Lübnan'da yaklaşan seçimlerden ne gibi bir gaye umuluyor?

Toplum, kuşatma, mahrumiyet, yerinden edilme dert ve sıkıntıları ortasında, sonuçları önceden bilinen bir seçim sürecinden emrivaki güçlerinin işgalinin meşrulaştırılması, sürekliliğinin temin edilmesi dışında bir şey bekliyor mu?

Fotoğraf: AFP

Akıl ve hikmetten yoksun olmayan şüpheciler, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ürettiği en çirkin sonuçlardan birinin, bazı üçüncü dünya ülkelerinde bir seçim demokrasisi kültürünün kurulması hikayesi olduğunu düşünüyorlar.

Bundan sonra, söz konusu ülkeler siyasi ve sosyal hastalıklarının birçoğunun partiler kurulur, seçimler yapılır ve özgür seçimin nimetleri ile övünür övünmez kaybolacağına ikna edildiler.


Dünyanın önde gelen politikacılarının çoğu bu samimi ya da saf izlenime sahipti. Gelgelelim, hem Batı ülkelerinde hem de üçüncü dünya ülkelerinde bir grup aklı başında politikacı bu oyuna kanmayacak kadar gerçekçiydi ve hala da öyle.

Sonuç olarak, bu realistler seçim demokrasisini yürürlükte bıraktılar, bazı kısımlarını manipüle etmekte ustalaştılar ve nihayetinde ondan kendi çıkarlarına uygun bir siyasi örtü elde ettiler.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bundan da öte, bir yanda hayatta kalma içgüdüsünün, öte yanda uzun süreli otoriter yönetim deneyiminin, Üçüncü Dünya hatta İkinci Dünya yani Sovyetler Birliği cumhuriyetleri ve eski Doğu Bloğu ülkeleri diktatörlüklerine büyük bir üstünlük sağladığını gördük.

Bu üstünlük, demokrat adı verilen özverili demokrasi savunucularının idealizmi ve özgürlük davetçilerinin mütevazi deneyimine karşıydı. Ne var ki bunlar bile (demokratlar) sonunda, iktidar nimetini tattıklarında güç sarhoşluğuna kapılanlar kampına katıldılar.


Öte yandan, Üçüncü Dünya ve eski Doğu Bloğu ülkelerinde bir dizi inkar edilemez demokratik dönüşümlerin varlığına temas etsek de, artık birçok kişi, demokratik kavramların ne ölçüde yerleşik olduğu hakkında sorular soruyor.

Aşırı popülist, ırkçı ve ayrılıkçı eğilimlerin büyüdüğü ABD ve bir dizi Batı Avrupa ülkesi gibi köklü demokratik deneyimlere sahip ülkelerde, bu kavramların etkinliği ve üzerinde ulusal bir fikir birliği olup olmadığını sorguluyor.


Bu noktada, aramızdaki gözlemciler, ilk olarak, sosyal medya ve insanları yönlendiren çıkar bloklarının sahip olduğu, yönettiği dezenformasyon bilgiler yayınlayan web sitelerinin etkisi karşısında bu gelişmiş ülkelerdeki demokratik kurumların ne ölçüde birbiri ile kenetli olduğunu tartışabilir.

İnsanları kışkırtma ve harekete geçirme konusunda sınırsız ve sorumsuz gücüne karşı bu kurumların sağlamlılığını sorgulayabilir.

Zira eğer Batılı demokratik ülkeler bugün ABD Kongresine yapılan saldırı, Kovid-19 aşılarına şüpheyle yaklaşan grupların gösterileri, komplo teorileri taraftarlarının kişi ve kurumlara yönelik rahatsız edici saldırıları sahnelerine aşina hale gelmişse, bazı sorular sormak hakkımız değil mi?


Bu soruların en önemlileri şunlar etrafında dönüyor;

Büyük demokratik ülkelerin liderleri, kendi deneyimlerine, ilkelerine ve uygulamalarına asla alışık olmayan oluşumlarda çağrıda bulundukları sloganların ve uygulamaların oluşmasının mümkün olduğunda samimiler mi?

Buna ek olarak  sahadaki pek çok deneyimin ışığında  bu liderler ve hükümetleri, tüm halkların silahların zulmünden ve ekonomik çıkarların cazipliğinden uzakta, kendi kaderlerini özgürce seçme hakkına sahip olduklarına gerçekten inanıyorlar mı?

Dahası bu liderlerin kanaatlerine göre bütün halklar arzu ve çıkarlarıyla çelişen, kendi pahasına ve iradesinin ötesinde varılan keyfi anlaşmalar olmadan, özgür, egemen ve bağımsız olmayı hak ediyor mu?


Lübnan, geçtiğimiz günlerde iki önemli hadiseye tanık oldu.

Birincisi, eski başbakan ve Mustakbel Hareketi'nin lideri Saad Hariri'nin, kendisinin ve hareketinin siyasi faaliyetlerinin askıya alındığını, önümüzdeki baharda yapılması beklenen genel seçimlere katılmayacağını duyurmasıdır.

İkincisi, resmi olarak Kuveyt Dışişleri Bakanı Şeyh Ahmed Nasır Muhammed el-Sabah tarafından Lübnan'a sunulan Körfez -Arap- uluslararası girişimdir.

Girişim (bugün Kuveyt'te) Lübnan devletine, yankıları artık Lübnan ile sınırlı kalmayan, aksine, tehlikeli zehirleri bir bütün olarak Arap güvenliğini etkilemeye başlayan Lübnan krizini çözmek için ne yapılması gerektiğini derinlemesine tartışma çağrısı yaptı.


Lafı eğip bükmeyelim ve kelimelerle oynamayalım, Hariri'nin açıklaması ile Kuveytli bakanın sunduğu girişimin içerdiği dikkat çekici ortak payda, İran'ın Lübnan'daki konumuydu.

Hariri siyasi faaliyetlerini donduracağına ve planlanan seçimleri boykot edeceğine dair açıklamasında buna gerekçe olarak, uluslararası toplumun Lübnan'dan vazgeçmesinin ortasında İran'ın Lübnan üzerindeki hegemonyası gerçeğini göstermişti.

Kuveytli bakanın yürüttüğü girişim ise, devletin yetkisi dışında olan milislerin silahsızlandırılması çağrısında bulunan BM Güvenlik Konseyi'nin 1559 sayılı kararının uygulanmasını şart koştu.


Özellikle bu nokta, meselenin püf noktası, çünkü devletin otoritesi dışında bir silahlı gücün hegemonyasının varlığında özgür, adil ve şeffaf seçimlerin yapılabileceğine inanmak mümkün değildir.

Keza aksayan, bazı bölgelerde itiraz kapısını açan, öte yandan yasadışı silahın rakiplerine kapalı olan hakimiyet alanlarında itirazları engellemesine olanak tanıyan nispi seçim yasası gölgesinde de özgür, adil ve şeffaf seçimler imkansızdır.


Fakat diğer yandan, Lübnan'da güvenlik ve siyaset denklemindeki dengesizliğin boyutunu tam olarak bilmelerine rağmen, seçimlerin düzenlenmesinde ısrar eden ABD ve Fransa'nın başını çektiği, güçlü ve etkili uluslararası güçler bulunuyor.

Bu durum, Washington ve Paris'in, elbette Hizbullah milisleri tarafından temsil edilen bu İran hegemonyasına ek ve nihai bir meşruiyet sağlamaktan çekinmediğini gösteriyor.
 


Buna paralel olarak, Viyana'daki İran nükleer dosyasına ilişkin müzakereler, Tahran'ın Ortadoğu'daki saldırgan davranışlara ilişkin herhangi bir aleni tartışmanın yokluğunda ilerlerken, bu iki Batılı başkent Lübnan hükümetini koruyor, Lübnanlıların "insani ihtiyaçlarını" temin etmek bahanesiyle pratikte Şam rejimiyle normalleşmesine yardım ediyor.

Nitekim BM Suriye Özel Temsilcisi Norveçli Geir Pedersen'in Şarkul Avsat'a Washington ile Moskova arasında Suriye konusunda "stratejik anlaşmazlıklar" olmadığını açıkça söylemesi dikkat çekiciydi ama şaşırtıcı değildi.

Perdesen ayrıca, Washington'un Şam rejimine karşı tutumunun değiştiğini, çünkü "artık onu değiştirmek değil, davranışlarını değiştirmek istediğini" de belirtti.

Bu sözler, kuşkusuz, Başkan Joe Biden yönetiminin ve Avrupa başkentlerinin yine Amerikan "Tahran rejimini devirmek değil davranışlarını değiştirmek istiyoruz" sloganı gölgesinde Viyana müzakerelerini başarıya ulaştırma konusundaki coşkusuyla bütünleşiyor.

Buna İsrail'in Suriye'deki İran varlığını "sınırlama" ya da "kontrol etme" arzusuyla ilgili -bazen sık sık- yaptığı imalar da ekleniyor. Burada, İran askeri varlığının Suriye'de, bazıları İsrail ile ateşkes hattına çok yakın olan birçok bölgeye yayıldığını belirtmek gerekir.
 


Dahası bu varlık, Suriye'nin Irak ve Lübnan ile olan sınırlarını etkili bir şekilde ortadan kaldırdı. Geçtiğimiz günlerde Captagon ve diğerlerinin tespit edilen kaçakçılık rotası ışığında Ürdün sınırındaki zapturaptı da ortadan kaldırdığı ortaya çıktı.

Tüm bu veriler, dengesizlikler ve işgaller ışığında uluslararası toplumun yaklaşan Lübnan seçimlerinden ne beklediğini sorgulamak tuhaf değil.

Toplum, kuşatma, mahrumiyet, yerinden edilme dert ve sıkıntıları ortasında, sonuçları önceden bilinen bir seçim sürecinden emrivaki güçlerinin işgalinin meşrulaştırılması, sürekliliğinin temin edilmesi dışında bir şey bekliyor mu?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Adem İpekyüz

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU