Gelecek iskeleye çıkanındır!

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Yürüyüşte düşünecek çokça zamanım oluyor. 20 kilometre yürüyüşte eğer bir ayı ya da yaban domuzunun sabah kahvaltısı olmazsam orman bana iyi geliyor doğrusu.

Dün yürüyüşte de aklımda ülkenin değişen demografisi, göçmen, mülteci, geçici sığınmacı, muhacir gibi kavramlar ve buna dair insanlarımın tasalarını düşündüm.

Genellikle insanların korkularına bakıp korkan biri değilimdir. Onların korktuğu bir durum, bazen fırsat da olabilir ya da hiç korkmadıkları sokak hayvanı popülasyonu gibi durumlar bazen gerçek yok oluşun da sebebi olabilir.

Her gerçeklik içerisinde farklı ihtimallere gebedir. Gerçeğin parametrelerini okumak, farklı durumlarda ne tür sebep ve sonuç vereceğini düşünmekle projeksiyonlar yaparız.

Ben de bunları düşünürken benden biraz yaşlıca bir mühendis beyle karşılaştım. Adam köpeğin olduğu bir yerden döndü ama bende trekking bastonu olduğu için "Gelin birlikte yürüyelim" dedim. Tanıştık ve rotayı uzattık…

İyi de fikir alışverişi oldu. Benden yaşça büyük olması ile de tecrübelerini benimkilerle birleştirme şansım oldu. Şimdi buradan yola çıkarak o şunu dedi ben bunu dedim diye yazmadan oluşan fikirleri ve bunlarla sizde bir bakış geliştirmeye çalışacağım.

Arkadaşlar göç, hayatın doğası. Ama doğal olursa. Göç doğaldır ancak sınırlar ve kurallar da o doğalı dizginler.

Her doğal, bünyeye faydalı değildir. Atın tepmesi de doğaldır ama arkasında durmazsan. Zehirli mantar da doğadadır ve doğaldır ama yemezsen iyidir. Her doğalı bünyeye olduğu gibi kabul etmezsin, edemezsin.

Doğal olan her şeyi bedenine dalıyla budağıyla sokmadığın gibi doğal yollarla gelen herkesi de sınırlarından içeri almazsın.

Sınır namus değil, sınır tencerenin dışıdır. O tencerede senin kültürün kaynar, seni manen doyuran, ağzına tat katan ve yüzlerce yıldır bir arada kaynayan, kaynaşan kültürün… 

Bir yemek gibidir bu veya bir aşure… pişerken ona bir tane pirinç veya nohut atsan o pirinç, yemekte belli bile olmaz, araya kaynar. Birkaç damla su atsan çorba onu buharlaştırır ya da o kesif baharatlı ve şekerli tadında götürür… O da kaynar gider.

Ama sürekli pirinç, fasulye atar, sürekli su katarsan çorban pişmemiş tanelerle dolu abdest suyuna döner.

Nüfus, tencerenin içerisindeki aşure çorbası gibidir. Farklılıkların belli bir zaman süreci içerisinde kaynayarak ortak ya da ortalama bir tadı, ortak milleti, ortak ruhu meydana getirmesidir.

Bünyeye geç alınanın, tencereye sonradan eklenenin tadı yemeğin ortak tadından farklıdır ama bünyede kaldıkça ve kaynadıkça tencerenin her yanında homojen ve türdeş bir tadın parçası olur.

Bir ülkede makul nüfus göçü kabul edilebilir seviyesi binde birden azdır. Binde bir ile on binde bir arasıdır.

ABD'nin her sene aldığı göçmen sayıları da bu rakamlar arasındadır. Bu nüfusu bünyeye neden kabul ederler; Peki, göç iyi bir şey midir?

ABD, belli bir sınıfın ülkede etnik açıdan hâkim olmaması için "ulusal çeşitlilik" programı çerçevesinde bunu yapıyor.

Yapıyor ki meclis üyelerinin çoğunluğu, bürokrasinin çoğunluğu, bizde olduğu gibi ülkenin 2-3 bölgesinden çıkmasın.

Yapıyor ki insan insana alışsın, bir kültür veya bir bölgenin insanı cümle ülke genelini domine etmesin, ötekileştirme olmasın.

Yapıyor ki içine aldığı insanları geldikleri coğrafyalarda asker, akademisyen, yeri geldiğinde ajan gibi kullanabilsin ve ABD devleti hayatiyetini sağlasın.

Denver'da bir bayan vardı. "Li" adında ve coğrafyacıydı. ABD'de adından söz edilen birkaç Sinolog (Çin uzmanı) bilim insanından biriydi. Çin kökenli ve doğal olarak da Çincesi mükemmel.

Hindistan'da bir konferansta konuşmuştuk. Bilgilerinden yarım saat kadar istifade ettim. Bizde de benzeri olabilirdi oysa. Milyonlarca Çerkes, Boşnak, Arnavut, Giritli ve dillerinden hiç istifade edemedik.

Yunanca anadilli Müslümanları Yunanistan ile alakalı alanlara kanalize edemedik, şimdi de Arapça veya Afganistan dillerini konuşanlardan istifade edemiyoruz.

"Parmaklanmadan yürürsek kendimizi şanslı sayacağız belki ve onlardan istifade etmeyi geçtim onlar bizden etmesin yeter..." demişti bir arkadaşım. 

Gelenlerin profilleri çok ama çok düşük. Ensar ve muhacir kelimeleri ile gizlenecek şey değil görünen örnekler. Ilık şeyli Alman Vakfı beslemeli liberallerin "çoğulculuk" laflarıyla da açıklanacak bir mantığı yok.

Özellikle Afganistan ve Pakistan'dan gelenler, o ülkelerin adeta işsiz güçsüz ve ülkesinin en alt sektörlerinde bile tutunamamış suç katmanından geliyor.

Nepalli bir aileyi kaçırıp fidye istemişlerdi geçenlerde ve polisimiz Pakistanlı çeteyi başarıyla yakalamıştı. 

Vapurda ve metroda kadınlarımızın normal bir insanı uyarmaktan uzak hallerini çeken sapıklara hiç girmiyorum. Bunları Pakistan veya Afganistan'ın tamamıyla kıyaslamak da haksızlık olur çünkü nasıl Almanya'ya Türkiye'nin en kırsal kesimi gittiyse bize de gelenler o ülkelerin en kırsal kesiminden başkası değil.

Van'da Özalp'ın adını duymadığınız bir köyündeki insanımız bile inanın Peşaver'in dağlarında yaşayan insandan 10 kat daha medenidir.

Dünya böyle yapmıyor ama. Şehir görmeyeni şehre sokmuyor hatta kapıdan bırakmıyorlar. İstisnai olarak sınırı geçenler müstesna… Osmanlı da almıyordu ki şehrine kimseyi. Orası kültürün en özge ve biricik gözbebeği idi.

Ne var ki şimdilerde şehirlerimiz Kandahar'ı veya Peşaver'i aratmıyor. Ama bu gruplar içerisinde Suriyelileri ayrı bir yere koyuyorum. Çoğunluğu çalışkan ve azı ise problemli tipler. 

Suriyeliler aynı zamanda adaptasyon açısından da uyumlular ama bu demek değil ki kalmalılar. Hayır.

Türkiye milyonun üzerindeki insanları aldıkça aşurede bir unsurun tadını fazla abartmış oluyoruz. Onları geri göndermenin de altyapısını Esed ile oturup konuşacağımız günlere doğru yaklaşıyoruz. Daha doğrusu umarım öyle oluyordur.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bir de hala gelenlerle ne aşure kaynıyor ve bir ortak milli şuurda parçaları eritebiliyoruz ne de ortaya çıkan tat memnun edici. Problem, problemi üretiyor.

Ben küçükken pastaneciler Kastamonuluydu, kapıcılar da… Hamamcılar ağırlıklı olarak Sivaslı, Manavlar ve kabzımallar Arnavut, inşaat işçileri Doğulu, inşaatlarda iskeleleri yapan, iskelelere çıkanlar da Ordulu.

Normal insanın yapacağı iş değildir iskeleye çıkmak. Eskiden iş güvenliği de şimdiki gibi yoktu veya yaygın değildi. Güvenlik hak getire… Adam yürüyor binanın dışındaki iskelede ve işini yapıyor.

Kolay kolay kimseyi çıkartamazsın oraya ama oraya çıkmaktan başka hiç seçeneği olmayan adam çıkar oraya. Ama gelecek, tam da işte o iskeleye çıkanlarındır.

O adamın yapacak hiçbir işi yoksa o iş ona kalmıştır. İskeleye çıkan adam o işte para kazanır, çocuğunu oraya çıkartmayacağı bir işe yerleştirir ve buna şartlanır. O iskele adeta etnik ve kültür grupların dönme dolabıdır.

Zamanla Ordulular indi iskeleden ve Diyarbakırlılar çıktı. Sonra Diyarbakırlılar indi ve Türkmenler çıktı. Ardından onlar da indi ve Suriyeliler ile Afganlar çıktı.

Son ikisine dikkat edin. İskelede iken sıkıntı değiller ama iskeleden inen nesil sizin işlerinizi alacak nesildir. Çünkü gelecek o iskeleye çıkanlarındır.

Tüm sektörleri domine edecek olanlar da onlar olacak; çünkü Ahmet, Mehmet, Serkan, Cenk memur olmak istiyor.

Bu son iki etnik grup da iskeleden indiği zaman bilin ki tesisatçı, boyacı, oto kaportacı ve duvarcı, sıvacı, elektrikçi olacaklar. Çorumlu tesisatçı Hasan ustanın değil Rakkalı Faddal ustanın çatalıyla muhatap olacaksın artık.

O sektörlerden de indikleri zaman call center görevlisi, makam şoförü, öğretmen, doktor ve bürokrat hatta milletvekili olacaklar.

"Bir Suriyeli vekil ya da Afgan vekil, bürokrat olsa ne çıkar?" demeyin. Milli kararlara oyuncak gözüyle bakar.

Ülkenin geçmişindeki merhaleleri, Milli Mücadele'yi özümsememiş olan bir Arap veya Peştun, Türklüğü o Türklük içerisinde kendi farklılığı ile daha rahat yer bulabilmek için seyreltip daha da sentetik hale getirmek için her liboş karara imza atacaktır.

Bunu kasıtlı ve kötü niyetle yapmasa da yapacaktır; çünkü ben bugün Almanya'da yaşıyor olsam oy vereceğim parti ırk ve kültür ayrımını en az yapan, bana Alman olmayı en az dayatan ve Almanlığı en az yücelten veya hiç yüceltmeyen parti olacaktır.

Ben, toplumun içerisinde ben olarak yaşayacaksam onları seçerim ve karar mekanizmasına gelsem Almanya'yı Almanların kültürü vurgusunu taşıyan bir devletten çok; renksiz, kokusuz bir devlet haline getirmek isterim.

Ama Almanya'da yaşamıyorum ve Almanya da "Gel kardeşim ülkemde karar mekanizmalarına otur ve beni iğdiş et" diye yalvarmıyor.

Ama eğer beni Alman kimliği, kültürü ve tarihine ısındırmış iseler yani beni gerçekten inşa etmiş ve kültürlerini kabul ettirmiş iseler, Immanuel Kant ile yatıp Schubert ile kalkıyorsam, Rammstein dinleyip Humboldt'un kitaplarını okuyorsam, Almanlığı hazmetmişsem işte o vakit benden bir Fatih Akın ve Cem Özdemir çıkmış demektir.

Uzun ince yapısı ve yüzüyle Çerkes yüz hatları bariz şekilde "Almanım" diyen Cem Özdemir ile kara yağız tipi ve 2 cm kaşları ile "Almanım" diyen Fatih Akın şüphesiz Almanlığı kabul etmiş ve ülkenin devamına hizmet edecek göçmenlerdir.

Alman gibi görünmen değil Alman gibi düşünmendir modern ülkelerin milli güdüsü artık. Irk değil milli kültürü devam ettirmek yaşatır büyük ülkeleri.

Almanya için kazanımdır bunlar.

Ama bizde "Türklük yoktur", "Türk milleti aslında yok" veya "Türk demeyelim de Türkiyeli diyelim" diyen tipleri yetiştirecek ise o göçmen politikasında sorun var demektir.

Bunu bırakın aldığımız göçmenler şöyle dursun, ülkede doğup büyümüş kimi zevzeklerden duymadık mı? Duyduk.

Alanın değil, hâkimiyetin olan konu değil niye konuşursun? Alkışlayan olduktan sonra istediğini konuşmak, utanmazlığın ve cahil özgüveninin bir sonucudur.

Konuşuyor işte çünkü sonuçlarını bilmiyor. Kendisini rahat hissetmek için konuşma ve siyaset yapma alanındaki Türklüğün tanımını seyreltiyor ki o alanda rahatça top koştursun.

Aslında kendisi için yapıyor bunu ama onu dinleyenler bunu anlamıyor. Çünkü dinleyenler daha bir kuşak önce karasabanla pullukla uğraşan garibanlardı.

Benim babam gençliğinde Beşiktaş'ta kuru temizlemecilik yapan bir delikanlıydı. Onun babası da çiftçi. Ama şimdi ben akademisyenim ve benden sonra oğlumun çiftçilik veya kuru temizlemecilik yapmasını istemem.

Çalışmamdaki maksat benden sonrasının hayat standardının yükselmesidir. Medeni hayat tekamül üzeredir. Ama ben de bu noktaya gelene dek çok çabaladım. Eğer babam bir esnaf olsaydı veya Fransa'daki gibi bir aile şirketi parfüm atölyemiz olsa ve 12 kuşaktır onu yaşatıyor olsaydım herhalde 12 kuşaklık sermaye birikimi ve bunun zamanla gayrimenkulle doyurulmuş konforu bana farklı bir işi yaptırmaz, baba mesleğini sahiplendirirdi.

Dünyayı gezmenin pahalı olduğu zamanlarda yeryüzünü keşfetmenin en kolay yolu olarak ya uçaklarda kabin görevlisi olmuş ya da tur rehberliği yapmıştım gençliğimde…

Tüm saha bilgimin ilk altyapısı evde okuduğum kitaplar, üniversitede okuduğum kitaplar ve sonrasında bu yolla çıktığım turlar ve uçuşlar olmuştu. Coğrafi bilgimin çoğunu bu şekilde edinmiştim. 

Muhtemelen benden sonrakilerin böyle bir gayreti olmaz çünkü çocuğum şimdiden benle gezmeye başlayarak en az 12 ülkeye gitti bile. Şükür ki zekasından ve merakından çok memnunum.

Ama genel konuşmak gerekirse daha az gayretle büyüyen muhtemelen daha hımbıl çocuklarımız olacak. Daha az gayretkeşlik onları daha üst konumlar için çabalamaya sevk edecek.

Babalarından ahlak, dik duruş ve değerler eğitimi aldıkları için eyyamcılık, k*ç yalayıcılığı, araya politikacı sokmak ve diğerinin ensesine basarak yükselmek gibi güdüleri de olmayacak.

Ama şüphesiz oyunu babalarından bugu ve hileleri ile oynayanlara göre 1-0 veya 2-0 geride başlayacaklar.

Lakin daha üst konumlar, piramidin üst katmanları gibidir ve her üst basamağın daha dar bir alanı vardır. Piramitin en üstünde ise birkaç kişiden fazlasına bile yer olmaz. Üstlere tırmandıkça altları idare edersin belki ve çok zeki olmalısındır ki o az kişiden olabilesin.

Ne var ki aşağıdakilerin oylarını almak için artık muhatabının diline göre konuşursun. Toplumun geneli kırsal katman ise veya ülkenin bir bölgesi tavşan gibi artıyorsa veya şehirlere göç gönderiyorsa onlardan oy almak için yapmayacağın şaklabanlık kalmaz.

Bu özellikle şimdilerde kurulan butik partilerin bir açmazıdır. Tüm tuşlara basıyor adam. Hem Atatürk diyor hem Seyit Rıza diyor hem Şeyh Said diyor. Geriye bir William Wallace kaldı da Allah'tan iskoç nüfus yok.

Boşnak ve Arnavutların zaten öyle Türkiye'de bir ulusal eşkıyası olmadığı için kahramanlaştırıp simgeleştirecek ve oya dönüştürecekleri kimseleri de yok. Sadık Ahmet desen oy alacağın Batı Trakyalı Tüm Türkiye'de 200 bin kişi yoktur.

Bir bölgeden oy almak için bu butik partiler, dillerini liberalleştirdikleri ölçüde içlerinden çıktıkları millete de sırtını dönmeye başlıyorlar. Millet de onlara tabii. Politikacılar insanları yönetirken çoğunlukla muhatabın arzularına göre konuşmak zorundalar ve aslında bir ölçüde o kitlenin ortalama değerleri veya cehaleti tarafından da yönetiliyorlar.

Bin takipçin olunca sosyal medyada rahat konuşuyorsun ama on bin takipçi olunca ve çoğu da milliyetçi veya Kürtçü olunca daha uçlara seslenerek konuşuyorsun.

100 bin takipçin olursa ya bir gruba ait olup alanını ve söylemini onunla sınırlayıp blok görüşü temsil etmek yerine her yere mavi boncuk vermeye çalışıyorsun.

Edip Yüksel'i severim. Fikirlerinin özellikle "milli" ve "dini" konularda birçoğuna katılmasam da düşünen ve konuşan birisi. Ama Edip de bazen takipçi kitlesinin çoğunun Kürtçü olmasından dolayı o kitlenin etkisinde kalıyor. Onların diline onların alkışına göre konuşuyor.

Zaman zaman onlarla da ters düşüyor ve bir denge kuruyor ama takipçilerin ağırlığı onu da yönlendiriyor esasen. Nüfusun genel eğilimi, tepedekilerin söylemini ciddi şekilde etkiliyor. Nüfusun bir önemi de buradadır.

Bunlar meselenin bir boyutu. Şimdi diğer örneklere geçiyorum tek tek.

Bosna'da çok sevdiğim bir kebapçı vardır. Adam saat 3-4 oldu mu kapatır dükkânını gider. Hiç parasının tazısı gibi olup dükkânını geç saatlere dek çalıştırmaz. Günlük 50 kilo köftesini sattıktan sonra işi bitmiştir. Ama o 50 kilo etten fazlasını da satmaz işte.

Her köftesi bir başka yerde yediğimin kat kat üzerinde bir lezzettedir. Onun 3 veya 4'e dek iş yaptığını bilenler de erkenden gidip yiyeceklerini yiyorlar.

Dolayısıyla dükkânı uzun süre açmasına da gerek kalmıyor. Kanaatkâr ve zanaatkâr adamın hali böyle oluyor. Sordum "Şu işi çocuğun devam ettirir ne güzel işi büyütürsünüz."

Güldü… "Yok" dedi; "o istemiyor hem kalsın gün boyu ateşin başında köfte mi çevirecek? Avusturya'ya gidecek mühendislik okuyacak. Burs için puanları yetiyor."

Çocuk da zeki tabi. Gözünden ateşler çıkıyor adeta. "Tabi" dedim sustum… Ama o dükkân, o yerde kim çalışacak? Bunu da sordum adama. "Suriyeliler var" dedi; "Bir iki tanesi başladı. İyi de çalışıyorlar."


Gelelim diğer örneğe.

Bihaç'a giderseniz Lohovo köyünde arkadaşım Sandra Zuliç'in anne ve babasının işlettiği "Bijeli" rafting otelini görürsünüz. Mükemmel ve nehir kıyısında hoş bir yerdir.

Sandra Avusturya'da hukuk okumuş ve Graz'da düzenli bir işi olan sevdiğim ve ailece mekânında severek kaldığımız bir Boşnak. Kız kardeşi de orada evli ve orada çalışıyor.

Yazları ya da ayda bir geliyorlar Bosna zaten 3 küsur saat ötede. Babaları geçen senelerde vefat etti ve Bosna Hersek'in olimpiyat oyunlarındaki çalıştırıcılarından efsane bir adamdı. Annesi götürüyor oteli şu sıralar. Allah'tan çalışacak elemanları var ve dönüyor tekneleri.

Ama o iş Avusturya'daki kızlarına kalmayacak. Muhtemelen emekli olana dek Avusturya'da çalışacaklar ve günü gelince oteli satacak ya da kiralayacaklar.

Avusturya'da kurulu düzeni de terk edip kim Bosna'ya döner bilemem… Babaların yaptığı yatırımlar ve kazanımlar, ömürlük yaşamdaki ustalıkları çocuklarına kalmıyor.

Bu saydıklarım, kapasiteleri ve eğitimleri iyi olup haklı yere baba zanaatini devam ettirmeyenlerdi. Ama hiçbir entelektüel kapasitesi olmadığı halde baba zanaatini küçümseyenler de ya da en masum tabiriyle babamın sektöründe olmayı düşünmüyorum diyenler de…


Diğer örneğe geçelim.

Yüksek lisansta ders verdiğim öğrencilerimden bir genç var. Son derece efendi ve derse katılımından memnunum.

Tekirdağ'da bir evden eve nakliyat şirketleri var ve yakın zamanda babasını yitirdi.

Şirketleri 30 senelik ve bunlar hiçbir zaman yazıhanede, büroda oturup telefona bakmakla uğraşmamış insanlar. Mutlaka işçilerle koltuktu buzdolabı idi taşıyorlar.

"Hocam biz babamızdan böyle gördük" diyen eski usulden gelmiş kimseler. İşini kapatacakmış onlar da… Sebebini sordum tabi.

Bana anlattığı şey şuydu:

Hocam bizim işte haftanın her günü çalışılmaz. 1 gün çalıştın 1 gün dinlenirsin. Haftanın yarısı dinlenmekle geçmelidir. Ücreti de gayet tatmin edicidir. Yemesi içmesi, sigortası bizden olarak haftada 2 bin lira veriyoruz ama elemanlar ne diyor biliyor musunuz?

- 'Ben filan kargo-kurye şirketinde iş buldum oraya geçmek istiyorum.'


- İyi de orada sana verecekleri maaş 4.500 lira? Burada 8 bin alıyorsun. Niye?

+ Abi bu işi yaptığımı söylediğim zaman kız bile bulamıyorum kız bile vermiyorlar. Ama şirket logosuyla kurumsal işte çalışınca olay farklı… diyorlarmış.

Evet, yanlış duymadınız bunu diyorlarmış.

O adam kurumsal ve logosu olan binlerce çalışanın arasında olmaya özeniyor ama markete girdiğinde 8 binle 4.500 arasındaki farkı kasada görecek. 

Ben de öğrencime sordum: Peki, ne yapacaksınız?

"Hocam yabancı işçi çalıştırmayı düşünmüyoruz. Artık kapatacağız. İçime sinmeyen bir şeyi yapma pahasına sürdürmek istemiyorum" dedi.

Yani anlıyor musunuz beni?

Ey millet anlıyor musunuz?

Türk, iş gücü el gücü, kol gücü gerektiren işte çalışmıyor. İstemiyor ki!

Çiftçilik yapmak istemiyorlar. Sadece kar getirmediğinden değil. Size önceki tarımla ilgili yazımda da anlattığım onca sebebi var bu işin.

Türkü bırak, bu topraklarda doğmuş Kürtçe konuşan Zazaca konuşan kardeşlerimiz de oralı değiller artık bazı sektörlerle.

Üniversite dönemimde tüm Laleli ya Doğu blokundan gelenlerdi ya da doğuluydu. Getir götür işlerini yapan, atölyelerde paketleme yapanlar, yükleme, sevkiyat vs. işlerle uğraşırlardı.

Gedikpaşa'daki Çantacı, ayakkabıcı esnafın yanında mutlak beşer altışar doğulu ve Güneydoğulu gençler vardı.

Şimdi gidin kalmadı. İskeleden 70'lerde inen Ordulular yerini 80'lerde ve 90'larda Diyarbakırlılara bırakırken Eminönü, Laleli, Sirkeci'de piyasa elemanı oluverdiler.

Şimdi onlar da oralarda değil. İskeleden inenler iniyor ama yukarı yürüyor.

İskeleye kim çıkar? O riski kim göze alır? Ekmek için o riski göze alacak ve ondan başka hiç kimsenin o işe bakmadığı için o işin ona kaldığı gözü kara kimseler yapar o işi.

Gözü kara olduğu için değil ekmek için gözünü karartmak zorunda olduğu için yapar. Ekmek için 40 metrede panter gibi ekmeğini kazanan adamın girişkenliği ve çocuğuna bırakacağı azim, seni bir sonraki nesilde bilemedin üçüncü nesilde silip atar.

Fatih'te tatlıcılar vardı ben İstanbul Üniversitesi'nde iken. Arnavut'tu. Kalmadı hiçbiri. Tatlıcı yine var ama onların tatlıları yok, farklı tatlılar…

Goralı Sandviçini yapan adam, Fatih'te "Goralı" denilen etnik topluma mensup bir Balkan göçmeni idi. O da yok artık… Yürüdü ve Goralı adı da bir sandviç şeklinin ve markanın adı oldu.

Fatih kime kaldı? Şimdi adeta İdlib ve Erbil gibi bir yer ki ona hiç girmiyorum.

Belediye başkanı bile oraya hâkim kültürel gruplardan olmalıdır çünkü şehirsel alanda kırsal kökenliler arttıkça oyu fikirle değil hemşerici duygularla alırsınız.

New York Belediye Başkanı iseniz ya İtalyan ya Musevi ya da İrlandalı olacaksınız kaldı ki New York'ta kırsal kesimli öyle pek yoktur…

Arkadaşlar göç gereklidir ama "hazmedeceğin kadar." Hazmetmekten kastım nedir? Bir yemeği, bir fasulyeyi hazmetmek nedir? Bünyene katıp onu bedeninde enerjiye çevirmektir.

Milletleri de kendi bünyene katıp tek vücudun enerjisi haline getirebiliyorsan işte bu hünerdir. Ancak Taksim'de travestiler sokağını işgal eden eli şeyinde gezen Kandaharlı abazanlar sürüsü ile hazmedemez mideyi, göbeği çatlatırsın korkarım daha farklı yerleri de çatlatırsın…

Evlendim evleneli eşimle bir kez Taksim'e yılbaşı gecesi gitmeyi düşünmedim. Son 10-13 senedir Taksim hiç güvenli bir yer gibi gelmiyor özellikle gece vakti. Gündüz sokakları köpeklere, geceyse türlü milletlerden kimselerin insafına teslim bir ülkeyiz.

Yaşadığım yeri bile değiştirdim İstanbul'un en rafine en korunaklı bölgesine ormanlara yakın bir dış mahallesine çekildim. Mevziiyi kaybeden komutanın dağ eteğindeki kayalıklara çekilip yeniden mevzi kurması gibidir bu.

Şehirlerin merkezleri Londra'da, Prag'da, New York, Chicago ve Roma'da biblo gibi ve kültürün korunduğu alanlarken bizler parmak yememek için medeniyetimizin merkezi olan şehirlere girmiyor olduk.

Kendi Medine'sine (şehrine) giremeyen medeniyetin emanetçileriyiz.

Bu bir garabettir arkadaşlar. Bana bunu ensarla muhacirle açıklayana "Hangi muhacir eli şeyinde geziyordu?" derim.

İhtiyacı olan insanları seçmeden alan toplumlar kötüye gider. Düzensiz ve vasıfsız göçmenlerin şehirleri dönüştürücü etkisini geçin şehirleri kaotik ve terörize etme riskleri de vardır.

Adam Roma İmparatorluğunu yıkmış seni mi yıkamayacak? Öyle olmuştu. Kavimler göçü yıkmıştı Roma İmparatorluğu'nu…

Sadece bizde değil, Yunanistan'da, Atina'da da bu şirazeden çıkmıştır bir parça ama bizim kadar değil. Orada da gece vakti ipsiz sapsız tipler çok gezer ama o mahallelerde oturmazlar.

Oturamazlar ki. Pahalıdır çünkü ve Yunan devleti bir evde 20 Pakistanlının yaşamasına izin vermiyor. Gündüz dönercilik yapar adam veya saat satar, kemer satar Monastiraki meydanında. Ama orada yatmaz orada kalkmaz.

Süleymaniye'nin aşağısından başlayıp İMÇ bloklarına dek devam eden kısımda İstanbul'un en kaliteli ve korunmuş ahşap yapıları vardır. Birkaç kişiye sormuştum eski bir yapının tarihini. Adam "ez nı zanem nı femnım" demişti (Kürtçede "bilmiyorum, anlamıyorum" demekmiş ve onun yüzünden bu cümleyi ben de öğrendim) 

Şimdilerde ise buralardaki tipler daha da bir değişmeye başladı.

Kürt de bu toprakların bizim gibi bir insanı. Ama o binaların tarihini bilmeyen, oraya ait olmayan insanlar isterse Türk olsun, Yozgatlı, Çorumlu olsun, orada yaşamamalı.

Oralar, o mimari, daha rafine, daha kültürle iç içe insanlarla, pencereleri önünden begonvillerin sarktığı, içeriden kanun ve ut sesleri gelen, dışında temizlikten bal dök yala kaldırımları ile boy göstermeli.

Göstermeli ki şehrimizin citadel yani sur içi kısmına giren turisti yabancısıbize özenmeli. İçlerinden iyi giyimli insanlar çıkmalı, sokaklarında bağırtılar, farklı dillerde küfürler gelmemeli.

Yeni aldığın deri ceketi kenardan geçen bir el arabasının demiri kesmemeli. En üst kültür ve en üst ahlak ve şehirsel deneyime sahip insanlar yaşamalı orada. El yükseltiyorum, bırak birinin diğerini parmaklaması riskini, evlerin kapıları kilitsiz durmalı.

Biz kendi tarihimizin mimari bakiyesini bile yetim bırakmışız Yunan'ın Selanik'te kültür merkezine çevirdiği camiyi eleştiriyoruz. Pehh!

İMÇ'ye park ettim aracı geçen gün ve 20 kişiye sorayım dedim. Kadınlar kapı önündeler bırak sormayı beni anlamıyorlar ya da erkekle konuşacak sosyokültürel yapıda değiller. Biri tüp koymuş bir şey kaynatıyor, diğeri leğende kokan kırmızı bir şey yoğuruyor. Camlarda perde yok, gazete kağıtları var kimi evlerde.

Ulan böyle mahalle mi olur? Camında gazete kağıdı olan yerde bir defa kadın yaşamıyor demektir. Erkeklerin kaldığı 4-5 kişinin bir odayı paylaştığı yerlerdir.

Asayiş mi olur orada? İçeride bomba mı yapıyorlar içeride toz mu paketliyorlar? Orgi mi yapıyor? Porno film mi çeviriyorlar? Ne yapıyorlar da gazete kağıdı var? Niye o gazete o camlarda olur kimse mi merak etmez? Siyah cam filmli arabaya ceza kesen polis bunlara neden müsaade eder?

Ediyor işte. Çünkü düzenleme gelmemiş. Bir patlama, bir felaket olacak ki canımız yansın ki kural getirilsin.

Evlere merakla bakarken soru sorduğum insanların yarısı Türkçe bilmiyordu.

Bu ülkede doğulu insanlarımızın ezici çoğunluğu Türkçe bilir ve çoğu da iyi konuşur.

Ama oradakiler bilmiyordu işte.

Nereden gelmiş bilmiyorum ama bu insanların şehre geldiğinde yerleşeceği yer orası olmamalıydı. Şehrin dış aksları olur, varoşları olur ama şehrin ortasında salonu işgal etmemelidir.

Bu palampoşluk ve bu vurdumduymazlık eninde sonunda bir terörü ve bir patlamayı getirir ki getirecek de. Siz bu insanları şehrinizde şehirleşme sürecinde aşurenin ortak tadında eritemediğiniz gibi onlar şehri eritiyor.

Sokakları adeta b** götürüyor görmeniz lazım. Her akşam o sokakları temizleyen belediyenin yaptığı da boş iştir söyleyeyim.

Temizlik ve temiz tutma bilinci yok ki. Koyun kafası ve işkembe gördüm düşünün.
Elektrik direğinin altında kokmuş, sineklenmiş bir koyun kafası ve işkembe vardı. Muhtemelen biri bir şeyler kesti ve attı kenara.

Kültürü insanlar meydana getirir ama sadece insanla oluşmaz.

Kültür= İnsan+mekan+zamandır. Süreç içerisinde insanın mekanı ve mekanın insanı dönüştürücü etkisi ile ortaya çıkan maddi manevi üretime kültür denir.

Bu mekânlarda oluşan kültür de ancak işkembe kültürdür. Buradan çıkan edebiyat da filmi de çukurdur ve buraların üreteceği kahramanları da mafyadır.

Bu tür mekânlarda dönen çarpışık ilişkilere ise hiç girmiyorum TV'de görmekteyiz zaten.
Böyle bir kuralsızlık asla normal değildir.

Buralar eğer restore edilecekse elektriğini, suyunu kes, iskan edilemeyecek hale getir ve o süreçte bölgeyi kurdele ile çevir planları yap, bir yeniden dönüşüm başlat ve onu tamamlayana dek en azından koru o tarihi.

Binaların çoğu güvenli bile değil. Kim izin veriyor? Kim buna müsaade ediyor? Bina neredeyse 5 derece yan yatmış ama içerisinde dışarısında çocuklar görüyorum.

İçerisinde insanların soba kurup ısındığı evlerden her sene biri üçü beşi yanıyor ve yanan yer bir aile mafyasına otopark oluyor. O otopark işinden vuran ise bir sonraki kuşakta restoran işine geçiyor sonra yürüyor.

Rahmetli babamın kirasını aldığı bir bina vardı. Doğulu kiracılarımız senelerce namusları ile çalıştılar ve kiralarını bir tamam ödediler. Ama şunu iyi hatırlarım. Evden çıktıkları vakit evin her odasında tavanda kornişler vardı. Bir odayı perdelerle 3'e bölmüş adam ve 3 odanın hali böyleydi. 3 odadan 9 oda kazanmışlar demek.

Meğerse içerisinde kaç kardeş karı koca halde kalmışlar. Nasıl başardılar o daracık alanda aile olmayı ve özel hayatı korumayı hiç bilmiyorum. Zaten 10 veya 12 kardeşlerdi ve diğer katları da tekstil atölyesi olarak kullanıyorlardı.

Adamın işçileri tüm kardeşleri idi. O aynı evde aynı odalarda kalan kardeşlerin her biri tek evin giderine ortak olup tek ailenin üretim gücüne katkı sağlayarak geliştiler.

Zamanla hepsinin evi, aracı oldu ve bizden daha iyi durumdadırlar. ABD'de İtalyanların izlediği yol ile Fransa'da Cezayirlilerin izlediği yol da bundan çok farklı değildir.

İşte budur aşağıdan yukarı çıkışın özeti.

Ya şehrini rafine tutacak o şehrin büyümesinin yolunu kapatacaksın ki bunun yolu rantın kontrolüyle geçer ya da rantın yolunu açtıysan o rantı inşa eden basamaklardaki meslek gruplarının meslek liselerinin cazibesini koruyacaksın ki her sektör bulunduğu alanda değerlensin, aile şirketi ve zanaatı markalaşsın ve bir sonraki kuşağa birikimle ve doygunlukla aktarılsın.

Hala çözememişimdir taşra üniversitelerinde neden Siyaset Bilimi bölümü ile Uluslararası Ticaret bölümü var?

Bayburt şehrinin bin küsur yıllık tarihinde Uzun Hasan ve Fatih mücadelesini saymazsak Uluslararası ne tür bir ilişkisi olmuştur ki?

Şehirde ne tür uluslararası bir ortam vardır? Bir Uluslararası havalimanı mı var? Var da ben mi bilmiyorum?

Aldıkları banka kredisinin menşei olan parayı saymazsak, markette satılan Milka çikolatası, cola ve TV dışında bu insanları uluslararası ortama bağlayan ve entegre eden nedir? 

Uluslararası havalimanı olmayan veya sınır kapısı olmayan şişmiş birer kasabayı andıran şehirlerde ve mini etekle gezenlere "yollu" denecek bölgelerde uluslararası ilişkilerin olması bir oksimorondur.

Bu gençler bu bölümleri bitirince sanıyorlar ki New York'ta diplomat olacaklar. Tanzanya'ya Büyükelçi olacaklar. Olmayacaksınız arkadaşım.

Umut satmıyorum size ben gerçekleri söylüyorum. En şanslınız bir bankada çalışacak ve veznede müşteriye bakacak. Belki bir markette kasiyer olacaksınız.

Bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin uluslararası terimleri, eski Yunan ve Roma tarihini, belli ölçüde Latinceyi ve yüzlerce temel eseri bilmesi ve okuması gerekir. Bazen bir Avrupalı ya da Amerikalıya laf çakmak için eski Yunan'dan bir örneği getirir onun midesine vurur gibi sokarsın kinayeyi.

Yarım saat laf anlatmaktan ustaca bir cümle söyler punchline ile bitirirsin düelloyu. Diplomasi de bunu ister bazen. Donanımında ve kafanda böyle bir şey yoksa ne diyeceksin ki? 

Bu çocukların büyük kısmı daha dertlerini ifade edecek İngilizce bilmiyorlar. Şahsen uluslararası ilişkiler bitirip dünyada diplomat olabilen Ankara Üniversitesi ekolü ve Boğaziçi ekolü dışında fazla yer de yoktur.

Ekoller yani okullar kendi yarı aristokratik düzenlerini devam ettiriyorlar ki buna da bir önceki yazımda değinmiştim. Şüphesiz bunda o ekollerin gerisindeki güçlerin de mücadelesi var ve olacak da…

Belki bu mücadeleyi çeşitlendirmek için ortaya Anadolulu bir soluk, bir milli nefes sokalım demiş olabilirler ama bilemiyorum… filan bayırda ve tarlada yayılan ineklerin ortasına Siyasal Bilimler Fakültesi'ni diken yetkililerimiz eminim benden iyi biliyorlardır neyi ne için yaptıklarını.

Seneler önce Bayburt Üniversitesi rektörü intihar etmişti. Çok korkutucu ve kan dondurucu bir şekilde hem de. Kanım çekildi okurken ve Facebook sayfasına bakmıştım okulun.

Beklediğim şey, bileklerini kesip camdan atlayan rektörün cesedinin düştüğü yere çiçekler bırakan öğrencilerin resimlerini görmek veya benzeri bir taziye idi…

"- Arkadaşlar formasyon ne zaman açılacakmış? Duyan var mı?

- Beyler formasyonlar açıklandı mı? Cvp lütfen…" yazan dongozları gördüm o an. Ulan rektör intihar etmiş daha önemli gündem mi olur? Allah cezasını versin senin de okuduğun bölümün de yapacağın öğretmenliğin de sana verilecek formasyonun da.

Git inek güt, git bahçede çalış kök sök. Git sokak temizle git tesisat borusu taşı senin okumak neyine? Dedim. İçimde ne varsa tüm zincirleri saldım.

Bazen bunu engelleyemiyorum. Engellesem içimde kalıp kanser yapacak. Çıkarıyorum ki o tepkiyi alsınlar ve ayıbın farkına varsınlar.

Formasyon, şekillenme demektir. Üniversite yani Evrensel kent denen ilim kompleksine giren öğrenci, rektörün intihar ettiği gün bunları soruyor.

Sayfada topuna dümdüz yazmış ve yüzlerce kişiden de küfür yemiştim. Ama dert değil söyleyeceğimi söylemiştim. Söylemesem ve onca küfrü yemesem belki bu olay aklımda bile kalmazdı. Aklıma çiviledi o hadiseyi. Tepkiyi bu sebepten vaktinde koymak adetimdir ki o anın gerilimini unutmayayım.

Sen ağa ben ağa bu koyunu kim sağa!

100'ün üzerinde Tarih ve Tarih Öğretmenliği fakültesi var. 

Yarım milyon da tarihçi. Kanije'ye, Mohaç'a yürüyeceğiz sanki.

Üniversiteyi bitiren adamın beklentisi artık memurluk olmaya başladı.

Diyor ki üç üniversite bitirdim işsizim. İlk üniversiteden itibaren hedefini belirleyememiş ki... İstediği bölümü okusa onda master, doktora ile yürür ısrarla ondan ekmek yiyebilirdi ama üç kez makas değiştirdi. Üçünde de biraz sabredip kendini geliştirmedi.

Memurluk için bilim okunmaz. Üç koca değiştirdim mutlu değilim veya üç kadınla evlendim mutlu olamadım diyen adam kadar akılsızdır bu kimseler.

Üç kadının hayatı ile oynayacağına üç gram akılla doğru dürüst sosyal ortamlarda gez, kendini geliştir, kaliteli dostluklar ve birliktelikler kur, özelliklerine yakın bir insanla eşleş ve üç kez yeniden başlama.

Üç kez otobüse bindim ama gideceğim yeri bulamadım demek de buna benzer. Üç ilaç aldım ama doğru ilacı bulamadım. E sor öyleyse bir doktora. Üç ev değiştirdim ama ısınamadım… E daha iyi belirle öyleyse seçeneklerini.

Üç üniversiteye gitmiş de iş bulamamış. Daha bunun dört olanlarını da gördüm ben... 

Devlet senin yaptığın ilk yanlış tercihten itibaren sana maaş ödemek zorunda mı? Edebiyat okuyorsan edebiyata aşık olmak için okursun veya tarih okuyorsan arşivlerde sıkılmazsın.

O Kâmusu Türki denen ekmek kalınlığındaki şeyi karıştırıp o çeviri metinlerine kafa yormak birer zahmet değil zevk olmalıdır senin için.

Yıldırım Ağanoğlu var adamı arşive kilitleyin ekmek ve su verin yaşar. Öyle bağlıdır işine. Bu adamlar tarihçi olmalıdır.

Tarih bitirmiş elifi mertek sanan adamlarla işimiz olmamalı. Memur olacakmış olma kardeşim sen git bir kozmetik ürününün call center'ında yürü. E zaten öyle oluyor.

Serbest piyasa Darwin'in doğal seleksiyon kurallarına göre işleyen bir ortamdır. Mücadele edebilen, zekâsı, dişleri ve tırnakları olan bireyler kalıyor, edemeyen eleniyor. Selekte edilen yani seçilip bir üste çıkanlar eğer sahtekâr ve eyyamcı değillerse kapasiteli kimseler oluyor. 

İşte o kapasiteli kimseler de toplumun belirli bir yüzdesinden geliyor. Misal insanların binde biri politik temsil kabiliyetine sahiptir desek Türkiye'de politikaya oynayacak 84 bin kişi vardır demektir.

Bu kimseler eninde sonunda hitabetleri ve ilgi alanları olan politikadan yürüyerek bir camianın temsilcisi olur ve bir siyasi partide politikaya mutlak atılır.

Ama aynı yüzdesel oran 10 milyon yabancı için de geçerlidir ve onların da yüzde biri olan 10 bin kişi daha o piyasaya atılır. Onlar da yabancıların politik temsili için inisiyatif alırlar. 

Toplumun içerisindeki her oran, adı konmamış ve aslında kendi içinde hiç de geçişli olmayan bir kast sisteminin oranlarıdır. İnsanlar, zekâları, geldikleri sosyal çevre ve aldıkları eğitimle yükselir ve o çevrelerin parametreleri toplumun her basamağında farklı bir yükselme özgürlüğü sunar. 

Zekâları aynı iki gençten birinin babası milli irade müteahhitti ise ve diğerininki ise işçi ise birincisi iki kez kazanacaktır. Hem daha kaliteli bir eğitim imkânına sahiptir hem de babasının çevresi ile yürüyecektir.

İkincisi ise başarısını eğer şansı varsa bir sonraki kuşağa erteler. Birincisinin babası, girdiği ortamlarda ve kulislerde birçok kişiye ve kuruma erişme imkânına sahiptir ama ikincisinin babası evini zorlukla geçindiren mahalli çevresi olan biridir. Öyleyse eğitim ve kapasitesi aynı olan iki grup arasında çevreye sahip olan kazanır.

Eğitimi, maddi gücü ve çevresi geniş ve eşit olan iki gruptan ise "dünya görüşü" itibarı ile iktidara yakın olan kazanacaktır. Ama bu kazanma da uzun süreli değildir. Venezuela'daki Orinoco deltasındaki flamingolar ve piranhaların durumu gibidir bu.

Yaz mevsiminde Orinoco savanlarında akarsular coşar ve sular yükselir. Suların istilasına uğrayan ağaçlardaki flamingo ve pelikan yavruları pıtır pıtır düşerek piranhaları bir güzel doyurur ve semirtir.

Ete doymuş piranhalar dallardan düşen fastfood ile beslenirler ve yumurtlayıp artarlar. Derken mevsim döner ve kış gelir ve kışın savanların en kurak anıdır… Çöle benzer bir ortam şekillenir ve o savanda kuraklık başlar, 3-4 metrelik sular çekilir ve su derinliği 5-10 santime düşer.

Piranhalar artık yaşamak için o çamursu suda yan yan yüzer veya sürünürlerken dallarda kalıp büyümeyi başarmış flamingolar ve pelikanlar onları afiyetle mideye indirirler. Bu kez de onların sayısı artar. Yumurtalarını dallara bırakırlar ve o yumurtalar yaza doğru çatlar ve doğal döngü böyle işler.

İsveççedeki atasözü gibidir "Den enes död är den andres bröd"; yani birinin ölümü, diğerinin ekmeğidir. İşte hiçbir kazanım da uzun süreli değildir. 90'larda dindar herkesi "dinci" diye görmeye alışık manyak ruh hastaları yüzünden ülkede gereksiz yere yapılan çağdışı uygulamalar, ikna odaları yüzünden bir mağduriyet büyüdü ve o mağduriyet şimdi mutlak denebilecek bir güce kavuştu.

Ha ayrıca kimse o ikna odaları yoktu demesin ben İ.Ü mezunuyum ve vardı ve başındaki kadını da biliyoruz hepimiz tanıyoruz. Bu dünyada ben de vardım ve bu şeyler maalesef oldu diyen herkes biliyor bunları.

Vardı ve o odalardan çıkan kız arkadaşlarımızın ağlamalarını dinliyorduk her gün. Biri ikisi neyse yüz kişi de aynı yalanı söyleyemezdi. Ne gereği vardı bir metrelik bir beze takılıp o yavruların hayatı ile oynamanın?

Ne kadar gereksiz bir şeydi bu. Ulusun ortasına gereksiz bir kan davası soktular. Eşarba ve mini eteğe takılmak bu ulusun hummasıdır, vebasıdır.

Sonuçta ne oluyor? Asır kaybediyoruz. Nasıl piranha ve pelikanların her biri sırasıyla mevsim kaybediyorsa bizler de bu kavgada asır kaybediyoruz.

Dolayısıyla 90'lı yıllarda ağaçlardan dökülen civcivleri izleyen ve yuvada kalmayı başaran pelikanlar şimdi piranhaları gagalarına taka taka afiyetle yiyor. Ama piranhaların da pelikanları yiyeceğini bilmiyorlar çünkü bu sistemin döngüsünde kurallar savan kurallarıdır.

Ama biz modern bir ülke olacaksak savan ve orman kanunlarına bir son vermeliyiz artık. Çünkü piranhalarla pelikanlar birbirini yerken orman ve savanın sahipleri sessizce değişiyor.

İskeleden inen panterler yakında savanda pelikan da piranha da bırakmayacak ve onların yerlerini alacaklar.

İskeleye çıkan, ufka bakan, o ufku en agresif şekilde sahiplenendir.

Ya iskeleyi kurmayacağın, şehirleri büyütmeyeceğin Prag gibi, Viyana gibi, St. Petersburg bir sistem kuracaksın herkes aile işletmesinde ailesinin zanaatını 6-7 kuşak devam ettirecek ya da şehirler sürekli büyüyen kaotik ve distopik bir şantiye gibi olacak.

Osmanlı yapmıştı. Mürur tezkeresi vardı köylü köyünden ayrılıp şehre yerleşemez (bırak yerleşmeyi o tezkere olmadan köyünden ayrılıp şehre giremez) ve bir başka tezkere olmadan da geri dönemezdi.

Köyler köy gibi, şehirler de şehir gibiydi. 1950'lere dek kör kötek korunan bu sistem o dönemde bozuldu. 1960'larda Adalet Partisi ve 1980'lerde ANAP ile ise iş çığırından çıktı.

Köyler şehri domine etmeye, köy bazlı siyaset yüceltilmeye ve şehirlerde kırsal söylemler ve hiçlik tiyatrosunun gazlayıcı, dehleyici retoriği hüküm sürmeye başladı.

"Karanfilköy karanfilköylülerindir", "Armutlu halkındır!" yazan sosyalist yazılar görürdüm.

Hoşt! Nereden senin oluyor bre adam? Halkın tamamının malıdır oralar. Hepsi de şehrin, kamunun malıdır. İnsanların yeşil arazisi, toplanma yeri, şehrin akciğerleri idi.

Ama üç beş eski politikacının oy hesabı uğruna iğdiş edildi bu tür bölgeler. İşte bu yüzden de bu tür varoşlar ya uç sosyalist akımlara ya da DEAŞ gibi yapılara zemin hazırlar. Her bataklık kendi sivrisineğini üretir. Her muhit de kendi rantçısını.

Kaostan düzen çıkmaz arkadaşlar. Kaostan tek şekilde düzen çıkar o da patlama ile.

Hiroşima ve Nagazaki bombalarını yemese Japonya günümüzdeki sistem ülkesi olur muydu?

Tek adam iktidarının eliyle yok oluşa gitmese idi Almanya şimdiki gibi olur muydu? Ama iki ülkenin de öne çıkan yanı, yok oluşu tadarak inşa edilmiş düzendi ve her iki ülke de aslında günümüzde bile "yasal olarak" işgal altındaki ülkelerdir.

Bağımsızız ve bağımsızlık ile içi boş kahramanlık hikayelerinin ve evliyaların koruduğu toprakların yenilmezliğinin rahatlığı bizi boş bir özgüvene sürükleyerek sistemsiz hale getirdi. O evliyalar Selanik'te, Üsküp'te, Prizren'de, Musul'da, Ahıska'da yok muydu?

Ama böyledir bu işler. Kaybedilen yerlere dikilen haçlar olurken kazanılan yerler kendi sagasını yüceltir.

Köleliğin disiplinini tatmadan da bir disiplini inşa edebiliriz oysa. Çünkü buna elverecek donanıma ve insan kaynağına sahibiz.

Aksi halde sırtlanı panteri savanı silip süpürecek ortamı.

Arapçada şehir demek "Medine" demektir. Medeniyet de buradan gelir. Şehri kaldırırsanız "deniyyet" yani en aşağı olma durumu söz konusudur.

Batı medeniyetinde de Citta yani City, Citadel yani iç kaleden ibarettir ve bundan hareketle, civitas ve en nihayetinde medeniyet yani civilisation aynı kelime ve yan anlamları ile kurguludur.

Kurallar medeniyet içindir. Kuralları da şehirliler yapar. Kırsaldaki adamı şehirli olduğuna inandırıp kuralları ve kuralları meydana getirme mekanizmasını eline kuralı verirsen o kuralı kendisine göre eğip büker.

Patrona Halil gibi kendisine veresiye et veren Rum kasap Yanaki'yi Eflak Voyvodalığına atar, devleti keyfince yönetir. Şükür ki biz bu tür örneklerin dışındayız.

Zaten farkındaysanız bize çok yabancı örneklerdir bunlar… Hatta ya bizde olsaydı? Halimiz nice olurdu? Diye de düşünmeyeniniz yoktur.  

Ey millet!

Haftalık vaazı burada bitirirken tekrar söylüyorum ki;

Şehir senin asırlarca yükselttiğin medeniyetinin anıtı, kültürel abidelerinin boy gösterdiği evinin salonu, vitrini, evinin en özel yeridir.

Yatak odasından da önemli olan yeri salonudur evin. Çünkü bir başkasını içerisine kabul ettiğin ve ona prestijini gösterdiğin yer, yaşam kalitenin zirvesi, senin zevkinin ve yaşam biçiminin imzası olan salonundur ve o salonun gibidir senin şehirlerin.

Sadece iyi ve kaliteli yaşayan bir insana özenilir. Pislik içinde yaşayanlara özenilmez. Şehri güzel olan da sadece medeni ülkelerdir. Medeni ülkeler de kuralları yüzünden medenidir ve o şehirlerini biblo gibi özenle korur ve güzelleştirirler.

Şehir yoksa medeniyet yok! Savan var! Savanda ve ormanda ise güçlülerin kanunları işler. Mafyokrasi, adam kayırmacılık, nepotizm ile "horolop şorolop" adamların saçmalamaları alır yürür.

Şehrini korumak, medeniyetini korumaktır. İskele'ye çıkanları da durdurmanın en önemli yolu, iskeleyi hiç inşa etmemek ya da nadiren inşa etmektir.

Batıda iskeleler, ya bina onarımları ya da yeni yapılacak tek tük binalar için kurulur. Bir yılda binde bir oranında getirmen gereken amele nüfus yerine ülkenin yüzde onunu ameleler ile doldurursan o ameleler sadece iskeleye değil korkarım senin de üstüne çıkarlar ve inmeleri bina iskelesinden inmelerine göre daha uzun sürer.

Ya kural ülkesi olacak ya da kurtlar sofrasında kalacaksın.

Ya serpilip yükselecek ya da incelip solacaksın.

Kuralları Kur'an'ın gibi kutsal bilmediğin müddetçe köpek gibi yaşamaya mahkumsun.

Kurala uyma ehliyeti olmayanın Kur'an-ı Kerim'i de takacağını zaten hiç düşünmeyin.

Son sözü burada "ilk sözün" sahibi söylemiş ve ben de onunla noktalayacağım:

Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.

Rad Suresi 11.


Moralinizi bozduysam ne ala. Başınıza ne geldi ise rahatlığınız için geldi ve ben sizin rahatlığınızı fazlaca bozmakla mükellefim.

Memurum ve memur olduğum kitle ise sizsiniz. Devleti millet meydana getirir ve hepimiz birbirimize sizlere karşı mesulüz.

İnsanıma bir şeyler veremiyorsam ne kazancımı hak ediyorum ne de milliyetçiyim demektir. Konuşan insan işe kendisinden ve çevresinden başlayan ve fikirleriyle risk de alan insandır. 

Konuşun ama hakikati. Yapın ama doğruyu. Hiçbir şeyden de korkmayın. Hakikate ve doğruya karşı gelenler de o hakikatin sonucuna tabidir. 

Gözünüzü de iskeleden ayırmayın…

Çünkü orası kültür gruplarının bir dönme dolabı ve asansörüdür.

Hepinize hayırlı bayramlar diliyorum.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU