Ukrayna'daki savaş ve Arapların tutumu

Gerçekten de Amerika sonrası dönemine mi girdik?

Fotoğraf: Reuters

Rusya'nın Ukrayna'ya karşı savaşını Belarus ve Suriye Başkanları dışında açıkça destekleyen kimse olmadı.  

Putin'e yakınlığıyla bilinen ve Rusya Federasyonu'na yönelik yaptırımlara katılmayacağını söyleyen Macaristan başbakanı bile, geçen salı günü Londra'da yapılan toplantıya dışişleri bakanını gönderdi.

Rusya'dan petrol ve gaz ithalatını artıracağı ve uluslararası havaleler konusunda Rus ekonomisine destek vereceği söylenen Çin, Avrupa Birliği'ne tansiyonu yükseltmemesini tavsiye ederek, ateşkes ve müzakere konularında arabulucu bir rol üstlenme teklifinde bulundu.

Hatta Rusya ile güçlü ilişkileri ve müşterek çıkarlarının varlığıyla tanınan Türkiye, Ukrayna'nın pozisyonuna daha yakın görünmekteydi.

Nitekim öncesinde Ukraynalılara ünlü Bayraktar insansız hava araçlarını (SİHA) sağlamıştı.

Erdoğan, Putin ile yaptığı yoğun görüşmeler sonucunda, Rus ve Ukrayna dışişleri bakanlarının Antalya'da bir araya gelerek müzakerede bulunmasını sağladı.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Arap ülkelerinin Ukrayna savaşına dair tutumlarıyla ilgili, özetle; 'meseleyi ağırdan alıyorlar' diyebiliriz.

Suudi Arabistan Krallığı, ABD'nin üretimin arttırılması talebine rağmen Rusya ile OPEC Plus stratejisinden vazgeçmeyi kabul etmedi; Suudi Kabinesi müzakereye dönülmesi çağrısında bulunurken, Suudiler anlaşmazlıkta arabuluculuk yapmayı dahi teklif ettiler.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin mart ayı dönem başkanı olan Birleşik Arap Emirlikleri'ne (BAE) gelecek olursak, BM temsilcisi, üyelerin çoğunluğu Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik saldırganlığını kınarken çekimser kaldı. Bununla birlikte Ukrayna'ya insani destekler gönderileceği açıklandı.

Mısır da diğerleri gibi açık bir tutum sergilemeyerek, tarafları barışın yeniden tesisi için müzakere yapmaya çağırdı.  


Bilindiği üzere Ukrayna ile Arap ülkeleri arasında herhangi bir gergin ilişki söz konusu değildir.

Bu süreçte Mısır ve bazı diğer ülkeler, savaş ve yaptırımlar nedeniyle, Rusya ve Ukrayna'dan ithal ettikleri ürünlerde, özellikle buğday ithalatında sorun yaşayacağı için kaygılandı.

Ancak Arap ülkeleri, İsrail ve İran kadar bu krizden doğrudan etkilenmiş değil.

İranlılar, Rusya'nın Viyana'daki nükleer müzakerelerdeki rolünün değişmiş olması dolayısıyla rahatsız oldular ve bu durumun 'nükleer müzakerelerde' anlaşmaya varılmasının önünde bir engel teşkil etmesinden korktular.

Ayrıca, savaş nedeniyle artan ABD-Avrupa yakınlaşmasının aleyhlerine olacağını varsayarak bu durumdan hoşnut olmadılar.


İsrailliler ise, ABD ile ittifakları ve Rusya ile Suriye konusunda yaptıkları anlaşma arasında kaldılar.

İsrail ordusu Rusya'yı kızdırmak istemiyor, medya ve kamuoyu ise Ukrayna tarafının tutulmasını talep ediyor.

İsrailli yetkililer, Rusya'nın 'nükleer müzakereleri' engelleme ihtimalinden oldukça memnun. Bu durumu fırsat bilen İsrail Başbakanı Bennet, Moskova ve Avrupa'ya ziyaretler gerçekleştirdi ve temaslarını artırdı.

Bu seyahatlerin duyurulmuş olan hedefleri, savaşın sona ermesi için arabuluculuk girişimi olsa da farklı bir amacın daha olduğu tahmin edilebilir.

Stratejist ve gözlemciler, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İsrail Başbakanı Naftali Bennett'in savaşı sonlandırma girişimlerinin başarılı olamayacağını öngörüyor.

Sadece Çin'in ciddiyetle hareket ederse savaşı durdurabileceği ifade ediliyor. Çin'in Rusya üzerindeki etkisi yadsınamaz. Ancak Çin, muhtemel girişiminin karşılığında ABD ve Avrupa'dan bir ödül bekliyor.  


Mevcut ABD yönetiminin, Suudi Arabistan ve BAE ilişkilerinin 'bal kaymak' olduğu söylenemez.

Savunma alanlarındaki iş birliği düzeyinin düşürülmesi, Yemen savaşındaki ihtilaflar ve kara para aklama suçlamaları bu durumun bazı göstergeleridir.

Husilerin Suudi Arabistan ve BAE'ye saldırılarına verilen tepkiler de bu bağlamda değerlendirilebilir.

Biden yönetimi, stratejik ittifak ve saldırılardan korunma konusunda gecikmiş bir coşku gösterse de bu hususlardaki genel olumsuz hava dağılmadı.

Suudi Veliaht Prens, The Atlantic dergisine verdiği röportajda, ABD'deki devasa Suudi yatırımlarına (800 milyar dolar) atıfta bulundu.

Öte yandan Çin'deki Suudi yatırımlarının 100 milyar dolar değerinde olduğu biliniyor. Bu yatırımların ayrıca Çin ve Rusya'ya yönelimin bugüne kadar 300 bin Amerikalının çalıştığı Suudi Arabistan'ın stratejik çıkarlarına yönelik ABD politikalarının değişmesine bağlı artıp azalabileceğini ima etti.

Suudi Arabistan'ın Washington Büyükelçisi Yusuf el-Uteybe, ABD-Suudi ilişkilerinin bir kriz yaşadığını, ancak bu krizin aşılmasının mümkün olduğunu belirtti.

Uteybe bu açıklamasıyla, ABD'nin sürekli vurgu yaptığı 'ittifakın gerekliliklerine' uygun davranması gerektiğine işaret etmekteydi.  


Irak ve Suriye'deki savaşlar, Rusya'nın Doğu Avrupa'daki hamleleri ve Ukrayna savaşı, yirmi birinci yüzyılın ilk yirmi yılında büyük stratejik değişiklikleri ortaya çıkardı.

Bazı strateji uzmanları, ABD'nin stratejik risk yaklaşımlarını değiştirdiğini, bunun en bariz örneğinin ise Ortadoğu ve Avrupa'dan büyük ölçüde çekilerek Pasifik Okyanusu'na, yani ekonomik ve askeri olarak yükselişte olan Çin'e odaklanması olduğunu savunuyor.

Barack Obama döneminde gün yüzüne çıkan ve Trump döneminde aşikâr olan bazı kanıtlar bu savı destekliyor.  


Çoğu Amerikalı olan büyük bir stratejik ekibin desteklediği bir başka teze göre, Amerika Birleşik Devletleri'nin, küresel sahneyi tek başına kontrol etme yeteneğinde, son 20 yılda yaşanan ekonomik durgunluk ve mali sorunlar nedeniyle bir yıpranma söz konusu.

Dikkat edilirse son yıllarda, 'ABD Sonrası Dünya', 'ABD Neden Geriliyor?', gibi kitap başlıklarına daha sık rastlıyoruz.

Bu kitaplarda, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle dünya üzerindeki ABD hegemonyasının nasıl zayıfladığı ele alınıyor, bu gerileme ile yüzleşmenin çareleri ve çözüm yolları üzerinde duruluyor.  


Joseph E. Stiglitz, Joseph Nye, Paul Krugman ve John Rawls gibi, sol ya da merkez sol eğilimli liberallerin tümü, dış ve iç politikadaki birçok büyük hataya rağmen endişeye mahal olmadığını savunuyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nin bilimsel ilerlemede hala öncü olduğunu, en büyük üniversiteleri bünyesinde barındırarak dünyanın her yerindeki yetenekler için cazibe merkezi olmaya devam ettiğini ifade ediyorlar.

Önemli olanın; alçakgönüllü bir şekilde, kimlik çatışmalarından sıyrılıp önceliklere odaklanmak, yeni seçkinleri karar verici pozisyonlara getirmek, ahlaki ve askeri üstünlüğün kaybına neden olacak savaşlardan kaçınmak olduğunu vurguluyorlar.

İşin ilginç tarafı bahsi geçen teorisyenlerin, Suriye, Irak ve öncesinde Vietnam'da zedelenen 'ahlaki üstünlüğün' yeniden elde edilebilmesi için Ukrayna savaşını bir fırsat olarak görmeleridir.  
 


Nihayetinde Arap devlet adamları, Hintli, Çinli veya Avrupalı devlet adamları gibi, kendi ülkelerinin problemleriyle boğuşmaktadır.

Bu devlet adamları ABD'nin 'yumuşak gücü' hakkında hesaplamalar yapmakta ve pozisyonlarını ona göre belirlemektedir.

ABD'nin hegemonyası ile ilgili tartışmalar nispeten zayıf addedilen Biden yönetimi kalsa da korkutucu Trump yeniden seçilse de devam edecek.


2007'de (Amerika'ya ders vermeye son gidişimde) ve Harvard'da ünlü siyaset bilimi profesörü Sennett'in İran'ın nükleer silah üretmesinin önüne geçilmesi için uygulanacak yaptırımlarla ilgili sunumunu dinledim.

Sunumun ardından yapılan tartışmalarda, Profesör Scopole'un şöyle dediğini işittim: ABD, yumuşak güç politikası uyarınca ödüllendirme yöntemini izliyordu, şimdi ise cezalandırıyor.

Bunun üzerine meşhur Profesör Samuel Huntington; 'Bugün ya da yarın Irak'ı İran'a verecek olmamız senin için yeterli midir?' diye sordu.  

ABD, ister yumuşak ister sert gücüyle olsun 21'inci yüzyıl boyunca, dünyayı meşgul etmeye devam edecek.

Gerçekten de Amerika sonrası dönemine mi girdik?  

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU