“Faşist!”

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Bir politik hakaret kalıbı olarak “faşist” sözcüğünün günlük kullanımı Türkiye’de gitgide yaygınlaşıyor. Geçmişte çoğunlukla sol muhitte konumlananlar ile sağ demokratların ağzından duymaya alıştığımız mevzubahis sözcüğü, artık her eğilimden insan diline pelesenk etmiş durumda. Hedef tahtasında birinci numara pozisyonundaki milliyetçiler dahi, girdikleri bazı tartışmalarda karşı tarafı eleştirmek amacıyla “faşist!” hücumlarına başvurur duruma geldiler.

Sağ popülizmin, ırkçılığın ve otoriter nitelikli rejimlerin dünya ölçeğinde yükselişe geçtiği bu dönemde, faşizmle ilintili münazaraların da yeniden su yüzüne çıktığını müşahede ediyoruz. Dolayısıyla “faşist” sözcüğünün Türkiye’de de 'yoğun bir tarzda tedavüle sokulmasını anlayışla karşılamak gerekir' diye düşünülebilir. Oysa söz konusu etiketin dünyada ama bilhassa da Türkiye’de olur olmadık yer, zaman ve bağlamlardaki kitlesel kullanımı öylesine artmıştır ki, kavramın aslî anlamı deforme edilmek suretiyle bir nevî vakumlanmıştır.

1945 yılını müteakip özellikle Batı’da oluşan liberal demokratik statüko, hem sağ hem de sol kolları vasıtasıyla “faşist” sözcüğünü lekeli ve aşağılayıcı bir yaftaya dönüştürmüştür. Soğuk Savaş konjonktüründe varlık belirten sosyalist devletler ise her türden iç ve dış düşmanlarına “faşist” ismini vererek onları kötülemenin ve gayrımeşru ilân etmenin altın anahtarını bulmuş, bu yöntemi sonuna kadar sahiplenmiştir. Soldaki faşizm suçlamaları öylesine yüksek perdeden ve istikrarlı bir şekilde dillendirilmiştir ki (nitekim bu gelenek hâlâ sürmektedir), genel anlamda solcular faşizmi ve faşistliği kendi içlerindeki aykırı seslere karşı dahi tahammülsüzlük anlarında müracaat etmekten çekinmedikleri bir formül kıvamına getirmişlerdir (Bkz: “sosyal-faşist”). Klasik sağ demokratların cephesinden ise bu kavramlar onların ne olduğunu çok bilmeden ve umursamadan hoşlarına gitmeyen olaylar ve/veya davranışlar karşısında (illa siyasî bir temelde olmasına da gerek yoktur) serbestçe benimsedikleri bir eleştiri/reddiye metodu olagelmiştir.

Bugün “faşist” yaftasının gördüğü işlevler nelerdir? 

Yıllardır yaptığım Avrupa milliyetçiliği araştırmalarından anlayabildiğim kadarıyla, bugün itibariyle “faşist” yaftasının gördüğü iki toplumsal/siyasî işlev bulunmaktadır.  

Birincisi, faşizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı’da kökleşen politik doğruculuğun bir savunma kalkanı olarak düşünülmesidir. Mihver güçlerinin kapitülasyonlarının ardından inşa edilen liberal demokratik statüko, tatbik edildiği her ülkede bir “izinli düşünce dairesi” meydana getirmiştir. Başka bir deyişle, statüko bir yandan düşünce ve ifade özgürlüklerini teşvik ederken, diğer yandan da aynı özgürlükleri görünmez kalın çizgilerle sınırlandırmıştır. Buradaki sınırlar şiddetle ilgili değildir. Söz konusu kısıtlamalar, birinci planda ve esasen milliyetçiliğe karşı konulmuştur. Milliyetçi düşünce ile milliyetçi pratiğin belini bir daha doğrultamaması, dirilmemesi, yayılmaması, kitle iletişim araçlarında kendine yer bulamaması vs. için “faşist” sözcüğü bir korkuluk misâli Batı siyaset sahnesinin tam orta yerine dikilmiştir. Günümüzde Batı’da ama özellikle de Avrupa’da vatansever his ve duyguları “gereğinden fazla” (yani izinli düşünce dairesinin sınırlarında yahut ötesinde) siyasileştirenler, tarih muhakemesi (revizyonizmi) yapmaya cüret edenler, kendi kültürünün zenginliğini olduğu gibi muhafaza etmek isteyenler, eşcinselliği tasvip etmediğini açıklayanlar ve/veya dinî inancını kamusal alana taşımakta bir beis görmeyenler “faşist” yaftasına muhatap kalıyorlar.

İkincisi ise kişinin baskı, sansür, sindirme, tehdit, kısıtlama, zorbalık, ırkçılık, adaletsizlik, şiddet ve/veya yasaklarla karşılaştığında, derhal bunları kendisine dayatan kişi, grup yahut kurumu “faşist” olmakla suçlamasıyla bağlantılıdır. Gerçekten de bu artık alışıldık ve sabit bir davranış modeli şeklini almıştır. Dahası, bu anlamda içgüdüsel bir refleksten bile bahsedilebilir. Somut planda ele alındığında, yukarıda serdedilen genel tanıma göre eşinin iş arkadaşlarıyla çay/kahve içmesini istemeyen bir eş, çığlık çığlığa ağlayan çocuğuna istediği oyuncağı almayı reddeden bir ebeveyn, işçisine maaşını vaktinde ödemeyen bir işveren ve terörist gruplarla mücadele eden bir ordu eşit bir temelde aynı ifadeyle yani faşistlikle özdeşleştirilebilecektir. Oysa bahse konu olan eşin kıskanç, ebeveynin tutumlu yahut disiplinli, işverenin cimri yahut ahlâksız, ordunun görevli (kendi varlık sebebinin gereğini ifa etmesi) olduğu ve hiçbirinin doğru bir temelde “faşist” olarak vasıflandırılamayacağı fevkalade açıktır.

Türkiye özelinde faşist yaftası çoğunlukla ikinci işlev üzerinden kabul edilmekle birlikte, son dönemlerde alevlenen muhtelif tartışmalarda birinci işlevin açımlamasında işaret ettiğim noktalara da artan bir teveccüh olduğu rahatlıkla tespit edilebilecektir. 

Nasıl mı? Güncel vakıalarla nakledeyim.

Hepimiz faşist miyiz?

MHP eski Iğdır Milletvekili Sinan Oğan ve İYİ Parti İstanbul Milletvekili Ümit Özdağ genç erkek Suriyeli sığınmacıların öz vatanlarına geri gönderilmeleri gerektiğini söylediklerinde faşist ilân edildiler ve ırkçılık ithamına maruz bırakıldılar. Ardından bazı kesimler Sinan Oğan’a yapılan hücumların temelinde Türk karşıtlığı olduğunu iddia ederek bu defa Oğan’a “ırkçı faşist” diyenlere “anti-Türk faşizmi” yakıştırmasını münasip gördüler.

Peki, başka?

II. Abdülhamid Han, İsmet İnönü ve Adnan Menderes gibi tarihî şahsiyetler hakkında ve etrafında polemikler başlatılıyor. Bir taraf II. Abdülhamid Han’ın politikalarını “dinci faşizm” şeklinde takdim buyururken, diğer taraf “İttihatçı faşizm” kavramı üzerinden süngüye davranıyor. Bir cephe İsmet İnönü’yü camileri ahıra çeviren bir “laik faşist” olarak anarken, diğer bir cephe ise İnönü’de “gerici faşizm”e karşı set çeken bir aslan görüyor. Keza Adnan Menderes isminin kutuplaştırıcı etkisi de yine “faşizm” kavramıyla billurlaşıyor. Bir kesim Menderes’i çok sade bir biçimde “otokratik faşist” olarak nitelerken, diğer bir kesim ise esas faşistlerin 27 Mayıs darbecileri içinde yer aldıklarını söylüyorlar. 

Bu tabloyu Türkiye siyasetinin her figürü ve her dönemi için uyarlayabiliriz. Örneğin bugün AK Parti iktidarını “faşist” olmakla suçlayan siyasî çevreler oldukça kalabalıktır. Bu gruplar AK Parti destekçilerini önüne “dinci” ve “gerici” sıfatlarını eklemek suretiyle faşist akıma dâhil etmek için çabalarken, AK Parti destekçilerinin de söz konusu muhalifleri “tek parti faşistleri”, “Kemalist faşistler” yahut “ulusalcı faşistler” gibi söylemlerle hedef aldıklarını görüyoruz.

Elbette bu esnada sol-sosyalist harekete mensup oluşumlar topyekûn siyasetçileri, bürokratları, işverenleri, kimi sendikaları ve STK’ları, orduyu, milliyetçileri, ulusalcıları, İslâmcıları, liberalleri, sosyal demokratları ve diğer bilumum kendinden olmayan siyasî hareketleri faşist olarak algılamaya devam ediyor. Anarşistler için zaten sosyalistler bile faşist iken, nihilistlerin madde planında topyekûn faşist bir evrende yaşadıklarını düşündüklerini biliyoruz. Sosyal demokratlar narin tabiatları itibariyle kendi pozisyonlarından bir milim sola yahut bir milim sağa sapanlara katiyen müsamaha göstermeyerek, onları derhal faşist kategoriye düşürüyorlar. Liberallerin de bu anlamda sosyal demokratlardan aşağı kalır yanı yoktur. Gerçekten de liberal paranoya bırakın devleti ve toplumu, ailenin dahi bireysel özgürlükleri kısıtlayıcı bir faşist kurum olduğuna ikna olmuş vaziyettedir. Burada en acıklı olan ise şüphesiz ki milliyetçilerin durumudur. Türkiye’de milliyetçilerin hayatı topluma ve kamuoyuna faşist olmadıklarını ispat etmeye çalışmakla geçmiştir-geçiyordur. Dolayısıyla “faşist” tabirinin kullanımında en hassas, en dikkatli ve en temkinli cenah milliyetçilerdir.

Buradan bakınca sanki bütün memleket faşistmiş gibi duruyor, öyle değil mi? Gülmeyin! Günlük dil, içinde debelendiğimiz ve ortaya koymaya çalıştığım mana kargaşası içinde yukarıdaki manzara öyle olduğunu fısıldıyor. Zira “faşist” eleştirilerinin toplu olarak işletilmesi ve sömürülmesi nihayetinde ülkede – en azından kağıt üstünde – faşist olmayan kişi, grup ve kurum bırakmamıştır.

Çok açıkça ifade edeyim ki, herkes huzur bulsun. Yaklaşık 12 yıldır araştırdığım Avrupa milliyetçiliği, faşizm, nasyonal-sosyalizm vb. konu başlıklarında edindiğim hem akademik hem de politik tecrübeye dayanarak, bugüne kadar Türkiye’de 1-2 kişi istisna tek bir faşiste dahi rastlamadım.

Neden mi dersiniz?

Çünkü faşizm, bir siyasî doktrinden ziyade, esasen 19.yüzyılın sonlarından itibaren filizlenen ve Birinci Dünya Savaşı ertesinde olgunlaşan Avrupa menşeili bir kültür olgusu olarak Türkiye’nin fizikî, psikolojik ve geleneksel sınırlarını asla aşamadı. Tıpkı anarşist hareketin 19.yüzyılın son demlerinden itibaren Bulgar sınırımıza kadar gelip Türkiye’ye sirayet edememiş oluşu gibi, faşizm de hiçbir zaman Türkiye’de verimli topraklar keşfedememiştir.

Bir Avrupa menşeili kültür hareketi olarak faşizm

 

Benito Mussolini.jpg
Benito Mussolini / Fotoğraf: AFP

 

“Faşizm nedir?” sorusuna siyasal bilimler literatüründe verilen en doyurucu cevabı bizzat faşist doktrini nakışlayan Benito Mussolini’nin veciz sözünde buluyoruz:

Her şey devlet içinde ve devlet için, hiçbir şey devlet dışında veya başka bir şey için değildir.

Hiç tereddüt yoktur ki en saf ve en katıksız hâliye faşizm, siyasî planda kudreti sonsuz, planlayıcı, örgütleyici ve müdahaleci bir devlet imgesini ete kemiğe büründürmeye yönelik tasavvur edilmiştir. Nitekim bugün dahi gerçekte bu özelliğiyle bilinmekte ve tanınmaktadır. Ne var ki faşizm, Almanya’da 1933 yılında iktidara gelen nasyonal-sosyalist ideoloji onu yutana ve kendi içinde öğütene değin, bugün tanındığı şekilden biraz daha değişik/özgün bir düşünsel zemine sahipti.

Arz ettiğim gibi, ben faşizmi salt bir siyasî doktrinden veya ideolojiden ziyade şümullü, tipik ve konjonktürel bir Avrupa menşeili kültür hareketi şeklinde telakki ediyorum. Pek çok faşist münevver (diğer her akımda olduğu gibi burada da aralarında gerçekten entelektüel kabiliyetleri çok üstün olanlar vardı) faşizmin ihtiva ettiği anlamı açmak ve paylaşmak için romanlar, şiirler ve makaleler yazdılar. Benim gerçeğe en yakın gördüğüm açıklama ise, 1945 yılında “düşmanla işbirliği” ve “vatana ihanet” suçlarından yargılanan ve nihayet henüz 36 yaşındayken idâm edilen Fransız yazar Robert Brasillach’ın kaleme aldığı Les Sept Couleurs (Yedi Renk) kitabında yazdığı cümlelerden mülhemdir:

Faşizm karşıtlarının aşırılığı ve dehşeti evvela faşist mutluluğun ne olduğuna dair en ufak bir fikir geliştirememelerinden kaynaklanmaktadır. Dileyen bu mutluluğu eleştirebilir, hatta onu iğrenç ve şeytanî bulabilir. Fakat bu, mutluluğun hakiki anlamda bir mutluluk olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Ait olduğu ırk ile ulustan güç alan, kuvvetli vücudunu gururla sergileyen, zihin berraklığına kavuşmuş olan, bu dünyanın geniş zenginliklerini hor gören ve hem barış hem de savaşta yoldaşlarıyla bir bütün olmakla övünen genç faşist – her şeyden önce – bir mutluluk insanıdır.

 

Robert Brasillach.jpg
Robert Brasillach / Fotoğraf: Wikipedia

 

Romantik bir üslûp ve edebî bir tarzla süslenen bu kesit aslında faşizmin çekirdek düşüncelerini, tarihsel arka planını ve o yıllardaki genel hâlet-i ruhiyesini çok güzel özetliyor. Benzer açıklama arzularını geçmişte şair Filippo Tommaso Marinetti, gazeteci Enrico Corradini, yazar Charles Maurras, şair Ezra Pound ve yazar Pierre Drieu la Rochelle gibi faşist gelenekten gelen farklı isimler de kağıda dökmüşler ve fakat bence Brasillach kadar kavrayıcı olamamışlardır. Dahası, ben faşizmin kurucu ana metinlerinin dahi faşizmi bu denli nokta atışı anlatabildiğini düşünmüyorum.

“Nokta atışı” dememin sebebi hayranlık yahut dizginlenemez bir takdir değil, söz konusu kesitin bilimsel ve akademik veriler ışığındaki isabetidir. Dahası, faşizm çalışmalarıyla ünlü İsrailli akademisyen Zeev Sternhell’in de çeşitli eserlerinde vurguladığı gibi – ki bence en önemlisi The Birth of Fascist Ideology: From Cultural Rebellion to Political Revolution (Faşist İdeolojinin Doğuşu: Kültürel Başkaldırıdan Siyasî Devrime) adlı eserdir – faşizmin başlangıç ve çıkış evrelerinde savunulan değerlerin önemli bir kısmı kültürel bir karakterdeydi (Fransız İhtilâli’nden süzülen değerlerin, pasifizmin, edebiyat-sanat dallarındaki “dekadansın” reddi, estetik arayışı vb.). Brasillach işte bu “ret” eyleminin genel hatlarını, “teklif edilen” unsurlarla birlikte harmanlayarak çok yerinde bir şekilde resmediyor.   

Faşist zuhurun mantık zinciri

Faşizm düşünsel ve aksiyoner köklerini anarko-sendikalist hareketin dehlizlerinde bulmuştur. Sonraları faşist teorisyenlerden biri sayılan Georges Sorel, Georges Valois, Maurice Barrès, Benito Mussolini, Enrico Corradini vb. şahsiyetlerin istisnasız hepsi ya sosyalizmden ya da anarko-sendikalizmden “dönmüşlerdir”.

Faşizm, kronolojik planda ve zincirin halkaları ayırt edilerek incelendiğinde hakikatte 1871 yılındaki Paris Komünü’nün küllerinden doğmuştur. İlk aşamada sosyalist tezlere dayanan faşizm, yıllar geçtikçe merhaleler atlamış ve zamanla sosyalizmin “enteryasyonalist” yani beynelmilel zırhından sıyrılmaya meyletmiştir. Dolayısıyla faşizm aslında ilk aşamalarda “milliyetçileşmeye çalışan bir sosyalizm” formatıyla yol kat etti. Sosyalist birikimden devraldığı devrimcilik ilkesini uzun müddet muhafaza eden faşist embriyo (yahut proto-faşizm) bu anlamda toplumsal şiddet süreçlerinin dışında veya kıyısında-köşesinde değil, bilâkis tam olarak içinde ve merkezinde konumlandı (Marinetti’nin Fütürist Manifesto’su ile şair D’Annunzio’nun 1919 yılındaki Fiume macerası esnasında faaliyet yürüten Kara Gömlekliklere bakmak kâfi gelecektir). 

 

ömer muhtar aa.jpg
Çöl aslanı” lakaplı Ömer Muhtar’ın işgalci İtalyan güçleri tarafından tutuklanmasından bir kare / Fotoğraf: AA

 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde pasifist bir tutum sergileyen sosyalistlerden bazıları, hendeklerde hem askerî arkadaşlığın tadına vardılar hem de kolektif bünyenin kan deryasında nasıl ayakta durduğunu bizzat gözlemlediler ve yaşadılar. Sosyalist “yoldaşlığı” fabrikalarda değil savaş meydanlarında keşfeden bu geniş grup için “halkların kardeşliği” söylemi büsbütün bir yalan, “ulusların birbiriyle mücadelesi” idrâki ise buz gibi gerçeklikti. Lâkin böylesi bir mücadelenin verilebilmesi için öncelikle her ulus içeride kendi halkını kenetlemeliydi. Amaç diğerleri yayılmadan, onlardan önce davranıp yayılmayı kendi eliyle başlatmaktı (nitekim İtalya’nın Mussolini dönemindeki Libya seferini de bu zaviyeden okumak gerekmektedir. “Çöl aslanı” lakaplı Ömer Muhtar’ı bu vesileyle dua ve rahmetle yâd ediyorum). Başka bir ifadeyle değişik halk katmanlarını ortak bir platformda buluşturmak, birbirleriyle harmanlamak gerekiyordu. Nitekim Brasillach’ın “hem barışta hem savaşta yoldaşlık” vurgusu bu açıdan belirleyicidir.

Savaşın ertesinde – özellikle de İtalya’da – ilk dönem faşistleri şu tespitleri yaptılar: Kapitalistler yalnızca ceplerini düşünürken, proletarya enternasyonalizm rüzgârlarına kapılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. O hâlde geride kalanları toparlamak ve üretici burjuvazi-zanaatkâr orta sınıf-emekçi proletarya birliğini savunarak üçüncü bir alternatif olarak siyaset sahnesinde yer almak lazımdır. Bunun yolu milliyetçilik ve milliyetçi devletin nezaretinde organize edilecek olan korporatist üretim ilişkilerindedir. Bunun adı faşizmdir. Eski toplum bütün kolları, şubeleri, değerleri ve sınıflarıyla çürümeye yüz tutmuştur – dolayısıyla da yeni bir toplum modeline ihtiyaç duyulmaktadır. Yeni toplumu inşa edebilmek için önce “yeni insan” ortaya çıkarılmalıdır. Yeni insan gerçekte Birinci Dünya Savaşı’nın muharebe alanlarında, hendeklerinde zaten ortaya çıkmıştır. Militarist, güçlü ve sağlıklı fizikli, yoldaşlığın kıymetini bilen, ulusu için çalışıp ulusu için canını verecek olan ve bunun dışındaki her türden menfaati reddeden insan aranan 'yeni insan'dır.

Yeni insan bahsine ilişkin faşizmin antropolojik bir arayışının da olduğu belirtilmelidir. Nitekim Brasillach’ın “genç faşist” imgesi üzerinden tasvirini yaptığı model de “yeni insan” ütopyasıyla birebir bağdaşmaktadır. Dahası, Brasillach’ın “kuvvetli vücut” ifadesine dair bir parantez daha açılabilir ki, o da faşizmin cinselliğe bakışıyla ilgilidir. Özgür Fiume Devleti tecrübesi kapsamında faşizmin önemli öncülerinden addedilen D’Annunzio’nun Fiume’de 1919 yılında evlilik-dışı cinsel münasebetleri serbest bıraktığı ve hatta teşvik ettiği, eşcinsellere yönelik önemli serbestîye sağladığı da bugün bilinen bir gerçektir.

Faşizmden arta kalanlar

 

Mussolini ve İtalyan faşistler Fotoğraf Wikiwand.jpg
Mussolini ve İtalyan faşistler / Fotoğraf: Wikiwand

 

Faşizmin özü işte buydu. İtalya’da Ulusal Faşist Parti’nin kuruluşunda eski anarşistler, sendikalistler, sosyalistler, eski pasifistler, milliyetçiler, devrimciler, halkçılar, şairler, gazeteciler, düşünürler, çapkınlar, erkekler, kadınlar, Yahudiler (evet, yanlış okumadınız), kimi ılımlı muhafazakârlar, üreticiler, işçiler, memurlar ve çiftçiler vardı. 1919-1938 arasında faşizmin esansını oluşturanlar, 1938 yılından itibaren ise Almanya’da nasyonal-sosyalizmin ve onun ırkçı dünya görüşünün cazibesine (!) kanmak suretiyle başlangıçtaki kimliklerine yabancılaştılar.

Doğrusu, şimdi okuyucuya sormak isterim: Siz Türkiye’de bu süzgeçlerden geçen, iyisiyle-kötüyle ve acısıyla-tatlısıyla yaklaşık iki asra yayılan bu tecrübeleri biriktirmiş bir faşist tanıyor musunuz? Bugün Avrupa’da ana akım medya mecralarının “faşist” olarak değerlendirdiği faal milliyetçi partilerin ve şahsiyetlerin bile klasik anlamda faşizmle bir bağları kalmadığı inancındayım. “Neo-” ön ekiyle desteklenen faşizmi ise büyük bir karikatürden ibaret görüyorum. Bu anlamda “neo-faşizm” bile tabiatı itibariyle anakronizme bir çağrıdır.

Faşizm bir dönem olgusuydu. Yaşandı ve bitti. Faşizmi yaratan hususî tarihsel koşulların büyük bir çoğunluğu artık yok ve kalmadı. Bugün ne yaşanıyorsa ve bundan sonra ne yaşanacaksa artık adı “faşizm” yahut “faşist” olmayacaktır – bundan herkes emin olabilir.

Faşizmin 21.yüzyıldaki varlığı artık yalnızca yukarıda sıralanan değerlere nispetle duyulan hassasiyetten mülhem bir “ruh hâli” olabilir ki, ben günümüzde bunun dünyadaki izdüşümlerini ancak parmakla gösterebilirim. Türkiye’de ise bir izine dahi rastlamış değilim.

Bugünü geçmiş üzerinden yorumlamak, dahası bugün verilen bir kavgada yahut bugün yapılan bir tahlilde dünün argümanlarına muhtaç kalmak doğru değildir ve ciddi kavrayış hatalarını da beraberinde getirecektir. İçinde bulunduğumuz çağ elbette kendi kavramlarını üretecektir. Belki geçmişin terminolojisine bu denli sıkıca yapışmamızın asıl sebebi de muzdarip olduğumuz kısırlık ve çoraklıktır – hem dünyada hem de Türkiye’de.

Hatırlarsanız makalenin başında Türkiye’de herkesi faşist yapmıştık. Sonunda ise faşizmden geriye yalnızca adı kaldı.

Bu da bir şeydir, gözümüz aydın!

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU