Bir travma sosyolojisi: Öldürmeyen acılar güçlendirir mi?

Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Bugün size insanın yaşadığı korkulardan ve travmalardan bahsedeceğim. Herkesin yaşamında irili ufaklı travmalar var. O halde benimkiler de var.

Kimi büyük yaşar bunları kimi daha düşük dozda. Ben de yaşadım herkes gibi onları. Kimini büyük, kimini küçük.

Size buna dair bir sosyoloji anlatacağım. Hatta sosyo-psikoloji de denebilir buna. Herkes kendine düşeni alsın diye.

Nedenini bilmiyorum ama bugün kendimle hemhâldayken aklıma geleni söyleyeceğim size.

Madem bugün kendimedir yolculuğum, madem hasbihaldeyim ben benimle, o zaman hesaplaşma da çırılçıplak olmalı, en derin kuytulara dalmalı ne varsa çekip çıkarmalı gün yüzüne.  

Bu aynı zamanda nasıl bir coğrafyada ve nasıl bir devlete yaşadığımızın resmi. 


İlk travmam

İlk travmamı bir akşam kızıllığı bastırırken ve ben daha küçük bir çocukken, evimizin dört duvarla çevrili avlusunda yaşamıştım.

Bir atlı gelmişti evimize. Her zaman atlı ve yayan misafirler gelirdi bize. Ne ki bu kez farklıydı. At kişnemesi duyulunca, ben de babamın peşi sıra çıktım dışarı.

Adam uzun boylu, zayıfçaydı. Atından hızla indi, dizginleri tuttu ve durdu. Babam adamın karşısında duruyordu, konuşuyorlardı, ama ne konuştuklarını ya duymadım ya hatırlamıyorum. Çünkü çok küçüktüm.

Nasıl mı? Ne o günü hatırlamayacak kadar küçük ne de ne konuştuklarını tam hatırlayacak kadar büyüktüm. 


Bir an dikkat ettim, sağ elinde uzunca bir tabanca vardı; belki de o zaman bana öyle büyük görünmüştü o silah. Birden tabancayı kaldırdı babamın şakağına dayadı.

Tetiği çekecek diye ödüm koptu o an. Bir korku bütün bedenimi sardı. Adamı orada öldürmek istedim. Ama ne boyum ne de gücüm yeterdi buna.

Ben onların ayaklarının dibinde bu anı seyrederken soluksuz kaldım. Ama bir türlü adam tetiği çekmiyor, babamla konuşmaya devam ediyordu.

Hani rüyada öldürürler ya sizi ölmüşsünüz ama yaşıyorsunuz aynı zamanda, onun gibi. 


Sanırım gerçek korkuyla ilk tanışmam bu andır. Sahne devam ediyor. Ben korkuyorum ama babamda bir korku ve telaş görmüyorum. Bunun üzerine biraz rahatlıyorum.

Peki, adam ne yapmak istiyor? Bir gösteri mi, bir tehdit mi ya da bir başkasına bunu nasıl yaptığını mı gösteriyor? Hiçbir zaman öğrenemedim.

Sonra adam tabancasını kılıfına koydu. Atına bindi ve bizim avludan çıkıp gitti. Atına binip giden adımın ardından bakakalırken büyük bir ferahlamanın şükrüyle dolmuştum.

Fakat ne o gün ne de başka bir gün bu konuyu babamla hiç konuşmadım. Şimdi bu konuyu babamla konuşmadığıma nasıl hayıflanıyorum bir bilseniz!


Adam gitti gitmesine ama o an, o anın bıraktığı travma küçük bende kaldı uzun bir süre, gitmedi. Kimi zaman bu ana dair rüyalar kâbuslar gördüm.

Kimseye bir şey demedim, kendime sakladım. Sonra bu anım da diğerleri gibi anıların o derin kuyusuna atılıp unutuldu zamanla.

Bugün o derin kuyuda dolaşırken, rastladım ona. O da seslendi bana, "Hep iyileri hatırlama, biz de varız burada" diyerek.

İşte şimdi bu yazıyı yazarken çekip çıkardım onu da gün yüzüne. Çekip çıkarınca, ardı sıra sükûn etti onlara dair yaşadıklarım.

O anı unutmadan önce yıllarca bir kâbus gibi rüyama girmişti oysa. Adam babamın peşinde, ben adamın peşindeyim bu rüyalarda. Hz. İsa'nın rüyalarındaki gibi. 


Hz İsa'nın travması

İsa'yı Hz. İsa yapan ilk travması bu hikâye ile başlar. O yıl Roma İmparatoru daha çok vergi alabilmek için nüfus sayımı yapmaya karar verir ve "Herkes doğduğu yerde sayılacaktır" diye emreder.

Kudüs toprakları da imparatorluğun emri altındadır. İsa'nın babası Yusuf da bu topraklarda yaşayan bir yoksul Yahudi'dir. Nasıra denilen yerde yaşıyorlar. Karısı Meryem hamiledir.

İşte hikaye bundan sonra boyutlanır. Baba Yusuf, oğlu İsa'ya hamile olan eşi Meryem'le yaşadığı yer olan Nasıra'dan, doğduğu yer olan Betleham'a (Müslümanların deyişi ile Beytülleham'a) doğru yola çıkar.

Çünkü imparator herkes doğduğu yere gitsin orada sayılsın diye emretmiştir. Yusuf önünde eşeği, yanında hamile karısı Meryem'le uzun bir yolculuktan sonra buraya varır.

Oraya varınca bir mağaraya yerleşirler ve Meryem bu mağarada doğum yapar, İsa dünyaya gelir.

Sayımı bekleyen marangoz Yusuf, karısı ve çocuğu açlıktan ölmesin diye yakındaki Kudüs'e giderek duvar ustalığı işinde çalışmaya başlar.

O sırada çalışanlar arasında konuşulan ve söylenen bazı sözlere kulak misafiri olur.  

Deniliyor ki; bir remilci o yıl doğan çocuklardan birinin Yahudilere kral olacağını söylemiş. Bunu duyan Kral öfkesinden küplere binmiş.

Ne yapayım, nasıl önleyeyim diye düşünürken türlü işlere girişmiş. Bunlardan biri de o yıl doğan bütün Yahudi erkek çocukların öldürülmesi fermanıdır.

Yusuf, askerlerin kendi aralarındaki konuşmalarından "kralın bu yıl Betleham'da doğan bütün Yahudi erkek çocukları öldüreceğini" duyar.

Bunu duyan Yusuf'un içini korku kaplar. Korku içinde işi bırakıp eşi ve yeni doğan çocuğunun mağarasına doğru koşmaya başlar.

Acaba oğlunu aldılar mı kaldı mı, diye çok korkar. Nefes nefese mağaraya yetişen Yusuf, oğlunun sağ salim olduğunu görünce rahatlar.

Lakin hemen mağaralarının aşağısında bulunan Betleham'a koşup, erkek çocuk babalarını uyarabilecekken bunu yapmaz.

İşte hem İsa hem Yusuf için travmanın başlangıç vuruşu bu olaydır. 


İsa biraz büyüyünce hikâyeyi öğrenir.

"Babası Yusuf, Betleham'daki çocukların öldürüleceğini duyunca, anası Meryem'le mağarada yarı aç yarı tok yaşayan oğlunu (İsa'yı) kurtarmak için, Kudüs'ten mağaraya koşturmuş, kendi oğlunun derdine düşüp onu kurtarmış, ama kralın öldüreceği Beytülleham'daki diğer Yahudi çocukların analarını babalarını uyarabilecekken, uyarmamış, ölümlerine sebep olmuştu!"

Ve o gün Betlaham'daki 27 Yahudi erkek çocuk kralın emriyle katledilir. İşte merhametli çocuk İsa büyüyüp hikâyeyi öğrenme ve anlama çağına gelince o 27 çocuğun öldürülmesinden babasını sorumlu tutar.

Çünkü eğer babası onları da uyarsaydı en azından bir kısmını kurtarabilirdi!

İsa yıllarca rüyalarında buna dair kâbuslar görür. Bu rüyalarında ya o elinde kılıç, Betlehamlı çocukları kurtarmadığı için babasının peşinde ya da babasının elinde kılıç, onu öldürmeye çalışıyordur.

İsa, çocukluğunda, ölüm korkusuyla babasının önünde koşup duruyor rüyasında yıllarca. Sonunda dayanamıyor, bu kâbusların yarattığı travma ile evi terk edip, olayla yüzleşmek için Betleham'a geliyor.

Doğduğu mağaraya gidiyor, çocukların öldürüldüğü yerleri ziyaret ediyor. Ve İsa'yı İsa yapan süreç böyle başlıyor. 


Kendi travmamı düşününce İsa'nınki aklıma geldi. Benim de rüyalarımda kimi zaman o adam babamı öldürüyordu, kimi zaman ise ben onu.

Ama ister o ister ben galip geleyim sonuçta her zaman avluda bir ölü oluyordu ve ben kan ter içinde uyanıyordum. Bu yılarca sürüp gitti.

Sonra zihnim o kadar şeyle dolmuş olacak ki, yenilere yol açmak için bunu daha derinlere itip unutulmaya terk etti, böylece ben de o olayı zamanla unuttum gitti, ta ki bir gün tekrar hatırlayıncaya kadar.

Bugün ise çocuk dimağımda büyük yara açan o olayı babama neden sormadığıma öyle pişmanım ki. Ama son pişmanlık fayda etmez maalesef. 

    
Bir harfin yol açtığı işkence

Yıllar gelip geçti bu olayın üzerinden. Sonra lisedeyim. İkinci travmam bu anlatacağım olay olsa gerek.

Diyarbakır'da lisede okuyorum. Devrimci hareketlerle yeni yeni tanışmamın başlangıç yılları, benim için. 15-16 yaşlarındayım.

Bir gün Diyarbakır'dan Van'a dönüyorum. Otobüsün bagajına çantamın zulasında (okumaya o çağlarda başlamış biri olarak) dergiler var.

Derginin adı Türkçe 'Kurtuluş' demek. Biz de halkımızla birlikte birçok şeyden kurtulmak/azat/özgür olmak istiyoruz.

Van'ın girişinde polis çevirdi bizi, dergileri buldu. Kimin diye sordu. Kimse sahip çıkmayınca mecburen ortaya çıkıp çar naçar "benim" dedim.

Böylece yasak olduğunu o zaman bilmediğim, içinde Kürtçe yazılmış yazıların da olduğu sol tandanslı dergilerle ele geçirildim.

Daha lise üçüncü sınıfın başındayım. Büyük bir suçluyu yakalamışlar gibi derdest ettiler, alıp götürdüler beni polisler.

Daha yoldayken, polis arabasının içinde, polisin kaba işkencesi ve tehditleri ile korkmaya başladım. Sonra bir yerde durdular, beni büyük bir suçluyu yakalamışlar gibi sürükleyip indirdiler araçtan.

Bir karakolun karanlık, kirli ve izbe bir yerine hapsettiler (o vakte kadar hiç karakola düşmemiştim ve buranın bir karakol olduğunu sonradan öğrenecektim).

Çaresiz, korku içinde, sonumun ne olacağını bilmeden tedirgince beklerken, karakolun şişman amiri "Seni öldüreceğiz kimsenin haberi olamayacak" diye tehditler savuruyordu.

Derken işkence başladı. Dövme, tekme, tokat, bu da yetmeyince falakaya yatırdılar. En çok da Kürtçe kelimelere kızıyorlardı. "Böyle bir dil yok, nedir bu, bunlar yasak" diyorlardı.

Ben de çocukça aklımla "Madem bu dil yoksa neden yasak olsun ki" diyordum belli belirsiz. O zaman kuduruyorlardı.

Günlerce ölüm tehdidi korkusuyla işkence gördüm. Zaman geçtikçe korkum daha da büyüdü. Kaba dayak işkence bir şey değildi.

En çok korktuğum ölüm korkusuydu. Beni sadece işkence etmiyor, öldüreceklerini söylemeleri, "Buradan sağ çıkamazsın" demeleri, çocuk dimağımı darmadağın etmişti. 


İşte o zaman en büyük korkuyu, buradan, daha bu yaşımda, sağ çıkamayacağıma dair kapıldığım düşüncelerle yaşadım.

Çünkü kimsenin benden haberi yoktu. Dedikleri gibi beni öldürüp bir köşeye atsalar kimse farkında bile olmayacaktı.

Oysa hayallerim vardı. Beni bir güzel yaşam ve bir büyük gelecek bekliyordu. En azından tahayyülüm buydu. Böyle tahayyül ediyordum.

Oysa şimdi dakika bir gol bir, ölüp gidecektim pisipisine. Yıllar sonra bedenim çürüdüğünde ya da bir kedi bir köpek onu sürükleyip çıkardığında ancak anlaşılacaktı öldürüldüğüm.

O vakte kadar kayıp sayılacaktı. O zamana kadar ailem meçhul bir kayıp vakası ile uğraşıp duracaktı. Bunları düşünüyordum hücremde. Nitekim o yıllarda bu türden olaylar polisin yapmadığı olaylar değildi?

Birkaç gün sonra beni hiçbir şey olamamış gibi mahkemeye bile çıkarmadan salıverdiler birdenbire. Şaşırmıştım.

Hani dünyayı yakacak o dergiler, ya da onların ardında ülkeyi yıkacak örgütler falan diyorlardı, onlar ne oldu? Bunları umursayacak halim yoktu o an.

Başımdaki kırıklar, yüzümde ve vücudumdaki yara berelerle evin yolunu tuttuğumda yaşadığıma şükredip seviniyordum. 


Bu olaydan sonra uzun bir süre polislerden kaçtım, korktum ve sakındım. Ama mücadelemi daha da yükselttim.

Kimi polisler o coğrafyada kamu düzenini korumuyor, zulmün bekçiliğini yapıyordu. Onlarda yaşamın kutsallığına dair bir kültür olmadığına hükmettim o gün.

Sonra anlayacaktım ki kültür insandaki içgüdü ve dürtülerin -ki bunlar en hayvani yanlarıdır insanın- önünü kapatır, bilincin ve vicdanın önünü açardı.

Bilinçle vicdan ikiz kardeş gibidir, bilinç açık değilse vicdan da körelir. Vicdan körelmişse o zaman var olan bilgi ne olursa olsun bir kıymeti yoktur.

Bu nasıl bir vicdandı daha doğru deyimiyle bu nasıl bir vicdansızlıktı?  Başka türlü, çocuk yaşta, beni o soğuk bodrumda, izbe bir hücrede, günlerce işkence etmelerini nasıl açıklayabilirim?

Sırf o dergilerde birkaç satır Kürtçe yazı var diye, bunu yaptılar bana. Beni asıl korkutan ve şoke eden işkence değildi, ölüm korkusuydu.

İnsanın en kuvvetli duygusunun korku duygusu olduğunu, korkuların da en büyüğünün ölüm korkusu olduğunu henüz bilmiyordum o yıllarda.

İşte ölüm korkusuyla o zaman yüzleştim. Kimsenin haberinin benden olmaması bu korkumu daha da artırmıştı.

Yoksa ne açlık ne de soğuk ne de işkence değildi o gün birinci önceliğim. O zaman ölüm korkusunun bütün korkuların anası olduğunu yaşayarak öğrenecektim, hiçbir zaman unutmadan.


Sürgün ve vurgun

Üçüncü büyük travmayı da üniversiten atıldığım zaman yaşadım. Doçentken Mersin Üniversitesi'nden Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi'ne sürgün olmuştum.

Evet, bir uzun kış günü sarı bir zarfla Isparta'ya haksız hukuksuz bir biçimde sürülmüştüm. Bir soruşturma bile geçirmemiştim oysa.

Türkiye'nin en genç doçentlerinden biriydim. Sürüldükten sonra, bir yıl sonra geri dönmeyi beklerken YÖK'ten gelen bir başka sarı zarfla üniversiteden atıldığımı öğrendim. Çok etkilendim.

Ondan sonradır ki, her şey başka türlü seyretti. (O gün bugün devletin ceberut yüzünü bana hatırlatan sarı zarflardan hiç hazzetmem, hatta nefret ederim. Sarı zarf görünce altından bir bit yeniği çıkar diye korkarım.)

Sürülmek neyse de bu atılmak da neyin nesiydi? Onca emekten ve yıldan sonra öğrencilerimden, dostlarımdan, kitaplarımdan ayrı kalmak, hem de işsiz güçsüz bir doçent olarak. Üstelik sorgu sual olmadan, ifadem bile alınmadan. 


O zaman 28 Şubat süreciydi. Astığı astık, kestiği kestik Generalin (Çevik) Bir'i talimat veriyor YÖK'e o da hemen işe koyuluyordu.

Profesör Tahir Hatipoğlu'nun deyimi ile "bilim adamı kisvesi altındaki YÖKTÖR" Gürüz "Baş üstüne Komutanım" diyerek işe koyuluyordu.

Üniversiteleri kendince generallerin istediği hale getirmek için kolları sıvamış, onların gözüne girmek için bilim adına utanç verici işlere imza atıyordu. Bu uğurda yapamayacağı şey yoktu. 

Bir sarı zarfla sürülmem bunlardan biriydi. Bir sene sonra başka bir sarı zarfla üniversiteden atılmam da. İşte bu hiç beklemediğim son sarı zarf bir anda kimyamı alt üst etmişti.

Çünkü beyin bir şeyi beklerse tolere eder, beklemediği şey ise onu hazırlıksız yakaladığı için şaşkına çevirir. Ben de böyle bir vicdansızlığı beklemiyordum.

O yüzden şakındım. Bununla karşı karşıya kalınca şimdi ne yapacağım diye paniklemiştim. 


Şaşkın ve üzgündüm. Hiçbir suçum günahım yoktu; onurlu bir duruş sergilemekten başka. Karın kışın ortasında Isparta'ya sürülmeme rağmen gene de öğrencilerimle çok mutluydum.

Evimden uzaktaydım. Ayda bir 12 saat yolculuktan sonra onlara ulaşıyor, 12 saat yolculuk yaparak karda kışta tekrar dönüyordum. Çevremle de ilişkilerim her geçen gün artıyordu.

Ve atılma yazısı... Pat diye bu da nerden çıkmıştı. Beni haksız hukuksuz bir biçimde sürmek yetmemiş miydi? Hayır, olmaz bu, bunu bana yapamazlar diye düşünüyordum.

Hukuka başvuracaktım. Hukuki arayış için Ankara'ya gittim. Benzer bir kaderi yaşamış Mersin Üniversitesi eski Rektör Yardımcısı Türker Özsayar'ın önerisi üzerine orada Yahya Zabunoğlu ismindeki avukat tutacaktım.

Zebunoğlu bu konularda deneyim kazanmış bir avukattı ve hukuk profesörüydü. YÖK ve üniversite yönetimi aleyhine davayı onunla açacaktım.

Akşamın geç bir saatinde kente vardım, sendikacı dostum Ali Öncü'nün önerisiyle Enerji Sen'in Konya yolundaki misafirhanesine yerleştim. Sabah kalkıp avukata gidecektim. Ama sabahı edemedim. 


Odama çıktım, yatmak istiyordum. Bir türlü uyku girmiyor gözüme. Sağa dönüyorum olmuyor, sola dönüyorum olmuyor. Ve gittikçe yorulup yatacağıma aksine içine girdiğim kısır döngü daha da büyüyordu.

Nasıl yaparlar bunu bana diye al ver ediyorum yatakta. Sağa sola dönüp duruyorum. Boşa koyuyorum dolmuyor, doluya koyuyorum taşıyor.

Derken bu cebelleşmenin yorgunluğu ile kendimden az biraz geçmişim. Gece yarsı birden uyanıverdim, aklımda üniversiteden atılmış "bir ben" dolanıp duruyor, o an sanki oda daraldı, daraldı, küçülerek beni sıkıştırmaya başladı.

O küçük daracık yere sığamaz oldum, havasız kadım, nefesim kesildi. Kendimi zar zor cama attım, camı açıp ağzımı dışarıya uzatıp nefes alıp vermeye çalıştım.

Bu kez de damarlarımdaki kan hızlandı, kalbim çarpmaya başladı, öleceğim sandım. Kapıyı açıp kendimi koridora attım.

Kimseler yoktu, gecenin 03.00'üydü. Bu hal koridor da sıkmaya başladı beni, iyice daraldım. Koşarak merdivenleri ikişer üçer indim, binadan hızla dışarı fırladım.

Kimseler yoktu, ortalık sessizdi. Kapıda gidip gelmeye başladım, şafak sökene kadar. O kadar gidip gelmişim ki, sonunda yoruldum.

Sakinleşip yukarı çıktım. Tekrar uyuyayım dedim, imkânsız. Sabahı bekledim. Sabah olduğunda kan çanağına dönmüş uykusuz gözlerle avukatın yolunu tuttum.

Sonraki yıllar bu gece hiç peşimi bırakmayacak arada sırada beni yoklayacaktı. Ve ben bununla yaşamaya alışacaktım. 


İşte bu travmalar benim kimyamı kurşun gibi eriterek başka kalıplara sokacaktı. Ben ise beynimle cebelleşip atlatmaya çalışacaktım.

O ise direnecek, öyle yağma yok diyecekti. Ben de bir insanın en büyük dostu da en büyük düşmanın da kendi beyni olduğunu yaşayarak öğrenecektim. Zor. Bunu demek kolay, ancak zorluğunu yaşayan bilir. 


Bu yolda şunu öğrendim. Spinoza'nın dediği gibi, "korkusuz hiçbir umut, umutsuz hiçbir korku olamaz." Aslolan cesarettir. Fark yaratan da.

Ama korku yoksa cesaret de yoktur zaten. Üstüne gidip yenmek gerek. Korkuyu yendikçe ondan doğan boşluğu cesaret doldurur. Mecbursun buna.

Çünkü korku, korkulandan daha çok zarar verir insana. Acı çekeceğim diye korkan insan, korkunun acısını çekiyordur aslında.

En büyük olanı da ölüme dair olandır, insanlar üstlerine alınmasa, yokmuş gibi davransa da. 


Dedemin medrese arkadaşı Said-i Nursi'nin, ona söylediği bir sözü geliyor aklıma. Onu, 19 kez zehirleyip öldürmeye çalışıyorlar, ama başaramıyorlar.

Bir talebesi "Ölmekten korkmuyor musun üstat?" diye soruyor. O da o meşhur cevabı veriyor:

Ecel tektir değişmez.


"Nasıl yani" diyor talebesi. Cevap çarpıcı inanan biri için. "İnsanın eceli insanı korur" diyor. Bu söz aslında onun söylediklerinden ziyade destansı yaşamını açıklıyor.

Yoksa onca badireye bir insan nasıl katlanabilir böyle bir amentüsü olmazsa. Yani demem o ki herkesin bu konularla kendine has bir baş etme yolu olmalı mutlaka. 

Evet, işte böyle... 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU