Dosya/Soruşturma: İslam'da şiir tartışması (2)

Naman Bakaç, dosya/soruşturmanın ikinci bölümünde Sadık Yalsızuçanlar, Ferhat Çiftçi, Bülent Tokgöz ve Mahmut Yavuz ile konuştu

Kolaj: Independent Türkçe

Edebiyatın en köklü ve en yaygın türlerinden biri olan şiire karşı, İslam'ın birbirinden farklı görüşleri barındıran yaklaşımları söz konusudur.

Bu yaklaşımlar kabaca olumlu ve olumsuz olmak üzere iki ana eğilimi içerir. İslam'ın şiire karşı olumsuz bir tavra sahip olduğunu dillendirenler, bunu kimi ayet ve hadislere dayandırmakla beraber, şiire karşı olumlu bir tavra sahip olduğunu dillendirenler de benzer bir yolu izlemektedirler.

Hz. Muhammed'in "Şiirde hikmet vardır" sözünün yanı sıra, ünlü Arap şair Kab b. Malik'in "Ey Allah'ın Rasulü şiir hakkında ne düşünüyorsun?" sorusuna; "Mümin kılıcıyla olduğu kadar diliyle de mücadele eder" diye cevap vermekle kalmaz, Mekkeli şair Abdullah b. Revaha için söylediği "Onun şiirleri oktan daha çabuk tesir eder" gibi sözlerinin varlığı kadar şiiri olumsuzladığını belirten tartışmalı da olsa kimi sözlerinin tarih boyunca dillendirildiği de vakidir.

Şiire karşı hem olumlu hem de olumsuz bir tutum takınan kimi edebi ve dini akım ile aktörler Kur'an'daki Şuara suresinde yer alan şu cümleleri dayanak gösterdikleri de malumun ilamıdır:

Şairlere gelince, onlara da yoldan sapanlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin? Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, Allah'ı çokça düşünenler ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, yakında nasıl devrileceklerini (başlarına nelerin geleceğini) göreceklerdir.


Suriyeli şair Adonis'in "Arap Poetikası" isimli ünlü eserinde dile getirdiği "Cahiliye Şiiri" ile "İslam Dönemi Şiiri" arasındaki karşılaştırması dikkat çekicidir.

Adonis, büyük oranda Cahiliye Şiiri'nden yana bir duruşa sahip olan biri olarak, bu şiirin güçlü ve varoluşsal damarına dikkat çekmekle beraber, İslam'ın gelişiyle birlikte Kur'an'ın şiirde epistemolojik kırılmayı getirdiğini; ancak form ve üslup olarak cahiliye şiirindeki güçlü damarın devam ettiğini ileri sürer.

Benzer bir görüşü Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Mehmet Yalar'ın "Cahiliye Şiirinin Tarihsel Gerçekliği Problemi" isimli makalesinde de görmek mümkün. Şair ve eğitimci Mahmut Yavuz "Kur'an ve Şiir" isimli kitabında benzer argümanları dillendirmekte.

Yavuz, İslami dönemdeki şiirin, Kur'an'ın dili olan vezinli, seci'li, belagatlı ve kafiyeli nesir gibi özellikler barındıran dilinden beslenerek yazılan şiirlerine, Kur'an'a aykırılık teşkil etmeyen kimi Arapların değerleri ile Cahiliye Şiiri'nin biçimsel öğelerini de içine katarak kendini inşa ettiğini bilimsel olduğu kadar verdiği kimi şiir örnekleriyle de eserinde bunu açık seçik bir şekilde ortaya koyar.

Kur'an'ın şiire karşı olmaktan çok şair(ler)in olumsuz karakterine ve bundan neşet eden şiirine karşı olduğunu bu kitabında güçlü bir şekilde işler.  

Özetle İslam öncesinden, İslam dönemine ve akabinde İslam sonrası dönemde de niteliği tartışmalı olsa da güçlü bir şiir yatağının bugünlere kadar geldiğini görebilmekteyiz.

Buna ilişkin kimi kaynak, makale, hadis gibi dayanaklara rağmen İslam'ın şiire karşı olumsuz bir tavır takındığına dair yaygın bir kanaatin de olduğunu söylemek pekâlâ mümkün. 

Buradan yola çıkarak "İslam'da şiir tartışması" başlıklı dosya/soruşturmamızı kimi şair, edebiyatçı ve ilahiyatçı isimlerle görüşerek meselenin farklı disiplinlerden nasıl görüldüğünü ortaya çıkarmak istedik.

Dosya/Soruşturmamızın ikinci bölümüne; inceleme, araştırma, öykü, roman ve deneme alanında onlarca kitabı olan ve Edebiyat Ortamı Dergisi'nin yöneticilerinden Sadık Yalsızuçanlar, Muş Alparslan Üniversitesi öğretim üyesi, şair-yazar ve Tasfiye, Hece ile Temmuz isimli edebiyat dergilerinde şiirleri yayımlanan Ferhat Çiftçi, şair-yazar Bülent Tokgöz ile "Kur'an ve Şiir" kitabının yazarı, Cahiliye ve İslami Dönem Şiiri üzerine çalışmaları olan şair, eğitimci Mahmut Yavuz dosyamıza katkıda bulunan isimlerden. 

Dosya/soruşturmamız şu iki sorudan müteşekkildir:

Soru 1: Yukarıda değinilen bilgiler ışığında epistemolojik olarak olumsuzlanan, üslup ve form olarak güçlü görülen "Cahiliye Şiiri"nden tutun, İslam dönemindeki şiire, oradan da Osmanlılar ve günümüze kadar uzanan tarihsel süreçte Yunus Emreler, Şeyh Galipler, Yahya Kemaller, Nazım Hikmetler, Necip Fazıllar vs. ortaya çıkarmış Doğu ve İslam toplumlarındaki güçlü şiir damarına karşın şiir geleneksel olarak neden hala olumsuz görülmektedir?

Yukarıda yer verdiğimiz Şuara Suresi'nde geçen olumsuz şair algısının bunda etkisi var mıdır? Sizin bu suredeki şair ve şiirden anladığınız nedir acaba? Buradan Kur'an'ın şiire karşı olduğu yargısı çıkarılabilir mi?


Soru 2: Şuara Suresi'nin 227. ayetinde geçen olumlu şair profili Arap ve İslam toplumlarında sizce karşılığını bulmuş mudur? Eğer bulmuşsa bu şiir damarı hangi biçim ve içeriğiyle kendini tebarüz ettirmiştir? Varsa bunun öncülleri kimlerdir?

Bunlar bir poetika veya ekol oluşturmuşsa şayet bize bu poetika ve ekollerin içeriği hakkında neler söyleyebilirsiniz?


Sadık Yalsızuçanlar: Tarih boyunca Arap, Fars, Türk Ve Kürd dillerinde, irfanın yansıtılma biçimleri hep şiirsel olmuştur
 

Sadık Yalsızuçanlar.jpg
Sadık Yalsızuçanlar


Sorularınızı tek tek cevaplamaktan ziyade toplu olarak cevaplamaya çalışayım.

Kur'an'ın indiği dönemde, Arap şiirinin "belağat", "fesahat", "cezalet" ve "beyan" bakımından altın çağını yaşadığı açık. Gündelik iletişim dilinin bile secili, neredeyse ölçülü ve belağat bakımından zengin olduğu konusunda bilgiler var.

Mesela İmam Âli efendimizin duaları, hem münacât ve niyaz dağarımızın hem de Arap dilinin nadide örneklerinden. "Cahiliyye" şiirinin hem dramatik zenginliğinden söz edebiliriz hem de Arap dili gibi oldukça zengin bir dilin bütün imkânlarını kullandığını, hatta bu dilin sınırlarını genişlettiğini de söyleyebiliriz. 

Kur'an'ın inmesiyle birlikte şiir, şuur gibi zihinsel bakımdan bulanık bir alanı ima ettiğine ilişkin bir algı oluştu. Nitekim "Biz, O'na şiir öğretmedik" ayeti bunu sarih biçimde önümüze getiriyor. Biz, O'na şiir öğretmedik, yani saf ve katışıksız bir dili, vahyi bağışladık.

Dolayısıyla gerek içerik gerekse gramer bakımından "bulanık" bir alandan beri kıldık. Bu algı, İslam öncesi şiirle, İslam şiiri arasındaki muhteva ve dil ayrımını da etkileyen, en azından değerleyen bir işleve sahiptir.

Ne var ki, tarih boyunca Arap, Fars, Türk ve Kürd dillerinde, irfanın yansıtılma biçimleri hep şiirsel olmuştur. Şiir, hikmetin aktarımında temel bir form haline gelmiştir. Arap dilinin doruklarından İbn Fârıd ile Fars dilinin şahikası Hâfız-ı Şirazî, Türk dilinin zirvesi Yunus Emre ve Kürd dilinin en büyük şairi Melaye Cizirî aynı kumaştandır, akraba bir gramerin sahibidir ve irfan bakımından aynı derinliktedir.

Hikmetin dili, sembol ve sükûttur. Şiirin içerdiği sembol alanları buna kolaylıkla imkân verir. Yüz, meyhane, doğa, gök vs. sembolizasyonları, irfanın şiirsel aktarımında kullanılan yaygın mazmun alanlarıdır.

Zannediyorum, "Şiirin bazısı şüphesiz hikmettir" hadisi bunu ima ediyor. Bu, aslında varlığın birliği ilkesinden besleniyor. Varlığın içine Hak, dışına Halk diyen bir gelenek, bu iklimin inceliklerini ancak bir duyuş formuyla yansıtabilir. Ki bu da şiirle olur.

Bir de İslam sonrası gelenek, sadece şiirsel formları sürdürmedi, önceki mazmunları ve duyuşları da yansıtmaya da devam etti.

Geleneğe mensupların şiiri olumsuzladığına ilişkin bir iddia, yeterince delil barındırmıyor. Sadece, şiirin içerik bakımından dönüştüğünden söz edilebilir ki bu da doğaldır.

Şuârâ suresindeki olumlu şair prototipinin binlerce örneği var. Gerek Arap gerekse Türk şiirinde, bilhassa Fars dilinde, Kürtçede, diğer dillerde pek güzel misalleri var. Bunların Türk dilindeki en yetkin örneği, Yunus Emre'dir.

Yunus Emre, kır Türkçesini göksel bir dil haline getirmiştir, bir irfan diline dönüştürmüştür. O'nun "metafiziksel imajinasyon"u, sözlüğünün zenginliği, söyleyiş imkânları benzersizdir. Yunus'un izine basarak yürüyen yüzlerce şairden bahsedilebilir.

İkinci Yunus olarak bilinen Niyazî Mısrî, "Niyazî'nin dilinden Yunusdurür söyleyen / Herkese bir can gerek, Yunusdurür can bana" der. Şeyh Gâlib, Nazım Hikmet, Yahya Kemal, Necip Fâzıl ve Sezai Karakoç, Yunus'un geleneğindendir. Bunu diğer dillerden de izleyebiliyoruz.


Ferhat Çiftçi: Geleneksel algıda şiire mesafe, ona şüpheyle yaklaşmaktan ötürü çok şey kaybettirmiştir
 

Ferhat Çiftçi.jpg
Ferhat Çiftçi


Cevap 1: Şiir, bütün toplumlarda olduğu gibi İslam öncesi ve sonrası toplumlarda da varlık gösteren ve reddedilemez olan bir gerçeklik taşıyor. Bir şeyin yaşam içerisinde hep olması ya da kendini var kılması, üzerinde düşünülmesi gereken bir husus.

Çünkü nasıl olması gerektiğinin sorulmasından önce var olduğunu icbar eden bir yöne sahip. Bu nedenle söz konusu edilecek şiiri olumsuzlama yönelimi, vardığı sonuçları etraflı bir şekilde ortaya koymak konusunda eksiklik içeriyor.

Bir defa temel malzemesi ses ve söz olan bir sanattan bahsediyoruz ve bunların kendisi sanatsal bir mahiyet taşıyor zaten. Bunun üstüne koyulan ince işçilik ve maharet de "öğretilen isimlerin" doğal bir sonucu. İnsan dili kullanma konusunda son derece gelişmiş özelliklere sahip ve bu yeti, verili olana kendinden bir şey katabilmenin de dayanağını oluşturuyor.

Dolayısıyla şiiri olumsuzlama eğilimi, bu kabullerden sonra ancak içeriğe ilişkin itirazlarla yol alabilir. Yani burada tasarruf hakkı sorgulanamayacak konumda ancak bunun nasıl kullanıldığı tartışılabilir. İnsanın yalnızca şiirinin değil bütün tercih ve eylemlerinin inançsal bağlamda riskler taşıdığı malumdur.

Şuara suresi de aldanan ve müstesna tutulan iki vasıftan zaten bahsediyor. Vahyin indiği dönemde şiirin Kur'an'ın sözüne karşı bir güç olarak konumlandırılması da onun varlığını tartışmaktan çok koşulduğu amaçlara yönelik eleştiriler içeriyor.

Peygamberin getirdiği sözün de cahiliye şiirinin de o toplumda bir geleneği var ama karşılaşılan bu yeni sözün vahyi geleneğin mütemmimi kılınması noktasında bir direnç söz konusu. Buna karşı koymanın araçlarından biri kılınıyor şiir. Bu nedenle şiirin bir suçu yok ama himaye edilen veya aldanan şairlerin suçlu olduğu açık.

Öte yandan vahyin kendini mutlak söz kıldığı da tartışmasız. Mutlak olan ile ona mebni olması gereken arasında fark vardır. Sanatın biricikliği ve buradan kaynaklı sanatçı dokunulmazlığı İslam estetiği içinde düşünülemez.

Bu durum, şiiri azaltan veya sınırlayan bir şekilde okunamaz; tersine bir keşif kapısı içinde onu yaratıcıyla buluşturan ve şiiri hikmetli kılan bir özelliğe işaret eder. Rabbin kelimeleri "bütün ağaçlar kalem, bütün denizler mürekkep olsa da bitmez." Bu nedenle şiir ancak bu minvalde öznel bir meşruiyet yüklenebilir. 


Cevap 2: Geleneksel algıda şiire mesafe, temkinli olmaktan veya ona şüpheyle yaklaşmaktan ötürü çok şey kaybettirmiştir. Dinin daha çok ibadet alanına hasredilmesi doğru değildir. Dini kurallara göre namaz, oruç vs.den bahsedilebilirken dini kurallara göre sanat denince temkinli ve gerekçeli tutumlar kendini göstermektedir.

İçerden sakınma, dışarıdan sınırlanma anlayışı vahiy-sanat ilişkilerini algısal anlamda sekteye uğratmaktadır. Sanat, bir görme biçimidir, soyut yapısıyla içlere nüfuz edecek bir boyut taşır. Bunun işletilememesi bir sınırlanma olarak düşünülebilir. Hükmün içerdiği sakınca, bağlamın kaçırılmasına sebebiyet vermiş ve vahyî denge şiire yansıtılamamıştır.

Bu anlamda Şuara suresinin İslam toplumlarının şiir anlayışlarında veya örneklerinde belirleyiciliğinin pek olmadığı kanaatine sahibim. Realitede şiiri var eden diğer dinamikler daha baskın olmuştur.

Bugün vahyin kendisi ortada ama Müslümanların dünyalık işlerinde belirleyiciliği yok. Şiir de bu büyük mesele içinde birtakım karşılıklara sahip olarak düşünülebilir. Kültür ve gelenek meşruiyet içermektedir ama vahyin bunları şekillendirmesinden ziyade takdis edilerek bir etkisizlik alanı içine çekildiği söylenebilir.

Şüphesiz nitelikli isimler ve iyi örnekler vardır ama şiirin dilsel ve estetik formu aşan tamamlayıcı unsurlarında da kusursuzluk gereklidir. Açıklamalarında ve eylemlerinde Şuara suresiyle çelişecek ama İslam'a nispet edilen pek çok meşhur şairden bahsedilebilir.

Özetle Şuara suresindeki ilgili bağlam, poetik ve kuramsal bir çerçeve içinde yeterince düşünülmemiş ve bu doğrultuda bir gelişim kaydedilmemiştir. Fakat bu kaygıyı hissetmemiş, tevhidi anlamda bir şiir dili için çabalamamış isimler yok değildir. 


Mahmut Yavuz: Türkiye'de İslam düşüncesi ve şiir, sorumluluk üstlenen kültürel bir form olarak hala görülmemekte
 

Mahmut Yavuz.jpg
Mahmut Yavuz


Cevap 1: Bu sorunuza birkaç açıdan yaklaşmak istiyorum. Öncelikle şu epistemolojik mesele üzerinde durmak gerekir. Eğer epistemolojiden kastınız; bilginin doğası, kaynağı, kapsamı vs. manasında ise cahiliye şiirinin bu derinlikte bir içerik taşıdığını söylemek tamamen yanlış olmasa da haddini aşan bir iddia olduğunu düşünüyorum.

Dolayısıyla Cahiliye şiirinin, bu kelimenin teknik kapsamını doldurduğunu söylemek pek mümkün gelmiyor bana. Fakat bununla sanırım daha çok Fransız oryantalist Clément Huart'ın (1854-1926) Arap ve İslam Edebiyatı isimli eserinde dile getirdiği "Kur'an Cahiliye şiirini sanatsal açıdan geriletmiştir" iddiasını merkeze alan bir tartışmaya atıf yapılıyordur.

"Kur'an ve Şiir" çalışmamızın konularından biri de bu iddia ile ilgili idi. Hâlbuki Kur'an-ı Kerim'in ortaya koymuş olduğu sanatsal içerik; sadece söyleyiş bakımından bile bakıldığında salt klasik dönem şiir sanatı ve terminolojisi ile değil, bugünkü modern edebiyatın bütün terminolojik ve şair üretimlerinin toplamından bile bakıldığında Kur'an-ı Kerim'in söyleyiş biçimi ile kıyas edilmesi imkânsızdır.

Büyük bir iddia taşıyan bu cümle, Taha suresinin 25-35 arası tek ve çift rakamlı ayetlerin taşıdıkları sert sessizlerin kullanımları dikkate alındığında bile bu iddianın ne kadar gerçekçi olduğunu göstermeye yetecektir.

Sözünü ettiğim ayetlerde çiftli rakamlarda sadece 2'şer; tekli rakamlarda ise 9-7-5 ve 3 sert ses kullanılmıştır. Daha çok örneklendirmek suretiyle bir dosya/soruşturmanızı teknik ve rakamlara boğmamak için bununla yetinme arzusundayım.

Dolayısıyla tarih boyunca Kur'an-ı Kerim'in bu açıdan derinlemesine bir incelemesi yapılmamışken, Kur'an'ın bu sanatsal derinliği üstünden atlayarak, hiç yokmuş gibi bir varsayımla, yukarıdaki iddiayı dile getirmek ilmi bir yaklaşım değildir.

Ama ne yazık ki Taha Hüseyin ve sizin de belirttiğiniz gibi Adonis ve benzer modern dünyanın Müslüman ve gayrimüslim pek çok zevatı bu ucuz iddiaya iltifat etmişlerdir.

Sizin "bu suredeki şair ve şiirden anladığınız nedir acaba?" sorunuza ilişkin ise şunları söyleyebilirim: "Kur'an ve Şiir" kitabında Kur'an'ın, özü itibarıyla şiire karşı değil aksine şairin o günkü tarihi ve toplumsal şartları içerisindeki misyonuna yönelik bir karşıtlığından söz edildiğini ifade etmiştik.

Çünkü şair toplumun temel değer yargılarını belirleyen sorgulanamaz bir değer ve hatta kimi durumlarda yasa koyucu idi. Böyle olunca toplumun şirk inancı da yine şairden soruluyordu haliyle.

Bölümler halinde inen Kur'an'a karşı, imkânları ölçüsünde şairler laf yetiştirmeye, hakaret etmeye ve Allah Resulü(as) zatına ve soyuna yönelik çirkinliklere kadar işi vardırıyorlardı. Kur'an-ı Kerim, özgür iradeleriyle toplumsal konumlarını gözeten, şiiri bir silah olarak kullanıp karşı koyan bu bilinçli tavrı eleştiriyor ve reddediyordu.

Dolayısıyla şair, Kur'an karşıtlığını şiir ile dile getirdiği için, şiir de bu manada Kur'an-ı Kerim tarafından reddediliyordu. Yani burada reddedilen şey, içeriğinden ötürü şiir adı altındaki vahiy karşıtı metindi. 

Ama hemen o anda orada sıcağı sıcağına Allah, Peygamberi (as), Ka'b bin Malik, Abdullah bin Revaha, Hassan bin Sabit gibi pek çok şairi, müşrik şairlere karşı seferber ettiğini görüyoruz. Bunlar arasında Hassan bin Sabit "Peygamber Şairi" unvanını alırken, Ka'b bin Malik Resul ve Risaleti, Aleyhisselam'ın şahsında yücelttiği için burdesi ile taltif edilmiştir.

Kur'an-ı Kerim'in kendisine indiği Peygamber, iman eden bu şairlere bu şekilde davranmışken, "Kur'an şiire düşman" şeklinde iddialarda bulunmak, hezeyan ileri sürmekten başka bir şey değildir.

Peki, bu yapılmış mıdır? İbni Teymiyye'nin şiir karşıtı söyleminin sertliği ve katı tutumunun akla ziyan olduğunu burada hatırlamamız gerekir. Fakat sahabeler arasında benzer bir tutuma rastlamak imkânsızdır.

Meselenin arka planını göz ardı ederek sadece literalist bir bakışla konuya yaklaşanlar, sonraki yüzyıllarda ne yazık ki çoğalmıştır. Bunun nedeni temelde sanırım şiirin Emevi ve Abbasi dönemlerinde Cahiliye dönemine benzer içki alemleri, işret sofralarının mezesi olarak kullanılmasının doğurduğu toplumsal tepki ile ilişkili olmalıdır.

Tam olarak Abid Cabiri'nin cahiliyenin tanımını yaptığı gibi: Şöyle diyor Cabir'i;

Cahiliye: Fi zamanda başlayıp Sadrul İslam ile kesintiye uğradıktan sonra Emevilerle zirveye ulaşan dönemin adıdır.

Böyle bir dönemde Hasan Basri örneğinde olduğu gibi ulema ve saltanat birbirinden net çizgilerle ayrışmış, Müslüman halk ulemanın etrafında toplanırken; şairler, saltanatın cahiliyesini gittikçe koyultarak, İslam öncesi Cahiliye dönemini yeniden ihya etmişlerdir. Her dönemin bütün şairleri mi? Elbette hayır; her dönemin istisnaları olduğu gibi.


Cevap 2: 2020'lerde ortalama bir Müslüman okuyucunun muhayyilesinde şiir hala Karşıyaka da bir yerlerde durur. Lüks bir iştir dahası zevkine düşkün, sorumsuz insanların uğraşısı olarak kabul edilir.

Bu itibarla Türkiye'de İslam düşüncesi ve şiir, Müslüman halkın zihninde sorumluluk üstlenen ve İslami mesajların taşıyıcılığını yapan bir kültürel form olarak hala görülmemektedir. Bu durumda şiir toplumsal açıdan karşılığını bulmuş mudur diye sorulacaksa bence hayır ama tabiri caizse biraz daha elitist ve fakat geçmişe göre hatırı sayılır düzeyde bir kitle tarafından şiirin artık bir sorumluluk unsuru olarak da kabul gördüğü söylenebilir.

Bunu anlamak için hacimleri gittikçe şişen antolojilerden ve çeşitli dönemlerde ekonomik bir hışma uğramadığı sürece edebiyat dergilerinin sayılarına bakılarak da yine bu sonuca ulaşılabilir diye düşünüyorum.

Sorunuzun "şiirinin bir poetika oluşturup oluşturmadığı" kısmına gelince ki bundan Müslüman bir politikayı kastediyor olmalısınız. Çok fazla uzaklara gitmeden; Necip Fazıl'ın Çile kitabının sonundaki 36 sayfalık poetikasına bakmak yeterlidir diye düşünüyorum. Bir kısa şiiri şöyledir:

Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...


Edebiyat Dergisi, Mavera ve daha sonra çıkan pek çok dergi çeşitli frekanslarda ama hep bu hedefe odaklanarak varlıklarını bugüne kadar taşımışlardır. Türkçe şiirin bu minval üzere ötesi-berisine karışmadan haddime riayet ederek, bu sorunun detaylı cevabını erbabına teslim etmek isterim.


Bülent Tokgöz: Şiirsel algı ve tefekkür, din ile hemdem ve ayrıştırılamaz derecede iç içe
 

Bülent Tokgöz.jpg
Bülent Tokgöz


Cennetten düşüş şiiri gerçek yurduna yerleştirdi. "Derken Âdem Rabbinden kelimeler belleyip aldı." (Bakara, 37) Bu kelam, bilimsel veya gündelik olmaktan öte şiire yakın ve yatkın bir kıvamda olsa gerekti. Şu hâlde ilk insan nasıl ki ilk peygamber idiyse ilk şairdi de.

Gökten aldıklarıyla peygamber, göğe yönelttikleriyle şair. Arştan arza bu serencamın yorumunu yaparken de yatay düzlemde de şiirin yörüngesindeydi. Düşüşün kendisi dramatik bir temaydı. Bir bela yurduna kovulmuş olmak ancak şiirin diliyle anlaşılabilecek, anlatılabilecek bir meseleydi.

Oradaki her bir tehlike ve cazibenin zihinsel imgelerle ürpertici tetabuku mucizelerin en büyüklerindendi. Şiirsel algı ve tefekkür, din ile hemdem ve ayrıştırılamaz derecede iç içeydi. 

Bu beraberlik uzun çağlara rağmen sürdü fakat peygamber ile şair, din ile şiir birbirinden ayırt edilebilecek şekilde tebarüz etti. Şamanlar, kabilelerin şairleri olarak peygamberler gibi gökle irtibatlıydı. Transa geçiyor, semavî haberler getiriyor ve büyüleyici sözler sarf ediyorlardı fakat peygamber başkaydı; farklar artık aşikârdı.

Bu entropik âlemde peygamberler meleklerle, şamanlar yani şairler de cinlerle muhataptı. Zamanla şamanlara kalan sadece kötü cinler oldu. İnsanın şerri için azmetmiş küffar cinler. Şamanlar, onlarla temas kurabilmek için toplumdan uzaklaştı, ıssız vadilerde eğleşir oldular.

Derken entropi yasaları daha da sertleşti ve cinlerle bağlar da inkıtaa uğradı. Artık göklerle bağ kof bir iddia seviyesine inmek üzereydi ve boşluğu doldurmak üzere yalan ile mübalağa devreye girdi. Son vahiy geldiğinde peygamberin en dişli rakipleri "her vadide şaşkın şaşkın dolaşan ve yapmadıkları şeyi söyleyen" şairlerden başkası değildi.

Şuara Suresi'ne göre onlara uyanlar da "azgınlardan başkası değil"di. Şairlerin azgınlıkla suçlanmayıp onlara tabi olanların bu sıfata layık görülmesi şayan-ı dikkatti. Gerçi uyanlar azgınsa, uyulanın aslında daha azgın olduğu yargısına varmak da gayetle mümkündü.

Vadilerde şaşkın şaşkın dolaşmak ve yalana temayül, şairlerin boynunda yafta olarak kaldı. Doğrusu çoğu bu yaftaya liyakat için elinden geleni yaptı. Marjinallik yoluna saparak, yalnızlığı putlaştırarak, toplumsallıktan uzak, spekülatif olanın peşine düşerek. Modern zamanlara gelindiğinde ıssız vadi, ayın karanlık yüzü, insanın bizatihi içsel dünyası olayazdı.

Bilinçaltı şiirin neşet ettiği birincil memba oluverdi. Orada şaşkınca dolaşıp el yordamıyla bulduklarını okurun üstüne saçan şair başarılı sayılırdı. Zira çoğu bunu yapma hüneri de gösteremiyor ve düpedüz mavraya müracaat ediyordu.   

Şairlerin adlarını verme bahtına erdikleri sure, salihleri istisna tutarak ve beklenmedik bir devrimci müjdeyle sona eriyordu. "Zulme uğradıktan sonra öçlerini alanlar" ibaresi, şairleri devrimci bir misyonla mücehhez kılıyordu. İman ve salih amelle vadilerden kopmuş kimselerdi bunlar ve halk içinde hakla beraber kavga verenlerdi. Kerih görülen şairlerden bambaşka türden insanlardı bunlar. 

Türk şiiri bu paradigmayla okunsa nasıl bir manzara ortaya çıkardı acaba? İsmet Özel'in bir zirve olarak temayüz edişi daha net görülebilirdi sözgelimi. O, bilinçaltı ıssızlığında en çok dolaşan şairdi ve bunu o kadar uyanık bir zihinle yapıyordu ki gözlemleri çok sahici ve çarpıcıydı. Onun benliğini göklere çıkartan aşırı mübalağacı edası yalana temayülün en göz alıcı örneklerinden biriydi. 

Sonradan gelenler o zirveyi tırmanıp adlarını oraya bir yerlere yazdırmak istediler fakat hemen tamamı dağın eteklerinde anonimleşip kayboldu. İsmet Özel'in şehvetle talan ettiği bilinçaltına özgün dalışlar yapmak yerine onun söyleyişini ve temalarını taklide yeltendiler.

Ululadığı benliğinde fena bulup aynı benliğin etrafında olmadık sıfat ve eylemlerle kendilerini anarak yalanla iştigal ettiler. Çapraşık bilinçaltından derlenmiş yarı gerçek-yarı yalan izlenimler ve aslında aşağılık kompleksiyle malûl ama kendisine tapınan bir benliğin marazî övgüsü garip biçimde en çok İslamcı şiiri esir aldı. 

İsmet Özel, ıssız vadilerde dolaşmanın da devrimci söylemin de hakkını verecek bir istidada ve donanıma sahipti. Sonrakilerin talihsizliği tekrarlanamaz bir başarıya talip olmalarıydı. Issız vadilerde dolaşma eğilimini nefisten ruha yöneltmek, devrimci söylemi sahiden eyleme dönüştürmek suretiyle İsmet Özel'i aşabilir, en azından tahakkümünden kurtulabilirlerdi.

Başaramadılar. Türk şiiri ıssız vadilerde başıboş dolaşıyor; yalandan başka da söyleyecek pek bir sözü, hakikati kalmamış gözüküyor. Peygamberler de şamanlar da şairler de terk ettiler bu yurdu. Kalanlar şarlatan ve müteşair olmadıklarını ispatla mükellef. Belki içlerinden birileri bunu başarabilir, kim bilir. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU