Sağ popülizmin ‘Maslow’ stratejisi: İhtiyaçlar hiyerarşisini siyasallaştırmak

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

19. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’da ve dünyada milliyetçilik akımı dönemin yeni yahut yükselen disiplinlerini kendi amaçları doğrultusunda kullanmıştır. Bu anlamda biyoloji, genetik, antropoloji ve etnoloji gibi disiplinler uzunca bir zaman için milliyetçiliğin genel diskurunun omurgasını teşkil etmiş, düşünce ile pratiğini birinci elden şekillendirmiştir. 20.yüzyılın başlarına gelindiğinde iyiden iyide yayılmaya başlayan çeşitli “üstün ırk”/“ırklar arası mücadele” odaklı kuramların tamamı işte bu interdisipliner etkileşimin bir direkt sonucu olarak karşımıza çıkmıştır.

Irkî terminolojinin büyük ölçüde anlamını yitirdiği 21. yüzyılda ise tıpkı bilim dünyası ve toplumlar gibi siyasî akımlar da değişim süreçlerinden geçiyor. Klasik milliyetçilik farklı formatlarda varlığını sürdürse de, bugün esas olarak ivme kazanan sağ popülist hareketlerdir. Çağdaş bir siyasî olgu olarak zuhur eden sağ popülizm, her ne kadar bazı “kadim” köklerini – en azından şeklen – muhafaza etmişse de, yepyeni bir söylem şematiğine dayanmaktadır.

Geçmiş yüzyılda milliyetçi siyasetin temel ölçütü kitleydi, gruptu. Başka bir deyişle milliyetçi dil insanların bireyselliğini değil ırkî/etnik aidiyetini temel bir prensip olarak telakki ediyordu. Tarihin “ırklar” mücadelesinde bir sahne oluşturduğu ifade edilirken, her ırkın ancak saflaşmak suretiyle ilerleyebileceği, dolayısıyla her ırkın iç bünyedeki “yabancı” ve “zararlı” unsurları imha etmesi gerektiği vurgulanıyordu. Sosyal-darwinist bir yaklaşımla bezenen bu anlayışın – özellikle Alman milliyetçiliği bağlamında – öjeni (ırk ıslahı) dâhil ne tür insanî felaketlere yol açtığı ise herkesin malûmudur.

Oysa bugün itibariyle sağ popülizmin geçmiş yüzyılın milliyetçi sürümüne nispetle daha psikolojik içerikli ve en önemlisi daha birey merkezli bir paradigma yerleştirdiğini müşahede ediyoruz. Sağ popülizmde kitlenin yerini birey, sığ ırk/etnik grup aidiyetinin yerini daha kapsamlı bir kalıp olan kültürel aidiyet ve yayılmacılığın yerini içe kapanma refleksi almıştır. Sağ popülizm böylelikle İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihinden itibaren – birkaç örnek müstesna – topyekûn Alman milliyetçiliğinin (nasyonal-sosyalizmin) yörüngesine giren tarihsel Avrupa milliyetçiliğinin kitlesel, ırkçı ve emperyalist versiyonlarını bireycilik, kültürel seçicilik ve içe kapanmacılık (otarşi) ilkeleri aracılığıyla tanımladığı yeni bir versiyonla ikame etmeye çalışmaktadır.

Bu anlamda günümüzde sağ popülist hareketlerin söz konusu dönüşümün düşünsel temelini biraz eski olsa da hâlâ güncelliğini koruyan çok klasik ve çok gerçekçi bir kurama bağladıklarını düşünüyorum: Abraham Maslow’un (1908-1970) “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”. 

Abraham Maslow (1908-1970) ve “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”

Maslow’un 1943 yılında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) menşeili “Psychological Review” adlı dergide yayımlanan “A Theory of Human Motivation” (İnsan Motivasyonu Kuramı) başlıklı makalesinde insan ihtiyaçlarının bir hiyerarşisi oluşturulmuştur. Piramidal bir mantıkla sıralanan ihtiyaçlar şunlardır: Fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyacı, aidiyet ihtiyacı, saygınlık ihtiyacı ve nihayet kendini gerçekleştirme ihtiyacı.

Fizyolojik ihtiyaçlar nefes almak, yemek yemek (karnını doyurmak), su içmek, uyumak vb. insanın “temel” addedilen ihtiyaçlarını kapsamaktadır. Bu, ihtiyaçlar hiyerarşisinde birinci katmandır. Piramidin ikinci katında bulunan güvenlik ihtiyacı insanın maddî ve manevî güvenliğine atıf yapar ve insanın canının, malının, ailesinin güvenlik ihtiyacına işaret eder. Üçüncü katmanda konumlandırılan aidiyet ihtiyacı insanın aile ve arkadaşlık kurma ihtiyacını kavrarken, aynı zamanda “sevgi” ihtiyacını da açığa çıkarır. Dördüncü ihtiyaç olan saygınlık ihtiyacı insanın toplumda var olması, bir mevki elde etmesi ve genel olarak kabul görmesiyle alakalıdır. Nihayet beşinci ve son katta ise insanın “kendini gerçekleştirme” ihtiyacı yer alır. Söz konusu ihtiyaç insanın kendi içine dönüktür ve insanın topluma nispetle özerkleşme çabası anlamına gelir. 

Maslow’a göre piramidin bu beş katmanında ifade edilen sıralı ihtiyaçlar arasında bir hiyerarşi yani alt-üst ilişkisi mevcuttur. Başka bir deyişle piramidin en alt katmanında ifade edilen fizyolojik ihtiyaçlar giderilmeden bir üst katmana yani güvenlik ihtiyacına tam olarak geçilememektedir. Bu anlamda fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayamayan bir insanın güvenliğini, güvenlik ihtiyacını karşılayamayan bir insanın aidiyetini vs. arama yoluna doğru yönelemeyeceği açıktır. Fakat her şeye rağmen Maslow’un modeli dinamiktir. Katmanlar arası bir hiyerarşi olsa da, bu ihtiyaçlar arasında geçirgenlik olmayacağı anlamına gelmez. 

Peki, ama günümüz toplumlarında söz konusu katmanların kaçı aşılabiliyor? Daha doğrusu insanların büyük bir çoğunluğu için hangi katmanlar günlük hayatta etkin ve belirleyici bir rol oynuyor?

Maslow Piramidi’nin toplumsal yansımaları neler?

Modern toplumlarda – ki bunlara Türkiye toplumu da dâhildir – insanların önemli bir kısmı Maslow Piramidi’nin yalnızca ilk üç katmanında ifade edilen ihtiyaçlarını (fizyolojik, güvenlik ve aidiyet) karşılayabiliyorlar. Geriye kalan iki ihtiyaç katmanı ise genelde ekonomik sebeplerden mülhem gerçekleştirilemiyor.

Şüphesiz ki Maslow, “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” kuramı aracılığıyla ihtiyaçların sınıfsal karakterini de ortaya koymaktadır. Bu anlamda alt ve orta sınıflar ilk üç katmanda serdedilen ihtiyaçlara yoğunlaşırken, yüksek gelirli sınıfların dördüncü ve beşinci katmanlardaki ihtiyaçlara zaman-enerji ayırabileceği dikkate alınmalıdır. İlk üç katmandaki ihtiyaçlar esasen maddî nitelikte iken, dördüncü ve özellikle de beşinci katman manevî nitelikte ihtiyaçlardır. Oysa maddî ihtiyaçlarını tam olarak tatmin edemeyen insanların pek azı dördüncü ve beşinci katmanlara ulaşabilmektedirler.

İlginçtir, insana “insan” vasfını veren ve bu anlamda onun mutluluğuna en çok katkı sunan katmanlar dördüncü ve beşinci katmanlardır. Ne var ki bu katmanlara ulaşabilen insanların oranı, ilk üç katmanda sıkışıp kalan insanların oranına kıyasla oldukça düşüktür.

Sağ popülizmin doğuşundaki sosyal etkenleri Maslow Piramidi üzerinden okumak

Yukarıda da ifade ettiğim üzere sağ popülizm çağdaş bir olgudur. Başka bir deyişle yenidir. Bu anlamda eskinin alet-edevat çantasıyla anlaşılamaz – bu bir çeşit anakronizmi tetikleyecektir. Sağ popülizm gibi, sağ popülizmi doğuran toplumsal koşullar da yenidir. Gerçekten de genelde Batı, özelde ise Avrupa toplumları 1990’lı yılların sonlarından bu yana çok cüsseli ve derin toplumsal değişim süreçlerinden geçti, geçiyor. Vahşi kapitalizmin küreselleşme atılımıyla birleşmesi, gelir dağılımının her geçen gün daha da eşitsiz hâle gelmesi, kaydedilen teknolojik ilerlemeyle insan gücüne duyulan ihtiyacın kademeli olarak azalması ve genç nesillerden üniversite mezunlarının sayıca artmasıyla meydana gelen yetişmiş insan fazlası sosyal dengeleri ziyadesiyle sarsmıştır. Tam da bu noktada “prekarya” adlı yeni sınıfın oluşumu not edilmelidir.

Prekarya ne tam anlamıyla proletarya ne de tam anlamıyla orta sınıftır, arada bir yerdedir. Prekarya, eskiden orta sınıfa mensup olan ve fakat yukarıda irdelenen etkenlerin ışığında gitgide kırılgan hâle gelen ve bir sınıfsal alçalmaya doğru yol alanların somut durumunu simgelemektedir. Hâlihazırda sabit bir işi yahut geliri olanlar prekarya tehdidinden, olmayanlar (veya esnek, güvencesiz çalışanlar) içinde bulundukları prekarya durumunda sürekli olarak kalmaktan korkuyorlar. 2019 yılı itibariyle ise Maslow Piramidi’nin ilk üç katmanına hapsedilen insanların geniş bir kısmının ait oldukları sınıf işte budur, prekaryadır.

Prekaryanın çoğunlukla düzenli bir geliri, sabit çalışma saatleri, sosyal ve iş güvenceleri yoktur. Pek çok farklı işte eşzamanlı olarak çalışan insanlardan müteşekkildir. Emekli olup çalışmaya devam edenler, ay sonlarını getirmekte zorlanıp ek iş arayışına girenler, ebedî stajyerliğe mahkûm edilen üniversite mezunları, “freelance” yani serbest çalışanlar, ailesinin parasıyla geçinmeye devam eden işsiz gençler, kredi üzerinden yaşayanlar, “part-time” iş sahibi olanlar vb. hepsi “prekarya” kategorisine dâhildirler.

Günümüzde prekarya Soğuk Savaş yıllarının orta sınıfı gibidir. Başka bir deyişle siyasî değişimlerin ana aktörü, birinci öznesi pozisyonundadır. Oysa söz konusu sınıf henüz kendi statükosunu kuramamıştır. Dolayısıyla arayışları, tepkileri ve talepleri vardır. Bu, özellikle “ulusal” vasıflar taşıyan prekarya ile prekarya tehdidiyle yüzleşmek zorunda bırakılan orta sınıflar için geçerlidir. 

Batı toplumlarındaki (Türkiye’de de bu durumun tezahürlerini görmeye başlıyoruz) ulusal prekarya fizyolojik ihtiyaçlarının güvenceye alınamamış oluşundan – ki bu ihtiyaçların tam olarak karşılanamamasında işgücü bağlamında ulusal prekaryayla rekabete giren göçmen toplulukları da vardır –, güvenlik ihtiyaçlarının her geçen gün biraz daha büyüyen işsiz göçmen nüfus tarafından tehlikeye atılmasından dem vurmakta ve karnını doyuramayıp, güvenliğini sağlayamamasının ötesinde ait olunan ülkenin değerlerinin göçmenlerce tahrip edildiğini düşünmektedir. Hâl böyle olunca, siyasallaşma çabaları da ivme kazanmaktadır. Bu anlamda prekarya kendisini “ulusal sınıf” mertebesine ulaştıracak, taleplerini açıkça ve yüksek sesle dillendirebilecek, dahası onları pratiğe dökecek siyasî çözümlerin peşine düşmüştür. Fransa’daki “Sarı Yelekliler”, Almanya’da “PEGİDA”, Birleşik Krallık’taki “Brexit” referandumu, ABD’nde 2016 yılında tecrübe edilen Donald Trump rüzgârı ve dünya çapındaki genel sağ popülist yükselişin sınıfsal temelleri işte bu gerçekliğe dayanmıştır ve dayanmaktadır.

Böylelikle prekaryayı “ulusal sınıf” konumuna yükseltmek için mücadele eden akım ve bu anlamda prekaryanın aradığı “aracı” hareketin dünyadaki siyasal karşılığı sağ popülizm olmuştur.

Sağ popülizmin bahsi: Prekaryaya Maslow Piramidi üzerinden hitap etmek

20. yüzyılda milliyetçiliğin sosyal omurgasını orta sınıflar oluşturuyordu. Bugün sağ popülizmin sınıfsal zemini ise prekaryadan müteşekkildir. Bu anlamda sağ popülizm, yeni ve çağdaş bir olgu olarak, söylemini değişen toplumsal koşullara göre uyarlamış, yeni sosyal gruplara yönelik yeni bir hikâye yazımına başvurmuştur.  

Peki, sağ popülizm prekaryanın beklentilerine, taleplerine ve içgüdülerine nasıl seslenmektedir? 

Batı’daki somut örneklerinden tespit edilebileceği üzere, sağ popülistler beliren yeni sosyolojiye Maslow Piramidi’nin ilk üç katmanıyla uyumlu bir program sunmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle özetlemek gerekirse, sağ popülistlerin yarattıkları siyasal kurgunun bütünüyle Abraham Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’ne endekslendiğini paylaşmak mümkündür. Batı’da, özellikle de Avrupa’da sağ popülistlerin kullandıkların mantıksal zinciri Maslow Piramidi üzerinden tasvir etmek aslında son derece basit bir işlemdir. Gerçekten de söz konusu zincir her ülkede – çok küçük farklar barındırmakla birlikte – hemen hemen aynıdır ve bu anlamda bir prototip ihtiva eder. Şöyle ki;

İnsanlarımız ay sonlarını getiremiyorlar. İnsanlarımız ek işlerde çalışmak zorunda bırakılıyorlar ve güvencesizliğe mahkûm ediliyorlar. Aileler birlikte dışarıya yemeğe dahi çıkamıyor. Aynı aileler zor mahallelerde yaşıyor. Bu mahallelerde çoğunlukla göçmenler oturuyorlar. Devlet göçmenleri ülkemize dolduruyor. Göçmenler kendi vatandaşlarımızdan daha düşük ücretlere çalışmayı kabul ediyorlar ve insanımızın ekmeğini çalıyorlar. Vatandaşlarımız güvensizlik kapanına kapılıyorlar. Göçmen aileler bizim ailelerimizden daha hızlı çoğalıyorlar zira doğum oranları daha yüksek. Devletimizin onları kabul etmesi yetmiyormuş gibi, bir de onlara bakmakla mükellef oluyor. Bu göçmenlerin çoğu işsiz yahut tembel. Uyuşturucu kaçakçılığı, hırsızlık yapıyorlar ve şiddete meyilliler. Kendi emeğinden geçinmek isteyen ailelerimizi hedef alıyorlar. Böylelikle ailelerimiz için bir güvenlik açığı oluşmuş oluyor. İnsanlarımız kendilerini güvende hissetmiyorlar. Göçmenler bizimle farklı kültürel arka planlardan geliyorlar. Hızlı çoğaldıkları için kendi yaşam alanlarını inşa ediyorlar. Aynı zamanda vatandaşlık alıyorlar ve ülke yönetiminde söz sahibi kılınıyorlar. Söz sahibi yapılan göçmenler, kendi değerlerini bu ülkenin kurucu/aslî unsuru olan kendi ailelerimize, ailelerimizin yaşam tarzına dayatmaya çalışıyorlar. Bu durum ailelerimin ülkenin elden gittiği algısını güçlendiriyor. İnsanlar ülkelerine nispetle geliştirdikleri aidiyet hissini kaybetmek istemiyorlar ve bu istememekte haklılar. Bu gidişatı, bu kısır döngüyü ancak biz değiştirebiliriz. Biz insanımızı, ailelerimizi anlıyoruz. Ve biz onlara iş, güvenlik ve ait oldukları yahut ait olduklarını hissedecekleri bir ülke vaat ediyoruz – kendi ülkelerini.

Bu düşünce ve söylem şablonu, sağ popülist hareketin varlık belirttiği her gelişmiş ülkede kaba hatlarıyla böyledir – asla değişmez. Sağ popülistler bulundukları ülkede insanlara Maslow Piramidi’nin ilk üç katmanından nihayet sıyrılmayı vaat ediyor. Sağ popülistler bu ilk üç katmanda sıkışan unsurlara (yani bir anlamda prekaryaya) Maslow Piramidi’nin dördüncü ve beşinci katmanlarına erişebilme olanağını sunuyor. Doğrusu, ilk üç katmanı aşıp, dördüncü ve beşinci katmanlara ulaşmak ise ancak bir “ulusal sınıfın” tasarrufunda bulunmaktadır. Zira ancak ve ancak maddî dertlerini aşmış, manevî başlıklara yönelebilme özgürlüğünü elde edebilmiş olanlar kendilerini söz konusu katmanlara tam anlamıyla vakfedebilirler. 

Sağ popülizm Avrupa için varoluşsal risk midir?

Sağ popülistlerin söz konusu şablonla kitleleri harekete geçirebildiği hatta bazı Batı toplumlarda iktidara ortak ettiği yahut bizzat iktidar yaptığı bir gerçektir. Burada sorulması gereken soru ise “ne pahasına” yapıldığıyla ilintilidir. Bu düşünce ve eylem şablonu bir akımı iktidara taşıyabilir, evet. Fakat iktidara taşıdıktan bir adım sonrası kocaman bir meçhuldür. Zira muhalefet ile iktidar aynı şeyler değildir. Muhalefetteyken söylediklerinizden ötürü sınırlı bir sorumluluğa sahipsinizdir. Fakat iktidara vardıktan sonra atılan her adımın tayin edici büyüklükte bir sorumluluğu mevcuttur.

11 Eylül 2001 saldırılarını müteakip Batı’da benimsenen ve fakat sonraları dünyanın her köşesine yayılmaya çalışılan küresel paradigmada İslâm ve Müslüman düşmanlığı önemli bir yere sahiptir. Avrupa özelinde ise sağ popülistler bugün itibariyle İslâm ve Müslüman düşmanlığını “göçmen karşıtlığı” argümanı üzerinden örgütleyen baş aktörler olmuşlardır. Her ne kadar ulusal ölçekte tecrübe edilen sosyal-toplumsal değişimlerin önünde fevkalade anlaşılabilir bir strateji izleseler de, Avrupa’daki sağ popülistlerin ABD menşeili evanjelist-Siyonist tuzak çerçevesinde bir çırpıda “kullanışlı aptallar” seviyesine indirilmeleri içten bile değildir. 

Bugün Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yaşayan yaklaşık 50-60 milyon Müslüman kökenli insan bulunmaktadır. DAEŞ vb. örgütlerin terör eylemleri arttıkça, Müslümanlara karşı düşmanlaştırma yoğunlaşmakta ve karşı-terör eylemleri baş göstermektedir. İrili ufaklı Avrupa ırkçısı terör yapılanmaları yine bu süreçte gün yüzüne çıkmıştır. Sağ popülistler ise yangına benzin dökmekle meşguller. Bu anlamda korkunç bir döngüyle karşı karşıya olduğumuzu ifade etmek yanlış olmayacaktır.

Sağ popülist strateji yumuşamadığı ve iktidara gelip söz konusu şablonu uygulamaya koyduğu takdirde gidişatın çok farklı noktalara evirilebileceği unutulmamalıdır. Şüphesiz ki, böylesi bir süreç Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın acılarına yenilerini katacak, Avrupa’yı ise içeriden çökertecek bir çatışma sarmalına sevk edecektir.

Peki, bu süreçten kim kârlı çıkar dersiniz? 

“Cui bono? ” 

Potansiyel kaybedenleri alt alta sıraladığınızda, kazananın kim(lerin) olduğunu (olacağını) kolaylıkla anlarsınız.

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU