Doğu Akdeniz’de ‘anti-Türkiye’ cephesi: Yükselen Rum milliyetçiliği ve Türkiye’nin kamu diplomasisi sorunu

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Nikos Anastasiadis'in üçlü zirvesinden bir kare / Fotoğraf: Reuters

Doğu Akdeniz’de suların iyiden iyiye ısındığı günlerden geçiyoruz. Küresel enerji lobilerinin patronajı altında koordine edilen ve devletlerin uluslararası şirketlerle ortaklaşa yürüttüğü sondaj çalışmaları hız kesmeden devam ediyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakan olduğu 30 Ocak 2009 tarihinde, dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’le girdiği tartışma esnasında yaptığı “one minute” çıkışını müteakip başlayan (veya ivme kazanan) İsrail-Yunanistan-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) yakınlaşması bugün itibariyle çok katı bir “anti-Türkiye” cephesine evirilmiş bulunuyor.

“Anti-Türkiye” cephesini kimler nasıl oluşturdu?

İsrail ile GKRY, 17 Aralık 2010 tarihinde petrol ve doğalgaz sondaj faaliyetlerini kolaylaştırmak amacıyla deniz sınırlarını belirleyen bir anlaşma imzaladı. 2012 yılının Ocak ayında ise söz konusu ikili, İsrail Hava Kuvvetleri’nin GKRY hava ile deniz sahalarını kullanmasını “kaynakların güvenliğinin sağlanması” ve “gizli bilgi paylaşımını” noktalarında bir anlaşmayla onayladı. İsrail GKRY’ne uydu istihbaratı sağladığı da bugün bilinen bir gerçektir. Kasım 2018 tarihinde Nicosia Üniversitesi’ndeki “The Europe Levant Observatory” adlı bölümün Ioannis-Sotirios Ioannu imzasıyla yayımladığı raporda iki ülkenin gizli servislerinin işbirliği içinde çalıştığı açıkça belirtilmişti. Bu verilerle uyumlu olarak 17 Haziran 2019 tarihinde İsrailli “ImageSat Intl.” adlı şirketin sosyal medya hesabından paylaştığı görüntüleri “Bulutların altında "Türkiye Kıbrıs’ın kıta sahanlığı dâhilindeki keşif faaliyetlerini sürdürüyor” açıklamasıyla yayınlaması şaşırtıcı değildir.

ExxonMobil, Qatar Petroleum, ENI ve Total gibi enerji devlerinin adeta cirit attığı Doğu Akdeniz’de bölge devletlerinin orduları da teyakkuz hâlinde. Bölgedeki askerî hareketlilik en azından 2015-16 yıllarından bu yana ciddi anlamda artış gösterdi. 2016 yılının Eylül ayında GKRY’ni ziyaret eden dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Liberman İsrail-GKRY ikili ilişkilerinin “zirve noktasını” gördüğünü ifade etmişti. Gerçekten de İsrail-Yunanistan-GKRY üçlüsünün düzenlediği ortak toplantılar ve gerçekleştirdiği yoğun diplomasi trafiği son yıllarda bir balayını andırmaya başlamıştır.

Muhammed Mursi’nin darbeyle devrilmesinin ardından Mısır’ı da anti-Türkiye koalisyonuna davet ve dâhil eden söz konusu üçlü böylelikle Doğu Akdeniz’deki kilit ülkeyi de kazanmış oldu. Türkiye’yle samimi ilişkiler kurmaya özen gösteren Mursi zindan hayatına mahkûm edilirken (ve akabinde şehit edilirken), Sisi bir yandan İsrail’le ilişkileri -görevi gereği- derinleştirdi diğer bir yandan ise Yunanistan-GKRY ile dayanışma geliştirdi. 

Yine 2018 yılının Temmuz ayında Türkiye’nin deniz hâkimiyetini “sınamak” amacıyla “Medusa 6” adıyla bir askerî tatbikat gerçekleştirildi. Tatbikatta anti-Türkiye cephesinden Mısır, Yunanistan ve GKRY orduları hazır bulundu. Nisan 2019 tarihinde ise bu defa içinde Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İsrail, Yunanistan ve GKRY’nin de bulunduğu geniş kapsamlı “Noble Dina” tatbikatı icra edildi.

Söz konusu tatbikattan yalnızca bir ay önce, yani Mart ayında ise ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun “himayesinde” toplanan İsrail-Yunanistan-GKRY üçlüsü “EastMed Boru Hattı”nın tesisi için anlaşmaya vardı. Türk-Rus ortaklığıyla hayata geçirilmesi planlanan TürkAkım’a karşı örgütlenen EastMed hattında yapılacak olan sevkiyat için kurulan İtalya-Yunanistan konsorsiyumu “IGI-Poseidon” şirketine Avrupa Birliği’nin (AB) 35 milyon avroya varan bir fon tahsis ettiği de ayrıca not edilmelidir. Keza Shell, Noble ve Delek firmalarının kurduğu konsorsiyumun GKRY’ne 18 yıl için yaklaşık 10 milyar avro ödeyeceği, bunun da GKRY için senelik 520 milyon avro gelir anlamına geleceği belirtilmelidir.

Türkiye karşı koyuyor

Peki, Türkiye ne yapıyor?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) geçtiğimiz haziran ayında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’yle (KKTC) ortaklaşa düzenlediği Şehit Teğmen Caner Gönyeli Arama Kurtarma Tatbikatı’nın yanı sıra, bölgeye sevk edilen “Fatih” ve “Yavuz” adlı sondaj gemileri Türkiye’nin kendi kıta sahanlığını muhafaza ve müdafaa iradesi noktasında kararlı olduğunu ilân etmesi açısından önemliydi. Yine Şubat 2019 tarihinde başlatılan ve ana vatanı çevreleyen üç denizde (Karadeniz, Ege ve Akdeniz) 103 gemiyle eşzamanlı icra edilen “Mavi Vatan” tatbikatı hayatî ehemmiyet arz ediyordu. Türkiye, tek başına kalsa da, şimdiye dek elinden gelenin en iyisini en doğru şekilde yaptı, yapmaya da devam ediyor. Ne var ki “yalnızlık”, böylesi bir jeopolitik krizin eşiğindeki bölgede arzu edilen bir durumu yansıtmıyor.

Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti Devleti gelinen aşamada cüsseli bir anti-Türkiye cephesiyle karşı karşıyadır. Öyle zannediyorum ki Doğu Akdeniz’de tecrübe ettiğimiz gelişmeler, Güney sınırlarımızda kurulmaya çalışılan sözde “PKK devleti”nin ihtiva ettiği (edeceği) karşı-stratejik anlamı daha berrak bir şekilde ortaya koydu. Muhtemeldir ki böylesi bir terör devleti kurulmuş olsaydı – daha doğrusu “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı Harekatı” gibi askerî seçenekler değerlendirilmemiş olsaydı – bugün anti -Türkiye cephesinin kurguladığı küresel enerji paylaşımına bahsi geçen sözde devlet de katılım sağlayacaktı. 

Her ne kadar Türkiye şimdiye dek elindeki tüm imkânları seferber etmişse de (ve ediyorsa da), tehlikenin siyasî boyutları her geçen gün biraz daha keskinleşiyor. 

Rum milliyetçiliği İsrail’le buluşuyor: ELAM örneği

Mayıs 2019 tarihindeki Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde sağ popülistler ile Yeşiller yükselişe geçtiler. Türkiye’nin diplomatik planda yıllarca yatırım yaptığı sosyal-demokrat blok buharlaşma safhasına gelirken, Hristiyan-demokrat grup ise oy kaybı yaşamamak adına her geçen gün biraz daha sağ popülistlere benzemeye gayret ediyor. Türkiye’nin sol popülistler ile Avrupa milliyetçisi partilerle (Macaristan’daki “Jobbik” bu anlamda bir ve tek istisna pozisyonundadır) diyalogu ise açık bir şekilde “yok” hükmündedir. Özetlemek gerekirse 2 Temmuz 2019 tarihi itibariyle yeni dönemini açan AP bünyesinde Türkiye dostu kimsecikler kalmamıştır. Bu durum Türkiye’de devlet aklının doğru çalışmadığına yahut çalıştırılamadığına delalet ediyor. Nasıl mı? Rum milliyetçisi ELAM (Ulusal Halk Cephesi) örneğinden yola çıkalım ve somut örneklerle açıklayalım.

ELAM, Yunanistan’da faaliyet gösteren nasyonal-sosyalist eğilimli Altın Şafak’ın GKRY kolu olarak 2008 yılında doğdu. Temsilî demokrasiyi reddeden, sosyal şovenizmi benimseyen ve üniformalı gençlik örgütlerine sahip olan ELAM, uluslararası basında Kıbrıs Türklerine yönelik giriştiği şiddet eylemleri ve “APOEL Nicosia” adlı spor kulübünün taraftar grupları bünyesindeki varlığıyla biliniyor.

Aslında hem Altın Şafak hem de ELAM başlangıçta “nöbetçi milis gücü” anlayışıyla kurulmuştu. Başka bir deyişle her iki oluşum da esasen meşruiyetini sokak faaliyetlerinden alan – ki bu hususî hüviyet ve eğilim klasik nasyonal-sosyalist tarihçeyle uyumludur – ve yerel halkı “yabancıların aşırılıklarından korumak” şiarıyla yola çıkan oluşumlardı. Ne var ki her iki oluşum da 2008 yılında Avrupa ülkelerini birinci elden vuran ekonomik krizle birlikte hakiki manada bir partileşme sürecinden geçti ve sandığa eskiye nazaran daha fazla değer vermeye başladı. Yaklaşımdaki değişim meyvelerini kısa sürede verdi. Yunanistan’da Altın Şafak 2012 seçimlerinde, GKRY’nde ise ELAM 2016 seçimlerinde sandıktan umulmadık başarılarla çıktı. Altın Şafak % 6,7, ELAM ise % 3,7 aldı. 

Altın Şafak 2014 yılındaki AP seçimleri müstesna, gün geçtikçe gerilerken ELAM’ın durdurulamaz yükselişi ise devam etti. ELAM 2018 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde % 5,7; 22 Mayıs 2019 tarihinde AP seçimlerinde ise % 8,25’lik oy oranları elde etti. 2016-2019 döneminde yani yalnızca üç yıl içinde ELAM oyunu % 85-90 nispetinde katlamıştır.

Yukarıda da arz ettiğim gibi, ELAM başlangıçta bir “nöbetçi milis gücü” idi. Sempatizanlarını ve üyelerini çoğunlukla statlardaki taraftar gruplarından ve dolayısıyla da gençlerden devşiriyordu. Partinin bu stratejisi hâlâ devam ediyor ve parti gençliğe olağanüstü bir yatırım yapıyor. Nasyonal-sosyalist eğilimlerini saklama gereği hissetmeyen parti üyeleri tribünlerde Svastika ve SS baskılı t-shirtler giymekten de imtina etmiyorlar. ELAM kuruluşundan bu yana kendine birinci hedef tahtası olarak Kıbrıslı Türkleri koymuştur. Partinin eylemleri, faaliyetleri ve açıklamaları her zaman ve tamamen Kıbrıs Türklerine karşı konumlanmıştır. Kıbrıslı Türklerin arabalarını kundaklayan ve dükkanlarına saldıran parti üyeleri, Mart 2014 tarihinde dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a saldırı girişiminde bulunmuştu.

ELAM’ın GKRY’nde “marjinal” bir parti şeklinde telakki edilmediği işaret etmemiz bu bağlamda yerinde olacaktır. Öyle ki, 2016 seçimlerinin ardından GKRY Başpiskoposu II. Chrysostomos gazetecilere verdiği bir demeçte şunları söylüyordu:

Parlamento’ya gireceklerine ihtimal vermiyordum ve fakat başardılar. Memnun olduğumu ifade edebilirim. Farklı kesimden insanlar artık seslerini duyurabilecekler. İnsanların tedbirli olmaları için bazen aşırılar gereklidir.

Aynı seçimlerin ertesinde Altın Şafak liderlerinden Christos Pappas ise kendisine ait resmî sosyal hesabından yayınladığı mesajda şu ifadeleri kullandı:

Yaşasın ELAM! Yaşasın Altın Şafak! İki devlet, tek ulus! İki siyasî parti, tek bir mücadele!

Parti 2019 yılındaki AP seçimleri ertesinde – her ne kadar üye çıkaramamışsa da – farklı Avrupa milliyetçisi parti ve şahsiyetlerinin tebriklerine mazhar olmuş, “uluslararası tanınırlık” noktasında yol kat ettiğini ortaya koymuştu. 

ELAM ve ufuktaki olası askerî darbe

Geçtiğimiz Mayıs ayında düzenlenen AP seçimleri öncesinde partinin lideri Christos Christou ülkenin AB sarmalından, sözde “Türk işgalinden” ve göç tehdidinden “kurtartılması” gerektiğini belirterek, GKRY “sisteminin” ELAM’ı eleştirmeye devam etmesi hâlinde bambaşka bir yol izleyebileceklerini kaydederek şu sözleri söylemişti:

Karşılaştığımız sorunlara karşı çözüm bulunmazsa ve ELAM’ın yükselişinden rahatsız olan çevreler saldırılarını sürdürürse askerî bir yola başvurabiliriz. Bir siyasî savaş başlatabiliriz.

Christou’nun yaptığı bu açık darbe çağrısı şimdilik cezasız kaldı ve GKRY’ndeki yargı makamları henüz bir inisiyatif almadı. Bu bağlamda partinin hızla 1970’li yıllardaki EOKA modeline savrulabileceği, ülkede terör estirebileceği ve “cuntalaşabileceği” artık ihtimal dâhilindedir. ELAM, geçen seçimlerde sahip olduğu “sokak” gücüne bir de “sandık” gücünü eklemiş oldu ve artık daha belirleyici bir mevzide bulunuyor. Bu anlamda partinin önümüzdeki ay ve yıllarda GKRY’ndeki siyaset sahnesinde tehlikeli bir rol oynayabileceği dikkate alınmalıdır.

ELAM’ın 2010 yılından bu yana büyük bir hızla İsrail yörüngesine girdiği gerçeği de unutulmamalıdır. Ne ilginçtir ki, 2010 yılına değin ELAM’ın resmî ağızları Filistin meselesine ilişkin Filistin Müslümanlarının yanında duran ve onları destekleyen bir tavır içselleştiriyordu. Filistin’in özgürleşmesine yönelik basın açıklamaları yayınlayan, eylemler düzenleyen parti, Erdoğan’ın Peres’e yönelik yaptığı “one minute” çıkışını müteakip ise yaklaşımını bütünüyle değiştirdi. İsrail’in Türkiye’ye karşı Yunanistan ve GKRY’yle yakınlaşmaya başlamasıyla birlikte ELAM Filistin söylemini terk etmek suretiyle anti-Türkiye cephesinde İsrail’le birleşmeyi yeğledi. Öyle de oldu. 

2010 yılı ELAM partisinin dönüşümünü mühürleyen önemli bir dönemeç oldu. Parti, GKRY-İsrail yakınlaşmasını fırsat bilerek Kıbrıslı Türklere karşı daha da saldırganlaştı ve Filistin’le dayanışmasını dondurdu. İsrail’in İtalya’da Kuzey Ligi, Almanya’da AfD (“Almanya İçin Alternatif”), İspanya’da VOX ve Hollanda’da Özgürlük Partisi örneklerinde olduğu gibi eski milliyetçi yeni sağ popülist partiler ve oluşumlarla “barışmaya”, hatta “işbirliğine” gitmesini iyi değerlendiren ELAM bu vesileyle GKRY bünyesinde bir “legal” hüviyet kazanma yoluna da girmiş oldu. Fakat bununla da bitmiyor.

ELAM tezleri Avrupa’da nasıl yayılıyor?

ELAM yetkilileri Nisan 2010 tarihinde Macaristan’da faaliyet gösteren ve Türk milliyetçiliğiyle “Turan” gayesi çerçevesinde iyi ilişkiler yürüten Jobbik’in Türklere “müsamaha” gösterdiğini ifade ederek, Avrupa’daki milliyetçi partilerin genel merkezlerine bir mektup gönderdiler. Mektupta Jobbik’in Avrupa milliyetçiliğine zarar verdiğini, Türkiye’yle “haddinden fazla” yakınlık kurduğunu ve bu anlamda uyarılması gerektiği “tavsiye” ediliyordu.

ELAM yetkililerinin dillendirdikleri bu tezler Avrupa milliyetçileri nezdinde epey yankılandı. 2014-2019 arasında Altın Şafak’ın AP bünyesindeki üyeleri pek çok AB ülkesindeki milliyetçi partilerle yardımlaşma bağları kurduğu bugün bir sır olmaktan çıkmıştır. ELAM’ın Avrupa’daki milliyetçilerle Altın Şafak üzerinden kurduğu ağ fevkalade önemlidir ve Türkiye’nin aleyhine gelişen olaylara bir yenisini eklemektedir. Önemlidir diyorum zira ELAM’ın resmî internet sitesinde Türkiye aleyhtarı haberler çokça işlenmekte ve yayınlanmaktadır. Söz konusu haberlerin Avrupa’da nasıl dolaşıma sokulduğu ve yayıldığı üzerinde durulması gereken hususlardır. Türkiye’nin KKTC’yle Fransa-Monako benzeri bir ilişki tesis etmek istediği, KKTC’nde kanunsuzluğun hüküm sürdüğü, Kıbrıslı balıkçıların tehdit altında oldukları, TSK unsurlarının Kıbrıs sınırlarını ihlal ettiği, sözde “Pontus soykırımının” tanınması için çaba harcanması gerektiği vb. zararlı neşriyatın Avrupa genelinde – özellikle de her geçen gün biraz daha fazla güç kazanan milliyetçi ve sağ popülist çevrelerde – Türkiye’ye ne denli kötülükler yapabileceğini doğru hesaplamak lazımdır. Peki, ne yapmalı?

Klasik diplomasinin sorunları ve kamu diplomasisi gerekliliği

Anti-Türkiye’nin karşısında yalnızca Türkiye mi kalacak yoksa müttefikler kazanmaya başlayacak mıyız? Doğu Akdeniz krizinin çok hızlı tırmanışa geçebileceği bir süreçten geçiyoruz. Karşımızda ufak bir kıvılcımın çakması için ellerini ovuşturanların sayıca oldukça fazla olduğu bir “anti” koalisyon var. 

Dışişleri Bakanlığımızın S-400 füzeleri ile Suriye meselesi kapsamında yoğun mesai harcadığının farkındayım. Ne var ki Avrupa ile ilişkiler uzun süredir (üstelik vahim derecelerde) ihmal ediliyor. Oysa diplomasi yalnızca hükümetler nezdinde sürdürülmez ve yönetilmez -bu gerçeği unutmaya meyilli bir yapımız var. Klasik diplomasinin – merkezî konumunu muhafaza ettiği hâlde- artık yegâne diplomatik kanal olmadığını çoğunlukla görmezden geliyoruz.

İsrail, “ölümcül düşmanlarım” dediği eski milliyetçi yeni sağ popülist partilerle (aralarında İsrail’in üzerine titrediği “Holokost”u henüz kabul etmemiş olanlar varken) ilişkilerini genişletirken... İran anti-emperyalist, anti-Siyonist Avrupa partileri ile şahsiyetlerini (milliyetçi ve sol-popülist) kazanmak için onlara davet götürürken... Rusya bir yandan Türkiye’yle Astana sürecini yönetip diğer yandan PKK terör örgütünün Suriye uzantılarına Moskova’da ofis açtırırken... ABD bir yandan Müslüman halklara karşı en acımasız savaşları başlatıp, diğer yandan İdlib mazlumlarının hamiliğine soyunurken... Yukarıda da gördüğümüz gibi, bizim “devlet” statüsünde dahi saymadığımız GKRY dahi (!) kendi ölçeğinde bir senaryo kurgulamaya çalışırken... Ve bu örnekler “oyun kurucu” olma iddiasındaki her devlet için üç aşağı beş yukarı sıralanabilecekken...

Türkiye niçin hâlâ “ya hep ya hiç” politikalarında ısrar ediyor? Niçin kamu diplomasimizi işletemiyoruz? Niçin diplomasinin salt kendi tezimizi anlatmaya ve dayatmaya çalışmaktan ibaret olduğunu düşünüyoruz? Niçin dış politika dilimizi (iktidarlardan bağımsız olarak) esnetemiyoruz? Niçin komplekssizce hareket edemiyor, yeri geldiğinde tabuları yıkamıyoruz?

Türkiye’de her renkten, her eğilimden, her fikirden ve görüşten 100 küsur faal siyasî parti var. Yurtdışında okuyan, yetenekli üniversite öğrencilerimiz var. Türkiye’de hâlihazırda ne yaptığı veya ne işe yaradığı bilinmeyen onlarca sivil toplum kuruluşu var. Gazetecilerimiz, yazarlarımız, entelektüellerimiz var. Müzisyenlerimiz, araştırmacılarımız, tarihçilerimiz var. Nasıl oluyor da böylesi bir insan zenginliğini devletin âli menfaatleri için seferber edemiyoruz? Nasıl oluyor da hiçbir yerde varlık belirtmiyoruz, yokuz? Niçin müttefiklerimizin sayısı azalıyor, erime noktasına geliyor? Niçin yurtdışında bizim adımıza bizim tezlerimizi dillendirenler, savunanlar yok denecek kadar az?

Bugün Doğu Akdeniz’de yalnızız. Yarın aynı yalnızlığı Karadeniz’de, Kafkasya’da yahut Balkanlar’da yaşamamak adına Türkiye’nin acilen geleneksel diplomatik aygıtını esnetmesi ve kamu diplomasisinde sorumluluklarını yerine getirmesi gerekmektedir.

Türkiye’nin Ortadoğu’da, Avrupa’da, Orta Asya’da ve Kuzey Afrika’da -her yer ve her kesimde- dayanakları, referans noktaları olmalı. Bu coğrafyalarda çok boyutlu siyaset oluşturabilmeli ve yürütebilmeliyiz. En önemlisi Türkiye kendine müttefikler edinmeli -hepsi farklı kanallardan güvenilir müttefikler-. Bu işlemi de Ankara’dan yapmaya kalkışmamalı, dış politikayı sivilleştirerek yapmalıdır. Değişen Ortadoğu koşullarına, dönüşen Avrupa sosyolojisine, kabuk değiştiren Orta Asya’ya ve yeni bir yol çizmenin eşiğinde duran Kuzey Afrika’ya uyum sağlamamız gerekiyor. Her şeyin ötesinde artık günümüz diplomasisinde önemli olan kendi adımıza konuşmamız değil, bizim adımıza konuşabilecek olan “yerli” unsurların sayısını artırmaktır, çoğaltmaktır. 

Yeni dünyaya uyum sağlayabilmek için dinamik bir kamu diplomasisi planlamasına gidilmeli. Böylesi bir planlamayı ete kemiğe büründürmek için ise içerideki kutuplaşmayı, çekişmeyi ve didişmeyi sonlandırmak elzemdir.

Türkiye bunu başarabilir mi? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bunu başarmak zorunda olduğumuzdur. 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU