Latin Amerika spiralden çıkıyor: "Hegemonik olmayan" sol iktidarlar dönemi başladı

Özgür Uyanık Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Josetxu Piñeiro (elmundo_es)

ABD'li tanınmış solcu yazar-gazeteci Jon Lee Anderson'un son kitabında, bölgenin öne çıkmış karakterleri ışığında, 2010-2020 arasındaki Latin Amerika'nın on yılı inceleniyor.

Anderson özetle "Latin Amerika'nın bir geleceği vardı ve aniden yolunu kaybetti" diyor. (Los años de la espiral, Sexto Piso, 1. baskı 2020, Meksika)
 

3.jpeg
Jon Lee Anderson

 

Che biyografisini kaleme alan ve iki "Comandante" (Fidel Castro ile Hugo Chávez) ile kişisel yakınlığı olan Anderson, son on yılda kıtadaki gelişmeleri biraz umutsuz bir bakış açısıyla yorumluyor.

Anderson, Washington'da bir siyahın ve Vatikan'da bir Latin Amerikalının iktidar koltuğunda oturduğu; yarım asır sonra Küba ile ABD'nin diplomatik ilişkileri yeniden başlattığı ve FARC ile Kolombiya devletinin anlaştığı yumuşama koşullarının, Trump'ın gelmesiyle sona erdiğine işaret ediyor.
 

5.jpg
Brezilya devlete başkanı Jair Bolsonaro

 

Böylece Brezilya'da Jair Bolsonaro, El Salvador'da Nayib Bukele ve Bolivya'da Jeanine Áñez gibi diktatörlük meraklılarının yolu açılıyor.
 

6.jpg
El Salvador devlet başkanı Nayip Bukele

 

Bu arada Fidel ve Chávez gibi solcu ikonların yerini - isim vermese de Miguel Diaz Canel gibi- yetersiz ve Maduro gibi kaba siyasetçiler almıştı. Lula gibi işçi kökenli liderler, halk desteklerini yitirmiş ve yolsuzluk haberleriyle anılmaya başlanmıştı.
 

4.jpg
Fidel ve Chavez, 1998, Havana

 

Anderson kitabında, Latin Amerika güncel siyasetinde Venezuela'ya ayrı bir önem veriyor ve bu ülkede "sürekli çöküş halinde başarısız bir rejim" bulunduğunu söylüyor. Ülkede her alanda yaşanan çeteleşmenin iktidar ile ordu arasındaki kutsal ittifakı belirlediğine işaret ediyordu. ABD ambargo ve askeri baskısının bu vb. yönetimleri katılaştırdığına ve içeriden bir alternatif çıkmasını engellediğine işaret ediyor. 
 

2.jpg
Jon Lee Anderson'un kitabı

 

Kitap Şili'de Boric'in ve Honduras'ta Xiomara Castro'nun iktidara gelmesinden önce yayımlanmış olmasına karşın, geleceği öngören bir tespit içeriyor:
 

8.jpg
Xiomara Castro Honduras devlet başkanı

 

Yerel polis, federal kolluk gücü, yerel çeteler, karteller, kastlaşmış partiler, yerel idareciler, kilise, evangelistler, mafyalaşmış tekeller gibi "sayısız değişken içinde solun, bu senaryoyu tersine çevirmek için çok dengeli manevralar yapması gerek". 
 

7.jpg
35 yaşında Şili devlet başkanı seçilen Gabriel Boric

 

Latin Amerikalı solcular Anderson'un işaret ettiği bu manevrayı çoktan kavrayıp hayata geçirmeye başladı bile.

Fakat bunu açıklamadan önce başarısızlık odaklarını tespit etmeliyiz.

Bölgede sol krizin merkezi, 1999'dan bu yana Bolivarcıların iktidarda olduğu Venezuela. 2000'lerde sol dalganın başladığı bu ülke, dönemin ekonomi politiğinin de merkezindeydi. Popülist politikaların en sınırsız şekilde harcandığı ve sonuçlarının en sert biçimde yaşandığı yer de burası oldu. 

Popülist ekonomileri besleyen hammadde fiyatlarının uluslararası pazardaki yüksekliğinin (Commodities super cycle) sona ermesiyle, en derin krizin yaşandığı ülke Venezuela oldu.

Fakat onun çöküşü kıtada egemen olan sol ittifakın da dağılmasına yol açtı. MERCOSUR'un bu önemli ortağının ekonomik ve sosyal tükenişi Güney Amerika Ortak Pazarının da işlevsiz kalması sonucunu doğurdu.

Venezuela'nın sürüklendiği kaos ve otoriterizm sağ için iyi bir malzeme oldu. Sovyetlerin yıkılışından sonra "sosyalist" olduğunu ilan eden tek ülke olan Venezuela'daki ekonomik tükeniş, bürokrasi, yolsuzluklar, siyasal sistemin iflası Latin Amerikalıların sola bakışını da kaçınılmaz olarak etkiledi. 

Çünkü petrol, altın ve diğer madenler açısından zengin olan  Venezuela'nın "sosyalist" bir idare altında kaosa ve sefalete sürüklenmesi, milyonlarca insanın göç etmek zorunda kalması, solun başarısızlığının bir kanıtıydı. 

Açıkçası bu yönetimler bir kalkınma modeli yaratmak yerine, hammadde piyasasından doğan bolluğu kullanmayı tercih ettiler.

2000'lerin sol iktidarlarının, paranın bol olduğu dönemde bile sağlam refah kurumları yaratma kapasiteleri olmadığını herkes gördü. Bunun yerine halkı aşırı tüketim ve kamplaşma kültürüne sürüklediler. Popüler tüketimin sosyal refahtan daha fazla geliştiği bu modellerde bir kurumsal demokrasi oluşmadı.

Aksine iktidar çevresinin çıkarlarına hizmet edilen türde bir kurumlaşma yaratıldı. Yüksek yargı tamamen iktidar denetimine girdi ve seçimi kaybeden iktidar kendine özel bir meclis kurdu.

Bir diğer örnek ise Latin Amerika solunda hiçbir zaman popüler bir figür olmayan Daniel Ortega'nın Nikaraguası. Aşırı pragmatist bir Ortega yönetimi, bir yanda Bolivarcı ittifakla diğer yandan ABD ile serbest ticaret antlaşmasını (CAFTA) beraber yürüttü.

Kilise ile kürtaj karşıtı bir ortaklık kurarken, Orta Amerika'nın en kirli sağ yönetimleriyle ticari ilişkiler yürüttü.

Ortega rejimi solcu sayılmasa bile Sandinist Devrimin mirasına el koyduğu; Venezuela ve Küba yönetimlerince desteklendiği için soldan ayrı değerlendirilmiyor.
 

9.jpg
Tartışmalı bir seçimle yeniden Nikaragua devlet başkanı seçilen Daniel Ortega'yı sadece Venezuela DB. Maduro, Küba DB. Diaz Canel ve İran DB. Yardımcısı Mohsen Rezai vardı

 

Nikaragua ve Venezuela'yı (güncel anlamda Küba'yı da bu gruba ekleyebiliriz) "hegemonik iktidarlar" olarak sınıflandırabiliriz.

Bir de onlar kadar başarısız sayılmasa da alternatif bir model üretemeyen Arjantin'de Kirchner yönetimi, Bolivya'da Sosyalizm Doğru Hareket "MAS" iktidarı var. Bunlar son seçimlerden sonra "hegemonik olmayan iktidarlar"a dönüştüler.
 

11.jpeg
Sağda başta Arjantin DB Alberto Fernandez, ortada yardımcısı Cristina Fernandez ve diğer yanda Buenos Aires valisi Axel Kicillof 

 

Yüzde 40'a yakın oya sahip Cristina Kirchner başkan yardımcılığını kabul ederek iktidarı paylaştı. 12 yıllık iktidarı boyunca "kültürel hegemonya" kuran Kirchner'ci yönetim, bu iddiasından vazgeçerek 2019 sonrası Peronizmin bir fraksiyonuna dönüştü. 

Bolivya'da MAS, Evo Morales'in iktidarı terk etmesine yol açan ayaklanma ve darbeden sonra ilk seçimlerde devlet başkanlığına Luis Arce'yi taşıdı. Morales kendi yaptığı anayasayı bile tanımayacak kadar pragmatist ve hegemonik bir iktidar kurmuştu. Arce ise iktidarı farklı grup ve çevrelerle paylaşarak, ekonomik istikrarsızlığa rağmen, siyasal gerilimi ve sosyal çatışmayı yatıştırma yolu izledi.

Farklı bir perde açmasına karşın Şili de ve Honduras'ta seçilen yeni başkanları da solun "hegemonik olmayan" iktidarları arasındadır.

Peru da yeni seçilen Pedro Castillo'yu da bunlarla beraber saymalıyız. Zira bir hayli radikal bir parti olan "Peru Libre"nin desteğiyle iktidara gelmesine karşın onun çatışmacı çizgisini reddetti. (Kuşkusuz Peru'nun durumu diğer hiçbiriyle karşılaştıramayacak özgünlüklere sahip)

Hatta karizmasına fazlasıyla güvenen Meksika Devlet Başkanı Lopez Obrador bile "La Cuarta Transformación" adını verdiği programını dayatmaktan vazgeçti.

Brezilya'da neosağcı Bolsonaro'ya rakip olan İşçi Partisi'nin (PT) 76 yaşındaki enerjik lideri Lula da Silva da merkez sağla yakınlaşarak bu yılın ekiminde yapılacak başkanlık seçimlerine hazırlanıyor. 
 

10.jpg
İşçi Partisi lideri Lula da Silva hapisten çıkıp Bolsonaro'ya karşı başkan adaylığını ilan etti

 

Özetle yeni dönemin solu temelde entegrasyoncu, reformcu ve oydaşmacı özelliklere sahip. 

Fakat bu özellikler basitçe bir seçim taktiği ya da "sağla ittifak" gibi pragmatik yaklaşımlara indirgenemez. Bu dönemin sol iktidarları, kendi dayandığı ve karşıt sınıfın üzerinde durduğu kaygan zemini gören ve ona göre kurgulanmış uzun vadeli bir programa dayanıyorlar.

Paradoksal biçimde bu "düşük yoğunluklu sol" 2000'lerin ilk çeyreğinde kıtada egemen olan soldan daha ilerici bir görünüm sergiliyor. 

Çünkü Chávez'in, Lula'nın, Kirchner'in solu; "bölgesel ilerlemecilik" adına çoğu kez halkı fazlasıyla homojenleştiren, günümüzün toplumsal farklılıklarına cevap vermeyen eski "ulusal-halkçı" söylemlere ve her krizde daha da azalan bir sorgulama kapasitesine sahipti.

Bu nedenle politik ve sosyal çatışmaları sınıfsal gelişmeler temelinde okumaktan yoksun, tüm çelişmelerin odağına kendi statükolarını koyma eğilimindeydiler. 

Oysa bugün ortaya çıkan hegemonik olmayan sol, çok daha fazla eleştirel ve olguları yerli yerine koyan bir mantığa sahip. Tabi ki bu bakışın "sınıfçı" olduğunu kimse iddia etmiyor ama sınıflar arasındaki çizgileri görünmez kılan korporativist ve "ulusal-halkçı" çizgiye uzak durduğu için daha ilerici bir konumlanışa sahip.

Yeni sol iktidarlar merkezdeki güçlerle koalisyon yapmak ve müzakerelerle ülkeyi yönetmek zorundalar. Diğer yandan da düzen yıkıcı bir güç olarak değil, ekonomik bir güç olarak emekçilerin siyasete katılımını sağlamak, kurumsal demokrasiyi geliştirmek için yasa ve kurallar ile gerekli düzenlemeleri yapmalılar.

Yeni sol "hegemonik sol"un eleştirisi üzerinden kimliğini biçimlendiriyor. Hiçbir kurumsallaşma yaratmayan "devrimci" söylem yerine demokrasinin geliştirilmesi için somut adımlar atılmasını savunuyor. İnsan haklarını siyasetin ve jeopolitiğin merkezine yerleştiriyor. Ve tüketim artışını değil refahı garanti etmenin yolunu arıyor. 

Ayrıca çok kültürlülük, feminizm ve yerli hakları başlıklarında bu yönetimler altında vaat edilen çok şey var.

Jon Lee Anderson'un kitabının konusu olan 2010-2020 dönemi işte bu programın ekonomik koşullarını, kitle desteğini ve kadrolarını oluşturdu. 

"Commodities super cycle" sona ermesiyle popülist politikaların, rüşvetle kurulan ittifakların kaynağı kalmadı. Dijital ve her bilgiye her an ulaşan bir kuşak yetişti. Yeni kitle hareketlerinden yeni bir lider grubu çıktı.

Şili bu üçünün en iyi bileşimine sahipti. 2006, 2011 öğrenci hareketleri ve 2019 sosyal patlaması tabandan bir değişim getirmişti. Gabriel Boric, bu harekete kesintisiz biçimde liderlik eden grubun içindeydi. 

Burada Şili kurumsal demokrasisinin, bu yeni sosyal hareketin liderlerini siyasete katma kapasitesinin altını özellikle çizmeliyim. Üniversiteleri iki yıl boyunca felç eden grevi yapan öğrencileri şeytanlaştırmadı, hapse atmadı ya da teröristlikle yaftalamadı. Onların enerjisini sistemin revizyonu için kullandı. 
 

12.jpg
Gabriel Boric ve Camila Valejo

 

Hareketin canlılığına rağmen Şili'de Boric'in sağı ikna etmeden iktidara gelme şansı yoktu. Neosağcılığa karşı makul önerilerle tüm kesimlere açık bir diyalog sürdürmesi gerekiyordu.

Ancak bunun basitçe neosağcılığa karşı bir cephe anlamına gelmediğini de belirtmeliyim. Boric ikna gücünü herhangi bir cepheden almıyor. Zira cephe siyaseti tam da neosağın istediği kutuplaşmaya yol açacaktı. 

Bunun yerine, demokratik kurumların krize sürüklenmeden dönüşümünü gerçekleştirecek bir programı toplumun önüne koydular. Şili özgülünde bu program 15 Kasım 2019'da mecliste sağ ve sol partilerin Anayasa reformu uzlaşmasıyla somutlaştı.

Boric bu uzlaşma komisyonunda olduğu için bazı sol çevreler tarafından sağla işbirliği yapmak ve halkı satmakla suçlanmıştı. Fakat eğer anayasa reformu uzlaşmayla halk oyuna götürülmeseydi bugün Şili'de reform adına hiçbir taş yerinden oynatılamazdı.

Şili'deki değişim yeni hareketlerle sınırlı değil, Komünist Parti gibi geleneksel partileri de kapsıyor. 2011'de öğrenci lideri Camila Vallejo'nun Partiyi temsilen meclise seçilmesine kadar ilerleyen bir süreçle kadınların giderek daha fazla öne çıktığına tanık olduk.

Yerel seçimlerde başkent Santiago'yu kazanan Şili komünist Partisi'nin belediye başkan adayı Iraci Hassler, 30 yaşında bir kadın.

Sadece o değil Şili'de birçok önemli belediye başkanlığına kadınlar seçildi. Kadın ya da erkek yeni kuşak siyasetçiler 30-35 yaş aralığında. Hepsi de orta sınıf üzeri ailelerden gelen, iyi eğitimli kişiler.

Honduras'ın yeni solcu başkanı Xiomara Castro'nun da bir kadın olduğunu unutmamak lazım.

Bu yüzden yeni solun iktidara gelişi, tabandan bir değişimi ifade ettiği ve yeni kadroların sırtında yükseldiği için Anderson'un bahsettiği spiralden çıkışın başlangıcı olabilir. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU