Ver mehteri!

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Mehter-i Turan

2022 yılındayız. 100 yıl öncesine gidecek olursak Osmanlı hala yaşıyordu. Ama bu yaşama, dalı, gövdesi budanmış, biraz garip bir benzetme olabilir ama başı arabanın camına sıkıştırılmış "İffet" misali bir yaşama idi.

İmparatorluğun merkezi olan İstanbul, İngiliz işgali altındaydı. İstiklal Caddesi'nde Yunan bayrakları, sağda solda gezinen yetkili ama etkisiz memurlar ve askerler... Halkın genel psikolojisi rezalet. Savaşı kaybetmekle kalmamış, başkentin de işgal edilmiş.

Gelen Senegalli ve Hintli (aralarında Hindistan Müslümanları da var) askerlerin rezilliklerinin haddi hesabı yok. Hepsi de kayıtlara geçmiş ve aktarılmış.

Bu yüzdendir ki okuduk ve bildik. Tarih, okunsun ve tekerrür etmesin diye yazılır. Okumayanlar için tarih yoktur, anlatıcılar vardır.

Tarihi de dini de bir anlatıcıdan dinlerler. Bunların düşüncesi yoktur. "E okumuş ki, biliyor ki anlatıyor" derler.

Bu Cumhuriyetin ne bedellerle kurulduğunu ise bilmezler. Mahalle dedikoduları ve en avam, en seviyesiz yalanlara bile inanırlar.

"İngilizlerle gizli antlaşma yapıldı" de inanırlar. "Mekke ve Medine yok bahasına satıldı" de, yine inanırlar.

Toplumun bir kısmını, belirli semboller ve kıyafetlerin içerisine girerek rahatlıkla kandırabilirsiniz. Dinden konuşmak için sarık ve cübbe giyip istediğiniz kadar saçmalayabilirsiniz. Sizi eleştirecek kişi dinden çıkmaktan bile korkabilir.

Sizi eleştirenleri ise "Onun kadar âlim ol da ondan sonra konuş" diyerek de susturabilir. Bunun tersi de mümkün.

Bir keçi sakal ve at kuyrukla sol retoriğin ezberiyle konuşup ılık gözlü bir liberal olarak "Türkiyelilik" kavramından bahsedebilirsiniz…


Şekil, Türkiye'de her şeydir. Mahalleli sizi görmek istediği gibi görmeyi sever.

Dinleyicilere bir şeyler vermek için Türkiye'de öncelikle onların dilinden ve ruhundan konuşmalı ve onların geldikleri mahalleleri yüceltmeli, mümkünse cehaleti yüceltmelisiniz.

Yücelen cehaletle birlikte isminiz yayılacak ve "üstat", "hoca efendi", "muhterem" gibi lakaplarla çağırılacaksınız.

Türk milleti zekidir; ama zekice karar almak yerine duygularını kullanmayı seçer. Başının bitten, bir yerlerinin …… kurtulmamasının da temel sebebi budur.

Türk milleti tembel değildir, çalışkandır ama okuma yazma tembelidir. Türk milleti derken onun içerisinde bu toprakların ekmeğini suyunu yemiş hepsini katarak söylüyorum. 

Ortalama bir Türk veya kendisini Türkiyeli gören herhangi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, pek az okur.

Dedemin mezar taşını okuyamıyorum diyen adama, "Ulan mezar taşını okuyup ne yapacaksın saf?" diyerek gülüp geçmek yerine ciddi cevaplar vermekle saçma mevzuları ciddi zemine çekiyoruz aslında.

Dünyanın en saçma şeyidir bu. Bir mezar taşında kişinin adı ve soyadı yazar. Bir de öldüğü gün… E zaten dedense herhalde adını biliyorsundur. Öldüğü günü e-devlette soyağacı bilgisi de veriyor. Dert ne?

"Dedemin mezar taşını okuyamıyorum"

İnan bana deden de okuyamıyordu evladım. Çünkü Anadolu'da okuma yazma oranları yüzde 2-3, Rumeli'de ise yüzde 5-6 bazı lokal yerlerde ise yüzde 10; o da en yüksek oranlardı… Şehirlerde yüzde 10'u geçiyor ama o rakamın da çoğu, gayrimüslimlerin okullaşması ile şişen bir rakam.

Yani Osmanlı'da okuma yazma oranına kabaca yüzde 10 bile deseniz bunun önemli bir kısmı gayrimüslimlerden oluşuyordu. Nüfusun yarıdan azını oluşturan Rum, Ermeni ve diğer Hristiyanlarda okuma yazma oranları son derece yüksekti; çünkü daha 1834 yılında misyonerler, Osmanlı ülkesindeki Ermenileri Protestan yapmak için kolları sıvamıştı.

Modern anlamdaki ilk misyoner okul, Beyoğlu'nda bu tarihte kurulmuş. Ardından Harput (Elazığ) ve Kayseri'de işe koyulmuşlar.

Ermenilerden pek az bir kısmını Protestan yapmışlar ama onların hayatlarında başardıkları en önemli iş, şüphesiz Ermeni halkının sınıf atlamasına sebep olan okur-yazar oranının artmasıdır.

Bu oranın artmasıyla Avrupa'da ne basılıyorsa ve ne üretiliyorsa giriyor imparatorluğa.

Ha sanmayın ki belli bir müfredat ve talim terbiye kurulu var. Yok efendim. Çiftlik!

Basılan yayınlar, okutulan eserlerden bazısı elime geçmişti. 1893 senesine ait bir kitap. Coğrafya üzerine bir yayındı ve ülkemizin doğusunda koskocaman "Ermenistan" yazıyor.

Düşünün bu kitaplar okutulmuş ülkede. Devlet var yok arası… Var elbette ama eli kolu bağlı. Var elbette ama fakirin fukaranın vergisi ile dönüyor. Var elbette ama o fakir ve fukaradan vergiyi toplayanlar da duyun-u umumiye memurları. 


Yani bir nevi yarı sömürge ülkesiydi Osmanlı…  

1881 tarihi enteresan bir tarihtir. Atatürk'ün doğduğu tarih olması bir yana, Osmanlı'nın mali olarak iflas ettiği ve kendi kendisini adeta inkâr ederek kendi ekonomisi üzerindeki kontrolü yabancı devletlere teslim ettiği bir tarihtir.

Bu tarihten sonra aslında Osmanlı devletinden değil, ancak Osmanlı ülkesinden söz edilebilir. Zira ülkeleri oluşturan ve idare eden sistemli erk olan devlet, gerçek manada var-yok arasıydı.

Hiçbir şekilde milli değildi ve milli eğitimin adı da yoktu. İlgili bakanlığın adı da zaten Milli Eğitim değil Maarif Nazırlığı idi. Maarif yani arf kökünden (bilgi, beceri) geliyor. Öğretim-eğitim demek. Öğret de ne öğretirsen…

Zaten o günlerde de esas mesele alfabenin öğretilmesi. Okur-yazar insan o zamanlarda üniversite tahsilli gibi saygı görüyor. Üniversite ise zaten çok az kişinin ilerleyebildiği, eğer babası ve ailesi önemli kimseler değilse kolay kolay giremedikleri bir yer. 

Sanıyor ki mezar taşında çok önemli şeyler yazıyor. 2-3 beyitlik bir şiir varsa vardır. Kalanı ise hüvel baki diye başlar, el Fatiha diye biter. Budur yani. Bunu okusan arif mi olacaksın?

Osmanlı'da okuma yazma bilsen de ülkenin her yerinde bulunan basılı ve standart her yerde az çok bulunan eserlerin adedi 40'ı 50'yi geçmiyordu ki.

Sivas'ta Zara'nın bir köyünde doğdun. Ne bulacaksın okumak için? Okullaşma yok doğru dürüst basılı eser yok neyi okuyacaksın? Kırk Sual ve Mızraklı İlmihal buldunsa öp başının üzerine koy.

Kırk Sual de bir garip kitaptır ayrıca. Peygambere "Ahir zamanda olacak işlerden haber ver ya Resulullah!" diyorlar ve anlatılanların yarıdan fazlası israiliyat. Uydurma yani.

Yecüc Mecuc betimlemesi vardı ki evlere şenlik. "Kulakları o kadar büyüktür ki birini yastık diğerini döşşek eylerler, kadınları bin erkek bin de kız doğurmadan ölmez" diyor.

Din diye Anadolu'da ve Balkanlarda bol bol bunlar vardı düşünün… Ülkedeki cehaletin kökeni için yüzlerce yıl geriye gitmek ve felsefenin terk edildiği dönemleri tespit etmek gerekiyor ki bulasınız düşünce saatimizin ne zaman durduğunu.


Evet, mezar taşı diyorduk… O şaşalı sanatla yazılmış mezar taşları da avamın mezar taşları falan değildi eşrafındı ayrıca. Ya kadıdır ya kethüda, ya şeyh efendidir ya müderris. Ya bir tüccar ya da bir yerde katip.

"Dedemin mezarını okuyamıyorum?" Okuma abi sen… 

Alfabe öğrenmek dünyanın en kolay işidir. Şahsen rahmetli babamın Almanya'dan Türkiye'ye gelirken getirdiği karayolu haritasında Kiril alfabesiyle yazılmış şehirleri çok merak etmiştim.

Bu şehirleri gösteren bir diğer atlası açarak harfleri eşleştirmiş ve öğrenmiştim. Kiril alfabesini bir haftada akıcı şekilde okuduğumu hatırlarım.

İnsanların önünde yalan söyleyecek halimiz yok. Okuma yazmayı 5 yaşımda Kumbara dergisine bakarak ve ablama sorarak öğrendiğim için müdür odasındaki bir sınav sonrasında 2. sınıftan başlatmışlardı ilkokulda beni. İleri zekalı olduğumu sanmıyorum ama merak beni taşıdı bugüne. 

Her şey azmetmek ve merak işidir. Arap alfabesini de camide 15 günde öğrenebilirsiniz. Bu serzenişi en çok dillendirenler ise maalesef muhafazakâr kesim.

İyi biliriz ki çoğumuz küçükken camide elifba eğitimi gördü. Yaz kurslarında eline cüz alıp terliği giyen öğrenirdi bu alfabeyi… Benimle birlikte camiye giden adamlar söylüyor "mezar okuyamıyoruz" diye. Ne demek okuyamıyorum?

Alfabesini öğrendiğin şeyi okuyamıyorsan sende bir sıkıntı var demektir. Eşeklemesine mi okudun o cüzü be adam?

En fazla P, J, Ç harfleri eklenmiştir Osmanlı yazısına ve J harfini de kolay kolay hiçbir mezarda bulamazsınız.

Sadece meraktan geçen sene Gürcü ve Ermeni alfabesini öğrendim, okumaya başladım. Merak kardeşim merak. İnsanı vezir de eder, rezil de. 

Bu ülkede Osmanlı döneminde Türk halkının üzerine çivi çakılmamış denecek bir cehalet maalesef vardı. Aynı dönemler Avusturya'nın kasaba ve köylerindeki okuryazarlık ise bizimkine göre 5 ila 6 kat fazlaydı.

Harf devriminden önce ülkemizde oranlar, erkeklerde 12.99 kadınlarda ise yüzde 3,67 çıkmış. 7 yaş üzerindekilerde ise yüzde 17,42 ve kadınlarda yüzde 4,63 oranlarında. Bunun kaynağı ise 1927 yılında yapılan sayımdır isteyenler ulaşabilirler.
 

1.jpeg
Kaynak: https://kutuphane.tuik.gov.tr/pdf/0018326.pdf

 

"Dedemin mezarını okuyamıyorum"

- Dedenin taşı Orhun Kitabesi mi? Ne yazıyor olabilir o taşta düşün bakalım?

"Dedenin mezarını okuyamıyorum"

- Dedenin dilini konuşabiliyor musun peki? Dedenin dilinden zerre kadar anlıyor musun? Hadi alfabe değişti. Ama yasaklanmadı ki? E peki dili kim yasakladı?

Zengin bir İstanbul Türkçesi ile konuşmaktan aciz, dili 300 kelime ile zar zor konuşan mukallitler sürüsünün ezberidir bu "Dedemin mezarını okuyamıyorum" ezberi.

"Dedemin mezarını okuyamıyorum"

Deden babana ne verdi ki sen ne olasın? Dedenden bir asalet gelse idi baban da sana aktarırdı. "-de, -da" eki ile "-ki" ekinin nerede bitişik nerede ayrı yazıldığını bilmeyen kim varsa bunlardan duyarsınız bu lafı.

"Dedemin mezarını okuyamıyorum"

Sen neyi okuyorsun ki zaten? Eloğlu Mors alfabesini öğreniyor. Kilitli kaldığı mahzenden insanlara demirlere mors alfabesi ile vurarak yardım çağıranlar var.

Kimisi ailesinde hiçbir konuşma ve işitme engelli kimse yokken işitme engellilerle konuşabileceği hareket ve simge dilini öğrenmiş.

"Dedemin mezarını okuyamıyorum"

Bunu diyen adamın dedesini araştırın. Mutlak çobanın biridir. Aşağılamak için söylemiyorum ama çoban ya da gariban bir köylüdür ve üzerinde isim bile yoktur o mezarın…

"Dedemin mezarını okuyamıyorum"

- Cebine soktuğun sigaranın üzerindeki yazıları okuyor musun?

Sağlığın orada yazılanlarla yakından ilgilidir.

- Haberlerde geçen son dakika yazılarını ve altta yürüyen şeritteki borsa haberlerini ve dövizin seyrini okuyabiliyor musun?

İşte o da ekonominle ilgilidir. Okuyacak bir şey arıyorsan oradan başla.

- Aptalca bir ezberle "Lozan'ın gizli maddeleri" safsatasına inanacağına aç da iki yazılı eser oku. 

"Dedemin mezarını okuyamıyorum"

- Okuma benim gereksiz kardeşim. Dedenin mezarı ile Kuran alfabesi aynıdır. Kur'an-ı Kerim'i merak etmemiş olan bir cahil pek tabiidir ki dedesinin mezarını da okuyamaz.

Sen varlığın özüne dair yazılı hiçbir eseri merak edip okumamışsın yokluğun anıtı olan mezar taşlarını dert etmişsin. Okuma sen!

"Dedemin mezarını okuya…" demekte iken çaaaat diye ağzına terlikle vuracağınız insan tipidir bunlar.

Bunları eğitmek en zordur. Ama en kolayı nedir bilir misiniz?

Dehlemek! Binip dehlemektir. Binmediğiniz at, merkep veya katırı dehleyemezsiniz. Önce binmeniz lazımdır. Bindikten sonra dehlersiniz.

Öyleyse ters mantıkla düşünürseniz dehlediğiniz kitlenin sizi götürmesi çıkarınız vardır.

Demek ki cahil dehlemek, binicinin biniş süresini uzatır. Kanatmayacak kadar kırbaç, ölmeyecek kadar arpa. Fazlasına gerek yok.

Şimdiye dek çoklarına "üstat", "hoca efendi", "gavs" veya "muhterem" dediniz. Onların size okuduğu yalan yanlış bilgilere inandınız.

Beyninizi ipotek edip söylenenleri ezber edip savundunuz. Dindarınız Kuran değil cevşen okudu.

Siz zaten başınıza gelenleri hepten hak eden bir toplumsunuz. Cahil ve uslanmazsınız. Sizler eğitilmez, sizler belayı hal etmiş bir kavimsiniz…   

Sizce yukarıdaki kısmı neden yazdım? İşte bunlar linç sebebidir. Okurken bile bana bilendiniz ve sinirlendiniz değil mi?

İşte Ya'sin Suresi'nde şehrin bir tarafından koşarak gelen ve linç edilen kimsenin kıssası ile aynıdır bu.

O adam da halkını uyarmış ve Allah'ın elçilerine kulak vermelerini istemişti. Ancak onlar yaşam tarzlarını değiştirmediler. Sizler de değiştirmeyeceksiniz.

Size cehaletinizi söyleyen, eksiğinizi söyleyen, kusurunuzu söyleyenleri linç etmek isteyeceksiniz.

Bunun tersini yapanları ise başınızın üzerinde tutup zirveye taşıyacaksınız. İlkokul mezunu birinden "hoca efendi" yapan da sizsiniz, Yunan uçaklarıyla Kuvvacılara karşı "teslim olma ve direnmeme" fetvaları dağıtılan adamı "kahraman" ilan eden de.

Adamın itirafı, mahkeme kayıtları ve uçaklardan atılan bildiriler bile duruyorken, sayfalar ciltler dolusu kayıt varken tüm kanıtların tersine inanabiliyorsunuz.

Konya'da Ankara'ya kadar direkler dikilip hocaların asıldığı masallarına da inanabiliyorsunuz. Hadi hiç kimse çekmedi bir tane de yabancı fotoğrafçı da mı çekmez? Yüzlerce kilometrelik hat sonuçta…

Devletin direk bulsa Çakmak hattına siper inşasına göndereceği, elektrik direği yapacağı dönemlerde işimiz yoktu da imam asmak için direk dikeceğiz. Kafa kesti dese daha inandırıcı en azından masrafı yok.

Şeyh Sait ile Seyit Rıza gibilerinden kahraman çıkaran da sizsiniz. Tüm bu isyancıların elimine edilerek onlar üzerine inşa edilen cumhuriyetin ekmeğini yiyerek büyüyen ve tüm mirası uydurma hikayelerle sulandıran da sizlersiniz…. Sizlersiniz derken hepimiziz, bizleriz.

Ama maalesef yalan bilgiyi seviyoruz. Bunu birçok kez denemişimdir. Kolonyanın özünün kolonlara sürülen yağ olduğunu söylemiştim bir arkadaşa.

Doğrusunu söylemeyi unuttuğumdan seneler sonrasına nasip oldu Kolonya kelimesinin Köln'deki 4711 numaralı evde başladığı hikayeyi anlatmam.

Wilhelm Mülhens denen adam Köln şehrinde Glockengasse numara 4711'deki dükkanında ilk kolonyayı üretmiş ve Köln'e de Fransızlar Cologne (Kolonya) dedikleri için adı böyle kalmış… demiştim. Hatta Almanlar hala Kölnische Wasser (Köln suyu) derler de demiştim.

E inanmadı tabi yeni hikayeyi de yalan sandı... İlk hikayeyi ise şaşıra şaşıra dinlemişti. Çünkü o hikayenin içerisinde pislik ve Yunan motifi beraberdi.

Eski Yunan'da mermer kolonlara sıcaktan çatlamasın diye yağ sürdükleri için koku yaptığını ve güzel kokularla bu pis kokuyu aşmaya çalışırken o yağı zamanla aromalandırdıklarını ve yine zamanla kolonyanın keşfedildiğini söylemiştim. Kolon yağı kolonya oldu demiştim.

Çok da saf biri değildi o arkadaşım ama elimde çay bardağı ve başımda fes olmasa da hayli inandırıcı şekilde söylediğim için inanmıştı.

Vurgu ve samimi tonlama varsa saçma da olsa inanıyor insan. Sanki Eski Yunancadaki kolon ve yağ kelimeleri Türkçeymiş gibi… Allah'tan kolonya kelimesini "kolos" kelimesine bağlamadım. Oradan da farklı bir hikâye çıkardı ama neyse.

George Bernard'ın bir sözü vardır; "Yanlış bilgiye dikkat edin çünkü doğru cehaletten daha tehlikelidir" diyordu. Gerçekten de öyledir. Yanlış bilgiyi okuyanlar kendilerini "bilgiyle donanmış" sanan ve cehaletini kabul etmeyen kimselerdir.

Bunlar bilenleri de susturan, gerçeği trolleyen insanlara dönüşür. Fırsat verirseniz bu insanlar akademiyi de kirletir, hatta yerleşik ekolleri bile ortadan kaldırabilir.

Mevcut bilgi çağında insanların "cehaleti" ya da "yanlış bilgiyi" seçmesi de bir seçimdir. Ancak bu seçimin bedelini toplumun en alt katmanına itilmekle de yine kendileri en ağır şekilde yaşıyorlar. 

Kişinin bilgiye ulaşacak imkanı olmayabilir ama merakın tatmini bir şekilde mümkündür ve kitaba erişim için ödemen gerekmez. Kütüphaneye gitmen gerekir ki artık bu kütüphane akıllı telefonlarla ellerinin altındadır.

Özetle senin bir fikrin olabilir ve bu fikir seni "doğruyu bilmek" ve "cahil kalmak" arasında konumlandırır. Bilgiyi ne kadar çeşitlendirir ve araştırırsan ikincisine de yani cahil kalmakla arana da o derece mesafe koyarsın.

Aksi taktirde ilk öğrendiğin mecradan akan "sözde bilgiye" kendini kaptırmış insan, korkarım o bilginin sloganlaştığı sözde ideallerin rant piramidinde bir taş olur ve bu sloganları kullananlarca dehlendikçe dehlenir. 

İnsanların bu tarz dehlenmeleri istediğini ve sevdiğini düşünüyorum. Çünkü fakir, fukara ve üstüne cahil de olsa mutlaka özgüven duyacak ve bir yerlerde "kazanan" olmayı ve gurur duyacak şeyler bulmayı ister insan.

Aldatan eşine "Sana güvenmek istiyorum" derken iç sesinde "Bir halt olmadığını biliyorum ama en azından âleme rezil etme ve kandır beni" diyen âşık kadının tavrı gibidir.

Varsa kendi şehit dedesiyle yoksa başkalarının dedelerine "biz" kelimesini kullanarak övünür veya öykünür.

Dedesinin sağa sola borç takan bir serseri olduğunu bildiğim birinin "Rahmetli dedemin öğüdü gereği" diye başlayarak kul hakkı ile alakalı bir söz söylediği anı biliyorum.

Devamında ise bir dini menkıbeyi dedesinin başından geçmiş gibi anlatmıştı. Dedesi para çalıyordu torunu da slogan… Bozsam ben kötü olacağım. Baktım 500 küsur kişi beğenmiş. Adamdan değil diğer 500 zavallının ortasında hakikate dair bilgimin asaleti ve izzeti nefsini kirletmek istemedim.

İnsanları eğitme çabasında da en sıkıntılı süreç budur. Cahile cehaletini haykırmadan etmeden onları yüceltmek. Ülkenizin çoğunluğuna göre konuşmanıza "maslahat icabı siyaset" deniyor.

Bunu yapmayabilirsiniz. Onlara her şeyi çatır çatır haykırırsanız bu kez dışlanıyorsunuz ve amacınıza asla yaklaşamıyorsunuz.

Öyleyse dehleyin ve verin mehteri!

Öyle bir dehleyin ve kökleyin ki sloganları, halk sizi dinlerken adeta transa geçsin. O transla ardınıza aldığınız kitlenin inadına inadına işleri yapın ki işte en doğrusu da budur. 

Vaktiyle rahmetli Süleyman Demirel'e Yeni Asya cemaati denen klik çok destek vermiş. Ancak hiçbir desteğe rağmen de kendi cemaatlerinden birini vekil veya aday göstermemiş Demirel.

Bunlar bakıyor ki bir seçim iki seçim böyle en son Demirel'in yanına geliyorlar seçimi kazanmasını müteakiben…

"Efendim" diyorlar; "hayırlı olsun çok memnunuz başarınız için dua ettik gayret ettik çok da sevindik ama bizden bir arkadaşı ne mecliste ne de adaylar arasında göremedik de?"

Demirel her zamanki tavrıyla "E biz varız ya? Biz varız ya?" demesin mi?
Asrın trollemelerinden birisidir bu. Öyle göze böyle çapak işte. 

Demirel'in en sevdiğim özelliği de buydu. Halka başka konuşur ama mecliste başka şeyi yapardı. Çünkü halkı idare etmek için kullanacağınız cümlelerle devlet idaresinin disiplini ve kurumların yönetimi farklılık gerektirir.

Muhatabınız olan ve beslendiğiniz tabanı yüceltir, benim işçim, benim köylüm dersiniz ama tutup o çiftçiyi de rektör yapmazsınız yani. Hem edepli çiftçinin de rektör olmakla işi yoktur. Haddini bilirdi eskiler. Şimdikiler ise haddini değil kendisini bile bilmiyor.

Şimdi çiftçi bile olamayacak adamlar "her şey olabilirim" mantığında düşünebiliyorlar.

Çok yakın bir zamanda bir arkadaşımın tüm hayatı boyunca toptan mal alım satımı yapmış olan babası Balkanlarda bir üniversiteden diploma alma hevesiyle birkaç bin euro harcadı.

"Niye?" dedim. "Ya siyasette ayağına takılır demişler… Kullanmayacak ama bulunsun diye aldı" dedi. 

Artık sahte yüksek lisans ve doktora tezleri yazanları ve fiyatlarını duyuyoruz. Bunları sektöre dönüştürenleri ve bundan ekmek yiyenleri eğer bir yetkili bana özelden soranlar olursa söylerim.

Kaç kişinin bu adamlara tez yazdırıp ülkede akademisyen olduğunu bilmiyoruz. İntihal yapan birini şikayet etmiştim. Ankara'daki ilgili daireye kopyaladığı kitapla kopyalanan kitabı da göndermiştim hatta.

Adam hala devletten ekmek yiyor mesela. Şimdi işin komik yanı ne biliyor musunuz? Bu çalıntı tezlerle akademisyen olanların veya kitap yazanların da milleti dehlemekten başka yapacak bir işleri yoktur.

Geçtiğimiz sene bir kadın, üniversite tahsili hiç olmayan bir kadın Anadolu'da bir üniversitede akademik kadroya Doçent olarak atanmıştı. Daha öncesinde ise Irak'ın kuzeyinde sözde "Kürdistan" Bölgesel Yönetimi'nde bir üniversitede derslere girmiş. Şaka gibi işler.

Bir diğer kadın da kendisini Bulgaristanlı Türk Profesör olarak gösteriyordu. Kadınla konuşmuştum ve "Hangi üniversiteden mezunsunuz?" demiştim. Çok sıkışınca Belgrad Üniversitesi demişti. Belgrad'a gittiğimde ilk olarak bu kadının adını aramıştım. Bir tek kütüphane girişi bile yoktu. Uydurma yani…

Sosyal medyada paylaştığı yazılar da başkalarının tezleriydi. Söyleyeni engelliyor veya yazdığını siliyordu.

Ama Facebook hesabında sürekli cahil dehlemekle meşgul.

Harp Akademilerini ve Tarih kurumunu trollemiş kendisi daha ne yapsın? Var mı ötesi? Soran olursa yetkililerden söyleriz kimdir necidir. Dilerim sorarlar…

Her yerde "Profesör Doktor" unvanı ile gezinip belediyelerde konuşmacı olarak davet alıyor. Banka emeklisiymiş. Daha tutuklanmadı mesela. Çünkü basına yansımadı. Çünkü sosyal medyada patlamadı.

Ülke kurum ülkesi ve kurallar ülkesi olmadığı için ya sosyal medyada rezillik ayyuka çıktığında işlem başlatılıyor ya da basında haberi çıktığında.

Bu tür müptezellerle dolu ülke. Akademi de bilim de bunların dehlemeleri ile cazibesini yitiriyor ve hakikatin talebeleri, bilginin gerçek emanetçileri arada kaynıyor ve çoğu meraklı gencimiz ise hiçbir akademide görev alamadan ziyan oluyor.

Lakabı "Hadım" olan bir paşanın torununun olduğunu iddia eden tarihçileri dinliyor millet. 

Farklı olanı söylemek adına konuşanlarla, memesini ya da baldırını bacağını açarak ünlü olmaya çalışan arasında fark yoktur aslında. 

Ama yine de ilgi çeker bu tür çıkışlar. Doğruyu değil de ilginç olanı dinlemek ister insan… Kiminin de acısıdır bu. Cehaletin verdiği rahatsızlıktan kurtulmak ya da cehaletin sesini kısmak için ortaya atılır bazen araştırmacı insan.

Araştırmayı güdüleyenlerden biri de budur. Ama çoğu kez ya kaynak bulamaz ya da gerekli saygıyı görmez. İşte o zaman da devam etmez.

Gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkelerdeki araştırmacıları da birbirinden ayıran başlıca nüans buradadır. Birinde teşvik edilirsin diğerinde ise bıktırılırsın.

Sarı Saltuk hoşgörü sempozyumu yapalım diyen profesörleri gördü bu gözler. Oysa Sarı Saltuk'a dair birincil kaynak olan "Saltukname" adlı eseri okursanız kiliseleri yakan, vurduğu adamı ortadan ikiye ayıran, keşiş ve rahiplerin boynuna kılıcı dayayıp "bre kafir Müslüman ol ya da öl" diyen bir savaşçıyı görürsünüz.

İçindekilerle birlikte kiliseyi ateşe vermesi kısmına girmiyorum.

Düşmanın eline koz vermek, kendi ayağına sıkmaktır Sarı Saltuk lafları…

Bir üniversitede Sarı Saltuk araştırma merkezi var mesela.

Bir Sırp, bir Bulgar, bir Yunan çıksa dese yahu neymiş şu Sarı Saltuk bir çevirelim şu eseri dese, ortaya DEAŞ militanı gibi bir karakter çıkacak. Bizim hakkımızda yazıp yuvarladıkları ne saçmalık varsa delili bu eserdedir arkadaşlar.

Peki, bu eser gerçek midir?

Eğer bu esere gerçek dersek Sarı Saltuk'un ejderhalarla da savaştığına inanmamız gerekir. Ama gerçekliği de ejderhalarla savaştığı kadar tartışmalı olan ve onlarca yerde onlarca mezar izafe edilen birinin bir masal karakteri ve bir pragmatik anlatım öznesi olduğunu bilirseniz olay farklıdır.

Kral Arthur ve Camelot kalesi ile Excalibur kılıcının gerçekliği gibidir Sarı Saltuk'un gerçekliği. Bunun hoşgörüyle de bir alakası yoktur bunun öyle gerçekliği kanıtlanacak ve araştırması yapılacak bir yanı da.

İnsanların savaşa ve yiğitliğe özendirildiği epik zamanların epik karakterleridir bunlar. Tarihin, masalın ve dinin birleştiği yerde bulunurlar ve tam da orada bırakılmalıdırlar. Ötesi değil.

Çünkü bunlar insanların eğitim almadıkları dönemde ait olmaları gereken safta durmaları için küçüklere anlatılan ve onları şekillendiren kültürün yapılandırmacı hikâyeleridir.

Dua edelim ki Sarı Saltuk henüz Balkanlardaki Hristiyanlarca araştırılmadı.
Bunlara eğilen ilk kişi eline öyle bir malzeme geçirecektir ki tüm hoşgörü hikâyeleri ve tüm barışçıl Türk yönetimi o yanan kiliseler ve ortadan ikiye yarılan insanların akıllardaki tasvirinde buhar olacaktır. İşte bu kadar safız işte bu kadar bilinçsiz işler yapıyoruz.

Dinde zorlama yoktur ama Saltukname'de vardır. Dinde ibadethaneler, kiliseler ve havralar emin yerlerdir ama Saltukname'de yakılabilir.

Şimdi Sarı Saltuk yoktur ve hikâyelerinin de büyük kısmı Aya Nikola'yla örtüşür (Noel baba oluyor kendisi) deseniz bu da yine linç sebebidir.

Büyük olasılıkla ikisi de olmayabilir. Her ikisi de masalsılaşmış kimselerdir.
Ama insanlar masala inanmak isterler.

Masalları da yıktığınızda uyumak için malzeme kalmaz.

Uyku ise güzeldir. Çünkü gerçek çoğu kez rahatsız edicidir.

Rahmetli İktisat Tarihçisi Ömer Lütfi Barkan'a ait bir kavram vardır: "Kolonizatör Türk Dervişleri."

Evet, bu tanım akademide belki binden fazla eserde, makale ve kitapta alıntılanmıştır. "Kolonizatör Türk Dervişleri"

Şimdi Barkan'ın bundan bahsettiği yazısını okursanız beni anlayacaksınız.

Anlattığı olay ve süreç aslında gerçek olmasına rağmen koyduğu tanım sakıncalıdır ama Türk milleti bundaki sakıncayı bile görmemekte direnmektedir.

Yahu hiç Balkanların İslamlaşması kelimesine Batı'nın sömürgeci sürecinin "Kolonizasyon" mantığı ile isimlendirme yapılır mı?

Sen Kolonizasyon kelimesiyle kendini anlatmaya çalıştığın andan itibaren "i'la-yi kelimetullah ve nizam-ı Alem" yani Allah'ın adını ve mesajını yüceltmek ve Aleme nizam vermek kavramları ile anlatmaya çalıştığımız "tebliğ" ve "fütuhat" kavramını çoktan sulandırıp çürütmüşsündür demektir kendi hikayende. 

Kral veya Kraliçe adına haçı, kiliseyi ve bayrağı dikip halkı da bir güzel topluca vaftiz edip yönetici elit nüfusunuzu getirerek kolonize etmektir kolonizasyon.

Kendi yerleşimcilerini getirmek ve kaynaklarını sömürmektir. Bir kere bunu eleştirdim "Yahu ağalar durun bu kelimeyle kendimizi anlatmamız kendi fetih sürecimizi ve Balkanlardaki İslamlaşmayı Hristiyanların hikâyelerine göre anlatmaktır" dedim.

"Sen kimsin Ömer Lütfi Barkan kim?" diyenler oldu.

Aynı kafalar ben onların hoca efendilerini eleştirdiğimde de "Sen kim hoca efendi kim?" diyordu.

Düşünce ve özellikle hür düşünce maalesef yoktur artık bizde. Linç vardır. Bir güzel linç! 

Akademide de şeyhler ve muhterem hoca efendiler kültü devam etmektedir. Öğrencisinin hocasını eleştirdiği ortam göremedim ben hala Türkiye'de.

Zamanında ben yaptım onda da hocam beni danışmanlığından çıkarmıştı. Başka bir danışmanla yoluma devam ettim tabi. Çok mu zor?

Böyle oluyor sonucu. Biat daha okul sıralarından başlıyor ve akademide devam ediyor. Biatı eleştiren akademisyenler de kendilerine biat eden titre sahip teba yetiştiriyor. Herkes bir diğerine tabi olmak zorunda.

Vaktiyle Jung ve Adler'in Freud'a posta koyduğu gibi posta koyacak billur pardon yürekli akademisyenlerimiz çıkmıyor nedense.

Derslerimden sonra özellikle soruyorum; "Sorusu olan var mı?" İtiraz eden görmek istiyorum çünkü. İtiraz olmalı ki fikir olgunlaşsın. Kafalarda soru işareti olmalı ki doyurulsun.

Bir asistan çıksın da profesörüne ya da danışmanına itiraz etsin bakalım görürüm onu. Teba yetiştiren eğitim sisteminden çıkıp da bir parti tabanına "teba" demek de kimsenin harcı değildir.

Ülkede partilere oy verenlerin kendi belediye başkanlarının saçmalığını eleştirmekten korktuğu ya da görmezden geldiği durum da bunun bir tezahürüdür. Kravat da taksa cüppe de giyse şeyh ve mürşit, kral ve teba arasındaki ilişki değişmiyor.

Cehaletin yönetimi ile başlar eğitim. Ama siz o cehaleti iyiye doğru evirmek yerine bunu isteğinize göre evireceksiniz ki kitleniz sizin gerçekliğinizi bilsin ve takip etsin.

O gerçekliğe inandıkları sürece de gerçek adına sonuna dek gidecek kimseleri kazanmış olursunuz. Tüm dünyada yapılan şey az çok budur ve 1984 romanını okuyanlar bunu az çok bilir. Her fikir akımı kendi tebaasını üretmek ister. Sentez ise işte burada ön plana çıkar.

Teze karşı antitezi okursun ve kendi sentezini belirlersin. Eskiden komünist dönemin bir "Sistemin model insan tipi" tiplemesi vardı. Bu tipleme batıda "vergisini ödeyen insan" iken günümüzde bununla da yetinilmeyip "vergisini ödeyen ve LGBT'ye saygılı" şartına dönüşüm geçirmiş durumdadır.

Onlarda da buna tabi olma şartın vardır. Dayatmayı yazılı ve görsel basında filmler ve sanatın içerisine giydirerek bol imge ile algı yönetimi şeklinde verirler ki usul genelde budur.

Ama usul yetmediği için artık farklı enstrümanlar da kullanılır oldu. Bu apayrı bir yazının konusudur… Bu konulara girenler de linç yemeyi göze alacaklardır elbet. Siz siz olun girmeyin. Rahatınız ve muhtemelen rantınız da bozulabilir.

İnsanların rahatını sakın bozmayın. Başarılı olmak istiyorsanız, koltuk almak istiyorsanız popüler cehalete oynayın.

Mümkünse o cehaleti cüretkar ve organize hale getirip bir parti kurun ve gerdikçe gerin ve toplumu gerdikçe oylarınızı konsolide edin. Bunu yapmaz ve mahalleleri ayırmazsanız işiniz zor.

İnsanları da iyiliğe falan çağırmayın. İyiliğe çağırıyor gibi yaparak yine kendinizi parlatın yoksa Ya 'sin Suresinde hikâyesi anlatılan Habib i Neccar gibi bir yanından koşarak geldiğiniz şehrin diğer ucunda linç edilirsiniz.

Artık nezaketin zaaf, bezginlikten doğan sükûtun ikrar, yorgun sessizliğin teslimiyet olarak algılandığı bir noktada cehalet haykırmasa da sesi yüksek çıkan taraf olacaktır.

Deliyseniz ses çıkartır savaşırsınız. Deliyseniz fikirlerinizle yanlış olanı düzeltmek adına inisiyatif alırsınız. Deliyseniz…

Akıllı adam uslu uslu oturur, maaşını alır, parasını sayar, keyfine bakar ve durumunu, konumunu yükseltir.

Halk, mehter istiyor. Hakkın dediği ve hak olan, doğru olan ne varsa kenarda kalsın, halkınıza ses verin siz!

Akıllı olun, verin mehteri.

Haydi! Ya Allah!

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU