gözleri ve açık renk saçlarıyla İskandinav ülkelerini andıran tipiyle çok yakışıklı bir gençti.

Moghamad Allähudin benden iki yaş büyüktü. Ben onlara nazaran esmer tenliydim. Yakışıklılıktan bahsedersek bu iki kuzenim pek çok güzel kızın kalbini hoplatmış olmalıdır.

Lütfen beni yanlış anlamayın, bakılacak bir şey olmadığımı söylemiyorum ama ikisinin olduğu yerde benim esamem okunmazdı.

Genç bir adamken Hişam'la yürüyüşe çıkmayı severdim. Karşı cins onu ne zaman görse, yanında babası, ağabeyi, erkek arkadaşı ya da her neyse, onun ilgisini çekmek için her türlü hareketi yaparlardı.

Hişam ve Allahudin'e kıyasla ailem beni neredeyse hiç fark etmemişti. Sonradan düşünüyorum da bunlar ırkçı Apartheid rejiiminin üzerimizdeki travmatik sonuçlarıydı.

Düşünün Hişam ve Allahudin mavi gözlü çocuklardı ve Amcalarım, babaları ve benimkiler de dahil, hep bunları tartışırlardı.

Onlar Hişam hakkında, "Hişam ailenin lideri olacak, Hişam, adaletli olduğu için aileyi temsil edebilmesi için ilim öğrenmelidir. Hişam Türkiye'nin Güney Afrika Büyükelçisi olmalıdır. Hişam çok dürüstür. Hişam'ın güzel mavi gözleri var. Hişam'ın güzel açık renkli saçları var" vs. derlerdi.

Moghamad Allahudin hakkında ise şunları söylediler:

Allahuddin çok yakışıklı, en az babamız (dedem) kadar yakışıklı. Allahuddin çok zekidir. Allahudin'in iyi bir tabiatı var. Allahuddin, tıpkı annelerine (anneanneme) benzeyen kız kardeşim Tahira ile evlenmeli.


Bazen Hişam ile Allahüddin arasında mukayeseler yapardılar ve tabiri caizse çubuğun kısa ucunu hep Hişam alırdı.

Ülkede gazeteyi açıyorsunuz renk ayrımı yapan bir hükümet ve evde aynı mevzular… Şimdi soruyorum size böyle bir ortamda sağlıklı nesillerin yetişmesi mümkün müdür? 


Anlıyorum tabi. Haklısınız. Ailenizin kökenleri hakkında ne zaman merak duymaya başladınız? Cape Town'ı bırakıp Kuzey Irak'ta yaşamak isteminizin gayesi neydi?

Merak küçük yaşlarda başladı fakat araştırmalarım, bir Türk gemisinin Cape Town limanına gelmesiyle başladı.

Fouz Amcam günlük gazetenin bir bölümüne şöyle bir göz atmış ve Türk savaş gemisinin Tablebay'e yanaştığını okumuştu.

Bu sırada dedem Allahuddin çoktan vefat etmişti. Allah'ın selamı ve bereketi onun üzerine olsun. Amin.

Fouz Amca çok heyecanlandı, hemen bütün kardeşleriyle temasa geçti ve durumu onlara anlattı. Hepsi bir arada bu gemiyi ziyaret etmeye karar verdiler.

Fouz Amca ayrılmadan önce dedesi Ebubekir Efendi'nin pasaportunu cebine koydu. Gemiye bindikten sonra babam ve erkek kardeşleri geminin yemekhanelerinden birine götürüldü.

Cape'in önde gelen Müslümanlarından bazılarının gösterişli bir yemekle cömertçe ağırlandığını görünce şaşırdılar.

Bu Müslümanlar, gemi kaptanının misafiriydiler. Bu Müslümanlar, babamı ve arkadaşlarını görünce ev sahiplerine dönerek, Efendilerin Güney Afrika halkına Türk olduklarını söylediler.

O zaman Türkler birbirlerine baktılar ve birbirlerine sorular sordular. Kimi Efendi mensuplarının Türklere benzediğini, kimisinin de benzemediğini söylediler.

Bazıları, Efendi soyundan olduklarını iddia ettikleri insanların dilinde konuşamadıkları Güney Afrikalıları daha fazla eğlendirmek için bizle Türkçe konuştular.

Sonra akıcı İngilizce bilen Yüzbaşı Muavin Efendi'ye seslendi; "Sen Türk olduğunu iddia ediyorsun. Kanıtlayabilir misin?" dedi.

Sonra Fouz Amca, ceketinin iç cebinden dedesinin pasaportunu çıkarıp yardımcı yüzbaşıya gösterdi.

Pasaport yaklaşık bir ayak genişliğinde ve 18 inç uzunluğunda, rulo gibi kıvrılmıştı. Kaptan yardımcısı onu açtı.

Pasaportu görünce gözleri ve büyüdü. Tek kelime etmeden arkasını döndü ve açılmış pasaportu Türk savaş gemisinin kaptanına gösterdi.

Kaptan ve Cape Müslümanları dahil o tarafa bakan herkes, Kaptan yardımcısının elleri arasında tuttuğu belgeyi açıkça görebiliyordu.

Sonrası çok hızlı oldu. Kaptan ile Kaptan Yardımcısı arasında Türkçe hızlı bir tartışma oldu. Sonra Yüzbaşı subaylara emirler yağdırdı ve bir telaş oldu.

Çok geçmeden askerler, denizciler ya da bir savaş gemisinin mürettebatı ne derseniz deyin, Subaylarının ve Kaptanlarının yanında sıraya dizildiler.

Hepsi, her biri efendilere selam verdiler. Cape Müslümanlarının şaşırdığını söylemek, en hafif tabirle söylemek gerekirse hayretler içinde kaldılar.

Bizler ise daha da çok şaşırdık. Kaptan Yardımcısı döndü. Gemiyi ziyarete gelen yerli insanların hepsi gittikten sonra babam ve erkek kardeşleri Türkler tarafından asil bir şekilde ağırlandılar.

Gece geç saatlere kadar sohbet ettiler. Yüzbaşı yardımcısı tercümanlık yaptı ve sonunda efendiye hitaben, "Eğer böyle bir belgeniz varsa, mutlaka başka belgeler de vardır?"

Babam ve erkek kardeşleri doğruladılar ve kuzenleri Farid'in elinde daha fazla belge olduğunu söylediler. Bu Kaptan'ı sonsuz heyecanlandırdı. Bize işini anlatmaya başladı.

Onlara, tehlike anında bir kaptanın gemisini terk eden son kişi olduğunu söyledi. Kaptanlığının son yirmi beş yılında gemisini hiç terk etmemek onun alışkanlığıydı.

Hangi limanı veya hangi ülkeyi ziyaret ettikleri önemli değil. Şimdi! Yirmi beş yıl sonra bu huyundan vazgeçer, efendilerin yani bizlerin yanında karaya çıktı.

Sabahın erken saatlerinde Türk savaş gemisinin kaptanı Efendi kardeşlere eşlik ederek, kuzen Ferid'in evine gittiler.

O sırada kuzen Ferid, Cape Town'da çalışıyordu. Yüzbaşı, Efendilere çok hürmet gösterdi. Hiçbir zaman önlerinde ve yanlarında yürümedi, hep arkalarından yürüdü.

En sonunda kapıyı açtığında kuzen Ferid'in gözleri şişmişti. Kuzenlerini ve Kaptan'ı kollarını açarak karşıladı ve kendilerini evlerinde hissettirdi.

Bütün incelikler ve formaliteler halledildikten sonra Efendi, kuzenleri Ferid'e Yüzbaşı'nın belgelere bir göz atmak istediğini söyledi. Kuzen Farid çok nazikti.

Tüm belgelerin bulunduğu sandığı Kaptan'ın önüne koydu ve ona devam etmesini söyledi. Kaptan çok heyecanlandı ve belgeleri gözden geçirdi.

İlgilenmediği belgeleri sandığın içine geri koydu ve "Bu belgeler senin kim olduğunu söylüyor" dedi.

Kaptan belgeleri gözden geçirmeyi bitirdiğinde önünde bir bohça vardı. En önemli belgeyi aldı, elinde tuttu. Okumadan önce sırayla efendilerin her birine baktı ve onlara tek tek hitap etti.

Belgeyi okumak için her birinden izin istedi. Herkesten izin aldıktan sonra, sahibinin izni olmadan bu belgelere bakan ve okuyan herkesin kıyamet gününde Yüce Allah'a karşı sorumlu olacağını söyledi.

Sonunda Yüzbaşı, kuzen Ferid'e döndü ve ona kendisinin, babamın ve erkek kardeşlerinin tek bir aile olduğunu söyledi.

Hepsinin belgeler üzerinde hakkı olduğunu söyledi ve dostane bir çözüm önerdi, hepsinin gemiye gelip belgelerin fotoğraf kopyalarını yapın ve her birine bir set verdi.

Orijinalleri saklamak için Farid yürekten kabul etti. Fazla uzatmadan Kaptan'ın planı uygulamaya kondu. Vakıf belgeleri nihayet Efendi ailesinin eline bu şekilde ulaştı.

Gerçekten Yüce Allah gizemli ve harika yollarla insanoğlunu şaşırtır. Bundan kısa bir süre sonra geminin demirleme zamanı gelmişti.

Kaptan, aileye Türkiye'ye serbest geçiş teklif etmişti. Türkiye'ye geldiklerinde bakımlarından o sorumlu olacaktı.

Gerekirse, ailenin ortaya çıkıp kim olduklarını açıklamasının uygun olacağı bir zamana kadar onları saklayacaktı.

Ailesi için yapacağı tüm bu işler için ne para ne de başka bir karşılık istemiyordu. Cenâb-ı Hak onu Cennetinde yüce bir makamla mükâfatlandırsın. Amin.

Bu tarihten sonra Türkiye ile olan bağlarımız yeniden yeşerdi.
 

2.jpg
Muhammed Șükrü Efendi kızlarıyla, 1990'lar, Cape Town

 

Londra'da yaşayan Birinci Dünya Savaşı Gazisi amcalarınızla görüşür müydünüz?

Evet, kuzen İmam Naym'ın [Naim] ölümünden birkaç yıl sonra Fuad Atta'alla Güney Afrika'ya geldi.

Ebubekir Efendi'nin en büyük oğlu Aghmad Atta'alla Efendi'nin büyük oğluydu. Fuad Türkiye'de büyümüş, bir İngiliz kadınla evlenmiş ve bir süre İngiltere'de kalmıştı.

Hayatının ikinci yarısında Güney Afrika'ya yerleşti. O Güney Afrika'ya geldiğinde ben daha dört yaşındaydım. Allah'a hamd ve şükür olsun.

Ona eşlik eden arkasındaki kalabalığı ve gürültüyü hâlâ hatırlayabiliyorum. Fuad her zaman aileyi birleştirmek için geldiğini söylerdi.

Sadece söylemekle kalmadı, sözlerini eyleme döktü. İşine zevkle başladı. Ailenin her ferdini ziyarete gitti.

Bu, ilgili aileleri de dahil olmak üzere tüm şehirlerdeki erkekler ve kadınlar anlamına gelir. Fuad Atta'alla, eski Müslüman Hayırseverler Okulu'nu kiraladıktan sonra, bir araya gelip birbirlerini tanımak için bütün aileyi oraya kendisine katılmaya davet etti.

Ailenin tamamı olmasa da çoğu oradaydı. Dostane tartışmalar yaşandı ve fotoğraflar çekildi. Ben de bu fotoğraflardan birinde görünüyorum.

Bu, 50 yılı aşkın bir süre önce gerçekleşti. Bu fotoğraflar bugün hala ailenin çeşitli kollarının üyeleri arasında dolaşmaktadır.


Özellikle bu kuşağı tanımış biri olarak ailenizde Arap, Türk, Kürt gibi etnik tanımlamalar oldu mu?

Şunu açıkça söyleyebilirim ki çocukluk yıllarımda evde konuşulan tek şey Türk olduğumuzdu. Ve ailede herkesin evinde Atatürk'ün fotoğrafı vardı.

Seyyid olduğumuzu biliyorduk lakin Kürt ve Arap gibi ifadeler konuşulmazdı. Benim gözlemlerime göre siyasete bulaşan Kürtler her zaman bağımsızlıkları için ajitasyon yapıyorlar.

Sanki parçaları tek bir bağımsız ülke oluşturmak için birleştirmek istiyorlar. Kürt nüfusun yaşadığı ülkelerin hükümetleri bu fikre sıcak bakmıyor.

Kürt bölgelerinde güçlü bir askeri varlık sürdürüyorlar ve Kürtler arasında bu fikri savunan her türlü hareketi acımasızca bastırıyorlar.

Kuzey Irak'ta Kürdistan'a gidip gelen herkes doğal olarak yakından inceleniyor ve şüpheyle bakılıyor.. Ailemizin zaten bu tartışmalarla uğraşacak parası pulu yoktu. Geçim derdine düştük.

O zamanlar sadece beş yıl olmasına rağmen, Fouz Amca'nın annesine yazdığı uzun mektupları hatırlıyorum, büyükannem para istedi.

Çocuklarının diğer üyeleri varken o mektupları büyükanneme okurdu. Fouz Amca'nın mektupları ninemi gerçekten sarstı.

1950'lerde dededen kalan malları soruşturmaya giden Fouz amcamın yiyecek alacak kadar paraları olmadığını ve hesabı ödeyecek paraları olmadığı için otelden çıkamadıklarını yazdı. Anneannem bunu dinledikten sonra günlerce ağlamıştı.
 

3.jpg
Muhammed Șükrü Efendi birçok şeyi öğrendiği büyükannesi Gülsüm Hanım ve akrabalarıyla, 1950'ler

 

Allah'a oğlunu tek parça halinde eve getirmesi için dua eder ve yalvarırdı. Büyükannemin tüm çocukları, erkek kardeşlerininkileri kendilerini düştükleri çıkmazdan kurtarmak için alelacele para toplamaya başladılar.

Aslan payını babamın ablaları özellikle Selma Teyzem ve Emine verdiler. İyi biten her şey gibi, amcalarım gittikten altı ay sonra Güney Afrika'ya döndüler.

Neşeli bir aile buluşmasıydı o gün bizim için. Faiek amcam annesini selamladığında ilk sözleri "Anne, çok zorluk çektik" (Mama ons het baie swaar gekry) oldu.

Anneannemin beline sarılıp öpücüklere boğarken aynı anda bizim ağlamamızı da bastırdı, hiçbir şey anneannemin gözyaşlarını tutamadı.

Tufan gibi geldi, Allah onun dualarına kabul etti ve oğullarını sağ salim Güney Afrika'ya getirdi. Biz! Yani babam, annem ve biz çocuklar babaannemizde kaldık.

Bu nedenle, tüm bu olaya tanık olacak kadar şanslıydım. Tüm bunları gören annemiz dahil ablam ve ben de etkilendik. Hepimiz ağlayarak dışarı çıktık.

Onlar herkesi hayal kırıklığına uğratarak bir sürü hikayeyle geri döndüler ama çabaları için gösterecek somut bir şey yoktu.

Şimdi 50 yıl sonra, onların bu girişiminin öylece silinemeyeceği sonucuna vardım. Aksine, aile üzerinde o kadar belirgin bir etkisi oldu ki, dalgaları bugün hala hissediliyor.

Irak'ta ve özellikle Kürt bölgelerinde seyahat ederken ailem güvenlik nedeniyle kimliğini gizlemeyi tercih etmişti.

Bununla birlikte, Allah'ın lütfuyla, yoksa İlahi Plan mı demeliyim, onların gerçekte kim olduklarını ortaya çıkarmanın güvenli olduğu bir iki durum oldu.

Bu fırsatı iki eliyle yakaladılar. Kürtlerin kendilerini de kendilerinden biri olarak kabul ettiğini öğrenince çok sevindiler. Sadece bu da değil, aynı zamanda aileyi de yasal ve doğuştan liderleri olarak kabul ettiler.

Bu, Efendi ailesinin hayatında yeni bir çağın şafağıydı. Tünelin sonunda ışığı gördüler. Zira bir gün ata topraklarına dönmenin yüreklerinde yanan umut ateşini canlı tuttu.

Bunu başarmak için kararların alınması ve planlarını harekete geçirmek için adımlar atılması gerekiyordu. Mevcut durumda, Vakıf toprakları Irak'ın bir bölümünü oluşturuyordu ve Irak hükümetinin yetki alanına girdi.

Buna rağmen aile bir bütün olarak Türkiye'yi hareket tahtası olarak kullanarak hakları için mücadele etmeye karar verdi.

Sebepler ise: Büyük dedem zamanında Vakıf toprakları Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Ebubekir'i Güney Afrika'ya gönderen Osmanlı Hükümeti idi.

Ebubekir Efendi ve çocukları Osmanlı olarak kabul ediliyordu. Ebubekir'in oğlu Hişam, din eğitimi alırken padişahın sarayında büyümüştür.

Ebubekir'in diğer oğlu Ahmed, Türkiye'nin Singapur Başkonsolosu oldu. Ailelerin Osmanlı Devleti ile yakın bağlarını belirtmek için dedem ve erkek kardeşleri şeref madalyaları aldılar.


Yüzlerce yıl boyunca Müslüman Dünyasının büyük bölümünün kaderine yön veren ve bir zamanlar güçlü olan Osmanlı İmparatorluğu artık yoktu. Onun yerinde Türkiye Cumhuriyeti duruyordu.

Türkiye, imparatorluğa kıyasla bir ulus devletiydi. Yine de ailem yanlışlarını gidermek için Türkiye'ye baktı. Bu özellikle amcam Fouz'un durumunda böyleydi, ne yazık ki bu yardım asla gerçekleşmedi.

Ebubekir soyunun Vakıf topraklarını ele geçirmeye yönelik üçüncü girişimi, birleşik bir aile çabası değildi.

Bu ailenin Baker Efendi soyadı kullanan kolu tarafından yapılmıştır. Bu, babaları Ömer Celaleddin'in ölümünden sonra gerçekleşti. O Baker Efendi soy isminden gelenlerin reisi idi.

Bu, amcalarım Irak'tan döndükten kısa bir süre sonra gerçekleşti. Güney Afrika'dan ayrılan Baker Efendi ailesinin üyeleri Ömer Celaleddin'in üç kızıydı.

Bunlar Adele, Fahime ve Tahira'ydı. Onlara ağabeyleri Hüseyin Nuri'nin tek kızı Zaynul ve Adele'nin önceki evliliğinden olan dört yaşındaki oğlu Shuckree eşlik etti.

Apartheid döneminde Güney Afrika'dan ayrılan Baker Efendi ailesinin üyeleri Ömer Celaleddin'in üç kızıydı. Bunlar Adele, Fahime ve Tahira'ydı. Onlara ağabeyleri Hüseyin Nuri'nin tek kızı Zaynul ve Adele'nin önceki evliliğinden olan dört yaşındaki oğlu Shuckree eşlik etti.

Bu kez tur Irak'a değil Türkiye'ye yapılacaktı. Aslında göç edeceklerdi. Bu kadınları inançları yönlendirdi. Güney Afrika kıyılarını terk etmeden önce kilit, stok ve varil sattılar.

İstanbul'a yerleşmeye gittiler. Kısa vadeli hedefi Türkiye'ye yerleşmekti. İnsanlara asimile olmak, böylece ailenin diğer üyelerinin onu takip etmesinin yolunu açmaktı.

Burada gaye yani uzun vadeli hedef tam teşekküllü vatandaşlar olmaktı. Aile bunu bir kez başardığında, gerçek hedeflerine gidecek bir konumda olacaklardır.

Vakıf topraklarının ve onunla birlikte gelen her şeyin satın alınması zamana yayılan bir projeydi. Aile, bunu yapma fırsatı olmazsa, Türkiye'de kalarak hükümetin bir gün onları tanıyacağını umuyordu.1950-60'lı yıllardan bahsediyorum.

Bu davayı taçlandırmak için, bu iki hanımın ikisi de evde kalmış ve seksen yaşın üzerindeydi. Sevgili okur için bu bir düşünme sebebidir.

Dört güzel ve çekici genç Müslüman kadının doğdukları ülkede başka bir ülkeye gidip yerleşmek için nasıl bir risk aldığını hayal edin.

Hakkında hiçbir şey bilmedikleri ve halkının anlamadığı bir dil konuştuğu bir ülke. Almak zorunda oldukları tüm kararları düşünün.

Ona eşlik eden tüm travma. Kaçmak zorunda kaldıkları fırsatlar. Aileden, arkadaşlardan ve diğer sevilenlerden ayrılmak.

Peki ya evlat edindikleri ülkelerde karşılaştıkları ve üstesinden gelmek zorunda kaldıkları sorunlar?

Dil sorunundan bahsetmiştim. Yeni bir dil öğrenmek için mücadele etmekten daha fazlasıdır.

Yaşadığınız ülkenin dilini bilmiyorsanız, taksiciler, esnaflar gibi vicdansızlar için yumuşak bir hedefsiniz. Hele bir kadınsanız.

Peki ya yüzleşmeleri ve üstesinden gelmeleri gereken sosyal sorunlar?

Müslüman bir ülkede kendi başlarına yaşayan yabancı kadınlardı. Bugünün dünyasında bu düşünülemezdi.

Öte yandan çevrelerindeki insanların ön yargılarını aşmaları gerekiyordu. Yaşadıkları toplumda eşit olarak kabul edilmek için mücadele etmek zorunda kaldılar.

Allah'ın izniyle öylece işlerin üstesinden geldiler ve hayatta kaldılar. Ama yara almadan çıkmadılar. Adele Teyze ve Zaynul'un evlendiğini ve aileleri olduğunu söylemekten memnuniyet duyuyorum.

Bugün onların torunları, ana akımın bir parçasını oluşturuyor. Tahira Teyze ve Fahima Teyze yaşlılıklarında evde kalmışken ölmüşlerdi.

Kuşkusuz, bu Efendi kadınları, daha geniş bir ailenin mirasları ve tanınmaları için verdikleri mücadelede en başta gelenlerdi.

Bunu muazzam bir maliyet, fedakarlık ve zorluk pahasına yaptıklarını söylemeye gerek yok. Babamın iki kuzeni Tahira ve Fahima her şeylerini vermişlerdi.

Kim bilir Güney Afrika'da kalsalardı evlenir ve normal bir hayat sürerlerdi. Açıkçası bu kadınların hepsi, asil girişimleri için övülmelidir. Herhangi bir fayda elde etmemiş olmaları, bunu iki katına çıkarmalıdır.

Geriye dönüp baktığımda, emeklerinin boşa gitmediğini söylemekten hiç çekinmiyorum. Bunun bir sonucu olarak bugün Ebubekir'in soyundan gelenlerin bir kısmı Türkiye'de yaşıyor.

Uzun vadede bundan ne çıkması gerektiğini söyleyemem. Her şeyden önce neyin en iyi olduğunu belirlemek yalnızca Allah'a aittir.


Bu kıymetli bilgiler için teşekkür ederim. 

Ben asıl çok memnun oldum. Sayende Türkiye'de insanlar buradaki Osmanlıların serüvenini öğrendi. Minnettarız. Türkiye'ye selamlar…

 

 

Notlar:

1.  Artık T.C kurumlarının Afrika’da hizmetleriyle anılan kahraman şahsiyetleri sahada anmaya başlaması özellikle diplomatik açıdan devletimiz için büyük bir kazanç olacaktır. Elbette bunların kıymetini anlayacak liyakat sahibi kadrolarla mezkur kültür mirası muhafaza edilebilir. Bu hususta Ankara’da açılan Afrika Evi’nin de tarihimizden ilham alan bilgiye dayalı faaliyetlerle hareket etmesi ümit edilir.  Seviyesiz büyükelçi, https://www.yenisafak.com/dunya/seviyesiz-buyukelci-3588370, 09. 20. 2023 tarihinde erişildi. 

2.  Daha önce bir yazımızda Afrika’da görev yapan bazı diplomatların zannettiği gibi Afrika’daki Osmanlı mirasının vikipedide yazılanlardan ibaret olmadığını söylemiştik. Bunu söylememizin sebebi dışişleri yetkililerinin Afrika’daki Osmanlı kültür mirasına olan ilgisizliğinden ileri gelmektedir. Basit bir örnek vermek gerekirse ömrünü Afrika insanına hizmet etmeye adayan 1880 yılının 29 Haziran günü Cape Town’da vefat eden Ebubekir Efendi için bu zamana kadar Güney Afrika’daki büyükelçiliğimiz ve altında çalışan kurumların bir anma programı dahi yapmamış olmasıdır. Gençoğlu Halim. (2022). Güney afrika'da osmanlı i̇zleri. Kronik.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU