Kavgada Barış Kapısı'nı açık bırakmak

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Bütün insanlık tarihi için, insanın doğa ve insanın insanla kurduğu ilişki ve yaptığı çatışmalar tarihidir, denilir. Bizler, Türkiye’nin son yüzyılında dünyaya gelmiş ve hasbelkader burada yaşamak zorunda kalmış insanlar olarak, bütün hayatımız çatışma ve çelişkilerle geçmiş. En rahat günlerimiz, sorumluluğumuz olmadığı için hapishanelerde geçirdiğimiz zamanlardır.

Hayatın zorlukları ve içinde yaşadığımız keşmekeş, bazen o kadar sıkıcı ve bıktırıcı bir hal alıyor ki, derin bunalım ve buhranlardan kendimi alıkoyamıyorum. Özellikle son otuz kırk yıldır yaşamakta olduğumuz, anlamsız ve gereksiz savaş ve kavga ortamı, bunalımımı arttırırken geleceğe dair endişelerimi de derinleştiriyor.

Toprağı bol, taksiratı af ola caniyane bir şekilde katledilen Hrant Dink, zaman zaman TV’lerde yaptığı konuşmalarda; “Kürtleri uyarmak istiyorum; Yüzyılın başında Ermenilerin düştüğü hataya düşmesinler, Batılılara güvenmesinler. Mücadelelerinde daha adil ve rasyonel olsunlar. Komşu ve akrabalarına daha iyi davransınlar” meyanında konuşmalar yapardı. Çok doğru söylerdi. Evet, biz Kürtler, ne Batılı emperyalistlere ve ne de Doğulu emperyalistlere güvenmeyelim de, bizim Müslüman kardeşlerimiz bizim topraklarımızı işgal edip başkalarına peşkeş çekerken, dilimizi ve kültürümüzü yasaklarken, her gün bizi terörizmle, sabotajcılıkla, emperyalistlerin işbirlikçiliği ile suçlarken ve çoğu zaman da bizi ignore edip insan yerine koymazken ne yapabiliriz...

Ben her zaman bu devletin Kürtlerin de devleti olması lazım, derim. Birileri çıkıp “Bu devlet Kürtlerin de devleti değil mi?” diye sorabilir. Ancak cevabım çok kısa ve net: Hayır. Bu devlet Kürtlerin devleti değil. Olsaydı eğer, İran her gün beş Kürt’ü idam ederken, buradan bir yetkili insan çıkar ve İran'a; “Vatandaşlarımın soydaşlarından ne istiyorsun ki her gün birkaç tanesini bu çağdışı ve bütün dünyanın lanetlediği şekilde cezalandırıyorsun?” derdi.

Irak'ta iyi kötü bir yönetim oluşturmayı başarmış olan, Güneyli kardeşlerimizin, Bağımsızlık Referandumu'na Irak’tan bile daha fazla tepki göstermez, "Vanaları kapatır, onları aç bırakırız” denilmez ve kendilerine güvenen bu insanlarımızı Şebbihaların, DAİŞ’çilerin insafına terk etmezdi.

Eğer bu devlet Kürtlerin de devleti olsaydı; Suriye'de var olan kaos ortamından kendini korumaya çalışan Kürtleri dışlamaz, “Kürtler için iyi olan şey bizim için de, bütün Türkiye halkları içinde iyidir” der ve orada DAİŞ gibi canavarları Kürtlere tercih etmezdi. Suriye’de herkese yardım eder ve bu yardımlarına oradaki Kürt akrabalarını ortak eder, daha düne kadar varlığından haberdar olunmayan “Bayırbucak Türkmenleri’ne yardım yapıyoruz” diye alay konusu olmazdı. 

Eğer bu devlet Kürtlerin de devleti olsaydı, Afrin'e girildiğinde ilk iş olarak Kürtçe eğitim yasaklanmaz, yüzlerce köyü başkalarına peşkeş çekilmez, oradan toplanan zeytin ve zeytinyağları karaborsalarda kelepir edilmezdi.

Türkiye'de Kürtler sadece seçimlerde ve oy deposu olarak hatırlanmaz, dilleri ve kültürleri yasaklanmaz, onlar için açılan TV'de bile onlara sürekli hakaret edilmezdi. Belki o zaman, ne Doğulu ne de Batılı emperyalistlerin merhametine bırakılmazdı bu ülkenin geleceği. Belki önemli ve kritik seçimlerde bile başkasının "mitil" sermesine ihtiyaç duyulmaz ve her şey daha rahat olabilirdi. Çünkü devletin kronikleşmiş hastalıklarına rağmen Kürt toplumu daha alicenap, daha gelenekçi ve daha merhametli bir tavır sergileyebilir.

Zira Kürtlerin çok derin ve köklü örf adet ve gelenekleri vardır. Kürtlerin misafirperverliğinden namuslarına olan düşkünlüğüne kadar gelenek ve örfleri bütün komşu halklarca bilinmektedir. Bu köklü örf ve adetinden biri de, her zaman kavgada ve savaşta Barış Kapısı’nı açık bırakmaktır. Yani savaşırken veya kavga ederken bile barışı düşünmek ve barışçıl bir şekilde davranmaktır.

Örf-adet ve geleneklerden bihaber olan birileri; “Kavga ederken barışı düşünmek” veya “Barışçıl bir şekilde savaşmak” da ne demek oluyor, diyebilir. Belki haklıdır da. Ancak ben 150 yıl önce Hakkari'de geçen bir olayda, Barış Kapısı’nın nasıl açık bırakıldığını anlatmak istiyorum.

Derler ki, Ertuşî Aşireti'nin bazı kolları o zamanlar çok kalabalık olan Hewêrkan Aşireti ile sürekli kavgalı imiş. Barış yapılmadan önceki son çatışmaları ise; Ertuşilerin, Hewêrkan Aşireti'nin yaylalarına saldırıp bütün hayvanlarını talan etmesiyle başlar. Bunun üzerine Hewêrkîler, Hewêrkan Aşireti'inin ağası olan Hesinê Hewêrkî'nin oğlunun komutanlığında büyük bir karşı saldırı başlatırlar. Hazırlıklı olan Ertuşiler, gelen karşı saldırıyı püskürtür ve ağanın oğlu da öldürülür. Hewêrkiler, daha büyük bir güç toplamak için, ağanın yaylasına geri dönerler. Ağaya oğlunun ölümü haber verilir. Ağa, uzun süreden beridir devam edegelen çatışmanın, artık durdurulmasının zamanının geldiğine inanır ve aşiret mensuplarına der ki;

Gidin bakın, eğer oğlumun cenazesinde Derê Sulhê/Barış Kapısı açık bırakılmışsa, barış zamanıdır, sulh yapacağız. Madem öldürülen benim oğlumdur, artık ne benim aşiretimden ne de onların aşiretinden kimse ölmesin.

Bir kavgada Derê sulhê, yani Barış Kapısı demek, cenazenin kirletilmemiş olması, silahına, atına ve diğer müştemilatına dokunulmamış ve cenazenin bir kilim veya benzeri bir şeyle örtülmüş olması demektir. Hewêrkîler, cenazelerinin başına gidip, durumunun bu minvalde olduğunu görünce, ağalarına durumu haber vermişler. 

Hesinê Hewêrki ağa da hemen bir ulak göndermiş Ertuşilere. Ertuşiler, talanlarını almış ve savaş hazırlıklarına devam ederken, Hewêrkîlerden gelen bu barış çağrısından dolayı mahcup olmuşlar ve barış yapılmış.

Şimdi, düşünüyorum da, bunca yıldır, bu güzel ve yaşanılası vatanda yaşamıyoruz da, sürekli bir kavga, kaos ve sıkıntılar içinde debeleniyoruz. Oysa görüyorum ki, Barış Kapısı açıktır ve hâlâ birbirimizin yüzüne bakabiliyoruz, çocuklarımızı da kutsal görebiliyoruz. Zira bu güne kadar, bir Türk'e sırf Türk olduğu için saldırılmamış ve aynı şekilde bazı münferit ve ırkçı olaylar bir yana bırakılsa, bir insana sadece Kürt'tür diye bir saldırganlık olmamış. 

Elbette, Kürtçe ile haşır neşir olan akademisyenlerin, öğretmenlerin işten çıkarıldığını, birçok insanın şu veya bu şekilde işsiz bırakıldığını ben de biliyorum. Bütün bunlar yapılırken de, "Kedi yiyeceği yavrusunu fareye benzetir" kaidesince yapıldığını da biliyorum. Fakat halihazırda bütün bu olumsuzluklar, bizim iç işimizdir. Ama eğer kavga ve kaos, tam da düşmanlarımızın istedikleri gibi bir iç savaşa evrilirse bundan sonra hiçbirimiz birbirimizin yüzüne bakamayacak duruma geliriz. İşte o zaman Kürt'ün de Türk'ün de kıyametidir. 

Peki, kıyamete değer mi? 

Suriye, Afganistan, Yemen ve Sudan gibi paramparça olmaya değer mi?

Ben hayır diyorum. Yüzlerce kere hayır...

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU