Türkiye'nin Körfez'e yönelik yeni diplomatik açılımlarını anlamlandırmak

Dr. Gökhan Çınkara Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdogan son aylarda Körfez'de bir zamanlar soğuk ilişkide olduğu ülkelere sıcak mesajlar göndermeye başladı.

Bu mesajların ilk somut geri dönüşü Birleşik Arap Emirlikleri'nden geldi. Ulusal güvenlik danışmanı Tahnun bin Zayed'in Erdoğan'la görüşmesi, sonrasında Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed'in resmi ziyaretle Türkiye'ye gelmesi bölgenin son aylardaki en önemli gelişmesi olarak okunabilir.

Ayrıca Erdoğan, 2013'ten bu yana ilk kez Birleşik Arap Emirlikleri'ne kalabalık bir heyetle resmi ziyaret düzenledi. Erdoğan BAE ziyaretiyle pragmatizmin bölgenin yeni zeitgeisti olduğunu; BAE ise eski husumetlerin yerini yeni düzenin (Abraham Accords[İbrahim Anlaşmaları]) kurumsallaştırılması olduğunun mesajını verdi.

Gözden kaçırılmaması gereken diğer bir lider diplomasisi ise İsrail Başbakanı Naftali Bennett'in Bahreyn'de olmasıydı.

Körfez artık bölgesel diplomasinin yeni merkezi, Abraham Accords ise bu diplomatik çabaları çerçevelendiren yeni düzen arayışının en somut mekanizması olarak görülebilir.

Bu ılımlaşma sürecini aktörlerin karşılıklı ihtiyaçlarına ve çıkarlarına bağlanabilen mikro konjonktürel gelişmeler olsa da temel dinamiğin bölgede devam eden makro-yapısal dönüşümler dolayımıyla elitleri karar almaya ittiği de düşünülebilir. 

Nedir Türkiye'yi Körfez'e, Körfez'i Türkiye'ye yaklaştıran makro-süreçler?


I. Kozmopolit İslamcılığın düşüşü ve Körfez merkezli teritoryal milliyetçiliğin yükselişi

2011 Arap Baharı ile ivmelenen ve kitleselleşen toplumsal hareketler günün sonunda politik bir çehreye bürünmek zorundaydı. Çünkü temel talep -genelleştirecek olursak- mevcut rejim yapılarının yerini alacak yeni toplumsal sözleşme inşasıydı.

Dar bir elit konfigürasyonu yerine toplumsal tabanı geniş ve hareketli bir siyasal temsil imkanının yollarının arandığı açıktı. Bu noktada örgütlü siyasallığın en güçlü temsilcisi olan İhvan hareketinin burada bir fırsat yakalaması sürpriz olmayacaktı.

Bu süreçte, İhvan'a coğrafi derinlik Türkiye eliyle, retorik genişlik Katar'ın bir dizi medya ve fikir organları aracılığıyla sağlandı. 


Esasında burada süreci destekleyen aktörlerin (Türkiye ve Katar) amacı yükselen ve netleşen toplumsallığı yönetilebilir, yönlendirilebilir ve erişilebilir kılacak bir siyasal kimliğe sokma girişimleriydi.

Ayrıca, bu siyasal kimlik ilgili ülkelerin kendi yerel nüfuslarıyla iletişim ve özdeşim kurabilecek bir seviyede olmalıydı. Bu ihtiyaçlara en uygun örgütlü siyasi akım İhvancılıktı.

Bu fikrin kozmopolit aidiyet örgüsü ve hararetli siyasi temsil talepleri Körfez'in monarşileri için alarm zillerinin çalmasına neden oldu. 

Bir yandan İran güdümündeki Pan-Şii kimliğin Körfez ülkeler içerisindeki Şii azınlık grupları üzerinden istikrarsızlaştırıcı etkisi öte yandan Pan-İslamist (İhvanizm) fikirlerin tekrar momentum kazanması bu ülkeleri 2 cephede eş-anlı bir mücadeleye soktu.

Kozmopolit İslamcılığa yanıt olarak ülkelerinde yıllardır ikmal ettikleri toplumsal reform projelerini hayata geçirmeye başladılar. Esasında bu teknik reformların önemli bir etkisi içerideki karşıt grupların konsolidasyonu ve onların zor yoluyla tasfiyesiydi.

Bir yanda yerel dinamiklerle modernleşmeye çabalayan yeni-teknokratik elitler öte yandan geleneksel değerlerin ve kurumların savunucuları olan yerleşikler (onların ağları) arasında amansız mücadele başladı.

Körfez'in Türkiye'den uzaklaşması işte bu yeni projeksiyon sonucunda oldu. Türkiye'nin Körfez'e dönük hoşnutsuzluğunun bir diğer kaynağı ülkenin işbirliği içinde olduğu geleneksel yerel elitlerin birer birer tasfiyesiydi.

Türkiye'nin jeopolitik derinleşmesinde Körfez'in yeni elitleri ile fikri ayrılığı konjonktürel bir çıkar uyuşmazlığı değil tarihsel-toplumsal dinamiklerin ivmelendirdiği yeni-dünya görüşüydü. Bu ayrışma kimlik merkezli bir politik sürecin etrafında konsolide oluyor. 


II. Abraham Accords'un yeni düzeni: Pragmatizm, korku ve çıkar ortaklığı

2020 yılına gelindiğinde Ortadoğu'da Trump Yönetimi öncülüğünde başlatılan önemli bir diplomatik girişim olan İbrahim Anlaşmaları bölgede devletlerarası (intra-states) düzeni değiştiriyor ve dönüştürüyor.

İbrahim Anlaşmaları öncesinde İsrail ile bölgede açık, şeffaf ve kamusal ilişki kurmayı düşünen ülke sayısı yok gibiydi.

Arap Baharı ile birlikte ivmelenen İhvancı siyasete duyulan tepki bu fikrin vaaz ettiği İsrail'i bölgede anomali olarak gören bakış açısına karşı tepkiyi doğurdu.

Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn'nin öncülüğünde başlayan Abraham Accords süreci taraf olan ülkeler açısından ikili diplomatik ilişkileri tarihsel yükümlülüklerin ve dinsel değerlerin değil saf ulusal çıkarın belirleyici olduğu gerçeğini öne çıkardı. 


İdealist fikirlerden maddi çıkarlara dönüşün arka planında milliyetçiliğin teritoryalleşmesinin de etkili olduğu bir süreçten bahsedilebilir.

Bu ülkeler İsrail ile ilişki kurmanın bölgede İslami hareketlerden ve kendi yerel nüfuslarından anlamlı ve yaygın muhalefet gelmeyeceğini düşünerek bu kararları aldılar.

Burada kolaylaştırıcı diğer bir neden Suriye, Irak ve Mısır gibi ülkelerin Arap siyasetini ve toplumunu dönüştürme konusunda güçten düşmeleri oldu.

Bu fırsatlar Körfez ülkelerine dış politikada daha agresif ve otonom karar almaya itti. Türkiye'nin ise İbrahim Anlaşmaları ile başta gösterdiği dışlayıcı yaklaşım zamanla bu süreci anlamaya doğru kaydı. 

Türkiye açısından en önemli sonucu bölgede oluşan yeni bloklaşmanın konjonktürel olmadığıydı. Katar ve Körfez arasındaki gerilimden elde edeceği fırsatların bu sürecin El-Ula Zirvesi ile tersine dönmesi söz konusuydu.


Sonuçta bölgesel gelişmeleri besleyen makro ve yapısal süreçler vardı bu noktada Türkiye'nin etkisi oldukça sınırlıydı.

Türkiye gücünün sınırlarını görürken yeni ittifak alanlarından istifade etmenin kendisi açısından bir takım önemli avantajlar sağlayacağını düşünüyor.

Bu noktada özellikle AK Parti'yi destekleyen iş adamları sınıfını eklemek lazım. Bu tacirler grubu ülke içerisinde istikrarsızlaşan ekonomik dengeler nedeniyle ekonomik güçlerini korumak için ülkenin yeniden Körfez'e açılmasını önemli gördüler.

Ülkede ekonomik kriz derinleştikçe finansman kaynaklarına olan ihtiyaç da artıyordu. Bu sebeple Körfez ekonomileri olası yeni yakınlaşmaların bu ekonomik sınıf için çok önemli olduğu eklenmelidir. 


Son günlerde Türkiye haber organlarını meşgul eden bir olaylar dizisi var. O da İranlı ajanların Türkiye topraklarında hem İsraillilere hem de İranlı muhaliflere dönük eylemlerinin Türk istihbaratı tarafından açığa çıkarıldığı ve önlendiği.

Anlaşılan Türk güvenlik bürokrasisi İran'ı güncel bir tehdit olarak gördüğüne dair mesajla Abraham Accords düzeninde ortaklaştığının mesajını veriyor.


III. Amerika'nın çekilişi ve Çin'in gelişi: Jeopolitik büyük güç dengesizliğinde ortaklaşmalar

Ortadoğu'ya ABD'nin ilgisi her geçen gün azalıyor. Suriye İç Savaşı; İsrail-Filistin sorunu; İran'ın bölgede her geçen gün yaygınlaşan etkisi; Lübnan'da süregiden kronik ve sistematik kriz ve Körfez'deki güvenlik kaygıları olarak sayılabilir.

ABD politika yapıcıları bu sorunlara güzel temenniler ve pratik sonuç doğurmayan diplomatik adımlar harici bir yanıtları yok.  

Körfez ise ABD'nin sürekli vurguladığı fakat sahada neye karşılık geldiği anlaşılamayan stratejik işbirliğini yeniden gözden geçiriyor.

ABD'nin Ortadoğu'da ortaklık ve konsensüs yaratamaması ve buna eklemlenen yakın güvenlik tehditleri eski müttefikleri farklı arayışlara itiyor.


Bu güncel sorunu sadece buna bağlamak yeterli değil. 2011 Arap Baharı sürecinde ABD yönetiminin takındığı tutum bölgenin istikrarlı monarşilerini ürküttü.

ABD'nin bölgeye yönelik vizyonunun olmaması -Abraham Accords'u dışlarsak- Çin'e ve Rusya'ya olan ilginin arttığı görülüyor. Bu ilginin bir diğer nedeni teknoloji transferinde bu ülkelerin herhangi bir politik ön şart koşmaması da olabilir.

Körfez'de görülen bu dış politika yönelim değişikliği Türkiye'nin de bölgeye yönelik bakış açısını değiştiriyor. Türkiye bir süredir altyapı yatırımlarının finansmanında Çin ve Rusya ile ortaklıklar kuruyor.

Esasında bölgede mevcut sorunların ABD ile çözülemeyeceğine dair kanaat aktörleri birlikte hareket etmeye zorluyor.

Tek bir aktörün tek başına çözemeyeceği sorunlar olduğu düşünüldüğünde bu oldukça dikkatle takip edilmesi gereken bir gelişme olarak görülebilir.

Türkiye Suriye ve Libya konusunda Rusya ile daha fazla diplomatik mesai harcaması buna örnek. 


ABD'nin Ortadoğu'dan geri çekilmesi veya angajmanlarını gevşetmesi ile açıklanamayacak bir süreçten bahsedilebilir.

Ortadoğu'nun petrol zengini ülkeleri ekonomik çeşitlilikle eş güdümlü toplumsal reform projelerine uygun işbirliği alanları arıyorlar.

Burada tek sorun Çin'in Körfez ülkelerine sağlayacağı teknolojik teşviklerin yanında İran karşısında güvenlik kaldıracı da temin edebilmesi.

Çin'in İran karşısında geliştireceği politika Körfez'in aktörel çeşitlenme stratejisi açısında önemli. Demografik baskılar, enerjide dönüşüm ve jeopolitik kayışlar günün sonunda ülkeleri hızlı pozisyon almaya itiyor. 


Türkiye açısında benzer durum geçerli. İktidardaki AK Parti için temel öncelik sosyal sözleşmeyi muhafazakar milliyetçi bir hegemonya ile yeniden inşa ederken bu sürecin krize uğramasını engellemek için jeopolitik kanallar açmanın gerekliliğine inanıyor.

ABD ve AB ile ortaklığın veya beraber hareket etmenin temel öncülünün hukuki politik yakınlaşma olduğu düşünülünce Çin ve Rusya bu konuda oldukça bonkör davranan aktörler olarak öne çıkıyor.

Fakat Türkiye açısından en önemli kısıtlayıcı faktör NATO üyeliği. Körfez ülkeleri içinde benzer angajmanlar söz konusu. 


ABD'nin Türkiye'nin çatışmalı ve çelişkili olduğu alanlarda farklı pozisyonlar takındığını görüyoruz. Doğu Akdeniz ve Suriye bu anlaşmazlık dosyalarının başlıcalarını oluşturuyor.

Hem Türkiye hem Körfez bu açıdan ABD ile jeopolitik vizyon ve bununla bağlı olarak güvenlik politikası geliştiremiyor. 

Çin'in teknoloji yatırımları konusundaki ortaklıkları ve büyük alt yapı yatırımlarını fonlayabilme kapasitesi bu aktörü öne çıkarıyor.

Fakat ABD'nin hala sağladığı güvenlik şemsiyesini ikame etmesi zor görünüyor.


Türkiye bu ilişkileri konjonktürel bir fırsat mı makro-yapısal dönüşümün rasyonalizasyonu mu olarak algılıyor? 

Açık olan şu ki, Erdoğan iç siyasette her geçen büyüyen bir ekonomik kriz ve onun toplumsal yansımaları ile meşgul.

Bu ekonomik darboğazın kendi politik biyografisi açısından en acil yansımasını 2023 Cumhurbaşkanlığı (aynı zamanda genel seçimlerde) görebilir.

Erdoğan'ın yaklaşık 1 senesi var ve bu kısa zaman diliminde en azından kendi seçmen tabanının ekonomik zorluklarını hafifletici palyatif bir dizi tedbirler almak zorunda.

Bundan dolayı iç siyasette Erdoğan'ın kaldıraç araçlarının daralması onu dış politikada cesur (bold) adımlar atmaya itiyor. Bir başarı hikayesi ve küresel sahnede öne çıkan bir lider imajı Erdoğan'ın seçim arifesinde arzuladığı bir durum olsa gerek. 


Erdoğan'ın güncel politik ihtiyaçları ve çıkarları ile bölgede devam eden makro-yapısal süreçlerle örtüşüyor. Fakat bu aşamada Erdoğan süreci yönlendirmekten ziyade ona ayak uydurmaya çalışıyor.

Türkiye'de bürokratik kurumlar ise (özellikle güvenlik bürokrasisi) yeni düzeni liderin pragmatizmi ve bölgenin yapısal dönüşümü arasında rasyonalize etmeye çalışıyorlar. Bu biraz zaman alabilir.

Günün sonunda Türkiye Abraham Accords'un de-facto üyesi olmaya yaklaşıyor. 

 

 

*Bu makalenin İngilizce versiyonu AGSIW'de yayımlanmıştır.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU