Sömürge, bellek ve savaş (1): Filistin ve İsrail arasında Küçük Bir Ayrıntı

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Öteki toplumların dillerine, kültürlerine, geleneklerine, dinlerine yönelik bir öğrenme çabasında olmak en başta masumane görülebilir; nitekim öteki toplumlarla bunlar üzerinden kurulan ilişki hem savaşın hem de barışın bir koşulu da olabilir.

Öteki toplumu yok etmek için dillerini, kültürlerini, geleneklerini, dinlerini iyimser bir sinsilikle yürütmek, onları bertaraf etmek ya da yok etme amacı güder.

Yakınlaşmadaki yok etme tasarrufu, bir diğer basamakta dillerini, kültürlerini, geleneklerini, dinlerini öğrenerek onlarla barışma arzusu da yok sayılmayacak derecede önemli bir noktaya işaret eder.

Burada çıkan sonuç, öteki toplumlarla hem savaşmanın hem de barışmanın yolu dil, kültür, gelenek ve dinle yakınlaşmaktan geçer.

Fakat bu tüm anlayışların, sadece teorik bir meyve olarak cam bir kafeste durması, orada görülmesi toplumların sömürgeleştirilmesine, köleleştirilmesine ve değersiz kılınmasına yol açmıştır.

Pratiğe meyletmeyen her bir düşüncenin, toplumları bir bekleyiş ve tembellik nezaretinde tuttuğu bugünün toplumlarına bakılarak anlaşılabilir.

Değeri, bir tek kendi tahakkümü üzerinden dağıtan iktidar ve sistemlerin bir değersizleştirme pratiği uyguladığını, sahnenin arkasında dikkatlice bekleyenler görebilir.

Kendi düşüşlerinin korkusunda yaşayan bu iktidar ve sistemler, zayıf, güçsüz, çaresiz toplumları politik, ekonomik, kültürel olarak sömürmekten geri durmaz.

İnsanlık tarihinin tüm dönemlerinde görülen, günümüzde de birçok coğrafyada etkisini sürdüren sömürgecilik, hem kültürel hem de sosyal alanı bedensel, ruhsal olarak çevresini sardığı ve işgal edildiği görülmektedir.

Ezilenin tarihiyle birlikte tarihsel emperyalizmin çıkış noktasına iter. Batılı güçler, oryantalist ve Doğu kavramları çerçevesinde öteki toplumları bir öğrenme biçimine tabii tutulması, yukarıda bahsedilen dil, kültür, gelenek, din unsurlarını alarak o halkları ve toplumları yoksun bırakmayı sistemli hale getirmiştir.  


Edward Said, oryantalizm ve sömürgecilik

Batı ve Avrupa eksenli değişim ve dönüşümler, doğu toplumlarına yönelik başka tahakküm araçları doğurdu, siyasal tarih içinde ufalanan ve yeni bir şekil alan halkların sayısı çoğaldı.

Tarihsel emperyalizm de bunun etrafında Batılıların nakış nakış örmesiyle kendine dair bir ad aldı. Edward Said, oryantalizmin, kesinlikle masum ve nesnel bir bilgi olmadığını, Batılı sömürgeci güçlerin kendi tahakkümlerini oluşturabilmelerinin, sürdürebilmelerinin bir aracı olduğunu ifade ederken, kavramın niteliğine yönelik yeni bir kapı aralar.

Said, yıkıcı süreçlere hazırlayan ve yıkıcı süreçleri devam ettiren Oryantalizm ve sömürgeciliğin fikri yürüyüşünü, Batı'nın algılamasındaki yap-bozlardan sıyırarak, toplumları altüst eden nedenler zinciriyle anlatır.

Edward Said'in kavramı öne sürmesiyle, sarsılmaz sanılan düşünce temeli yerle bir olmuş, masumiyet çerçevesinde görünen anlam bütünlüğü böylece bozulmuştur.

Avrupa ya da Batı'nın üstünlük göstergelerini kesen bu bakış açısı, karanlığı çağıran bir amacın yamasını gösterir.

Edward Said, Doğu'nun yeniden yapılandırılıp ve resmedilmesinin basit bir tanımlama olmadığını, "Kabaca belirlenmiş bir başlangıç noktası olarak onsekizinci yüzyıl sonu alınırsa, Şarkiyatçılık, Şark'la –Şark hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek- uğraşan ortak kurum olarak, kısacası Şark'a egemen olmakta, Şark'ı yeniden yapılandırmakta, Şark üzerinde yetke kurmakta kullanılan bir Batı biçemi olarak incelenebilir, çözümlenebilir" 1 diyerek belirtir.

Sömürgeye maruz bırakılan halkların aynı zamanda bir savaş pratiğiyle bertaraf edildiği noktada, halkların direniş biçimlerinin ya da sert baskın çıkışlarının yine iktidar ve sistemleri tarafından milliyetçilik gibi bir suçlanmaya dönüşmesi de iktidar araçları içinde sıralanabilir.

İktidarın güç gösterisi, aynı zamanda söylem pratiğinde de halkları boşa çıkarma amacı gütmesi, halklara yönelik bir söylem savaşının olduğunu ispat eder.
 

edwardsaid.jpg
Edward Said

 

Bu noktada, Edward Said özellikle savaş, sömürgecilik ve başka eylemlerle baskı altında tutulan halkların milliyetçilik yapmalarının onların hakkı olduğunu dile getirir.

İktidarların, zora düşürme pratiğiyle güç istemini uygulaması, halkları hem politik, hem kültürel, hem de sosyolojik olarak boşa çıkardığı gibi, bireyleri karmaşaya iterek onlara kırılmalar yaşatır.

Bireylerin, topluma yönelik doğrularında ve eylemlerinde gözle görülür bir ayrışma kendini gösterir. Haksız çoğunluk, haklı azınlığı bastırmadaki güç arzusu her yönüyle tarihsel pratiklerinden destek alarak azınlığı boşa çıkarma amacına ulaşır. 


Bellek ve savaş

Felaketin dilin imkânlarını böldüğü, dili yok ettiği yerde, resmi tarihin dışında gelişen tanıksal ve mekânsal sınırların belirlendiği bir toplumsal tarih, belleğin oluşumunda rolünü oynar.

Belleğin oluşumu, mekânın, tarihin ve anlatıların birleşimiyle eşdeğer olarak ilerler. Tarihin dışında, tanıklık ve arşivin belleği daha diri tuttuğu öngörülür.

Ama tüm bu olanların ışığında, belleğin yönetilebilir ve gösterilebilir bir bağa dönüşmesi sanat ve sanatçının bakış açısıyla irdelenebilir.

Bu sadece tarihsel olaylarla değil, o halkın kültürel alanına yönelik üretimlerle sağlanabilir. Bellek ve savaşın izleri, sanatın ve sanatçının geçmişin tüm ayrıntılarını karıştırmasıyla yoğrulur.

Bunun harekete geçirilmesi, yine bir birey olarak sanatçının sözlü kültür, tanıklık hikayeleri ve sosyolojik yapı üzerinden kendini inşaa etme çabasındayken, ideolojik bakışını da bağlıdır.  

Fakat hatırlama ve unutma edimlerinin devreye girmesiyle, sanatın ve sanatçının bu düzlemde oluşturacağı toplumsal bellek, geleceğe yönelik bir atılımdır.

Sanatın canlandırma ve gösterme gibi unsurlarının yanında, bireyleri harekete geçirme serüvenleri, bireyleri toplumsal belleğe katılım noktasında düşündürerek bir kalabalık yaratır.

Bu koşullarla toplumun düşünme ve kalkışma pratiği kendini gösterir. Savaşın deneyimleri, sanatın ve sanatçının yorumuyla, toplumun anlatılarıyla, bireyin geçmişin izini aramaya kalkışmasıyla belleğin tazeliği belirir. 


Filistin ve İsrail arasında Küçük Bir Ayrıntı

Adania Shibli, Küçük Bir Ayrıntı romanında 14 Mayıs 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yapılan oylamayla İsrail Devleti'nin bağımsızlığını ilan ettiği günden sonraki felaket yıllarına uzanır.

Arapçada "talihsizlik" anlamına gelen Nakba sözcüğü, böylece Filistinliler için "talihsizlik günü" olarak tarihteki adını alır. Bu olayların yaşandığı dönemde, İsrail'in Filistinlilere yönelik baskıları çoğalır.

700 bin Filistinli yaşadığı köylerden, şehirlerden göç ederek mülteci konumuna düşer. İsrail'in kuruluşuyla birlikte Filistin ve Filistinlilere dair birçok şeyin hem biçimi hem de adı değişmiş olur.

Nakba günü, sadece Filistinlilerin değil, tüm dünyanın gözü önünde bir felaketin sınırlarını çizerken, Filistinlilerin insani dramının da ortaya çıkışını hazırlamıştır.

Filistinlilerin yurtsuzluk ve yurt özlemi kavramının gölgesinde günümüze dek uzanması da kaçınılmaz bir sonuca varmıştır.

Öyle ki, Filistinlilere ait mekânlar, kültürel alanlar ve yaşadıkları evler, artık başkasının himayesine girdiği gibi, kalanlar da başka bir kültürün, dinin ve devletin gölgesi altında yaşamaya mecbur bırakılarak sömürünün, baskının ve savaşın tüm adımlarını üzerlerinde hissetmiştir.
 

 

Adania Shibli'nin Küçük Bir Ayrıntı romanının tarihsel bir olayın fragmanı ya da tarihin tortusu olarak karşımıza çıkması kaçınılmazdır.

Tarihin, gerisinde bıraktığı fragman ve tortu, edebi eserin inşaasındaki belleğin önemini hatırlatır. Bu işlevin, ölçüt ve biçim kaygılarıyla harmanlanıp artı ve eksi iki uçta birleştirilmesi, hem diktanın hem de mağdurun silinmez paylarını gösterir.

Filistin özelinde, sömürgede dil etkinliğinden çok tarihsel dönüşümün ve tarihsel boşa düşürmenin odağındaki olaylara yönelerek bellek yaratma amacı güdülür. 
 

adania2.jpg
Aslında Shibli

 

Adania Shibli, Küçük Bir Ayrıntı'nın ilk bölümünde olayın hikâyesini hikâye eder. İlk bölümde kurmacanın imkânlarını bu tarihsel tortuyla ele alırken, sömürgecinin kişisel kimliğiyle oynamaya çalışır.

Shibli, devlet ve asker odağında eril bir üslup ile olayın oluşumunu hazırlar. Bu bakış açısı, ikinci bölümde bambaşka bir şekle bürünür.

Bu bölümde anlatılanın çoğalması, metnin kendi çeperini aşıp başka bir yere konumlanmasını sağlayan ikinci bölümdür.

Ama ilk bölümdeki, eril bakışın yıkmaya, düzeni kurmaya, insanı parçalamaya yönelik ilerleyişi, tümüyle bir sömürge dilinin yaklaşımına yakındır.

Fakat, sömürgeye mahir bu dil, aynı zamanda tanıklık dilini de barındırır. Bir tanıklığın, bugüne kadar gelişinin yöntemleri hissedilir.

İsrail askerlerinin, Negev Çölü'nün ortasında bedevileri katletmesi, oraya karargâh kurması, genç kıza askerlerin tecavüz etmesi, bağımsızlık düsturunun arkasındaki baskılama, yok etme, bozma amacı güder.

Adania Shibli, çölün ortasındaki barakada, devletin soğuk ve ciddi yüzünü askerle verirken, askerin susuz ve imkanların kısıtlı olduğu çölde, bir temizlik takıntısına bürünmesi, yine sistemsel bir vurguyu bünyesinde barındırır:

Gözlerini açınca sağ eliyle kızın ağzını kapatmaya devam ettiğini fark etti. Kızın tükürükleri parmak aralarını yapış yapış etmişti. Yarım saatten fazla uyumamıştı. Kızın ağzını kapattığı elinin parmaklarında kısa süreliğine belirip yok olan bir spazm geçirdi. Titremesi tamamen durmuştu. Kıpırdamadan aynı pozisyonda kaldı, kız da hareketsiz bir şekilde onun altındaydı. Yeniden uykuya daldı.


Adania Shibli, Küçük Bir Ayrıntı'nın ikinci bölümünde, hikâyenin arşiv ve araştırma kısmını odakta tutarken, bölüm sonuna dek kurduğu dişil bakış ve üslupla birçok ayrıntının doğumunu da gösterir.

Negev Çölü'nde yaşanan bu olayı, İsrail devletine ait arşivlerde araştırmaya kalkışması, bir nevi Filistin toplumuna yönelik bir eleştiriyi de barındırır.

Filistin toplumunun, tarihsel bağlamda Filistinlileri yok etme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan bu ve buna benzer olaya dair bir arşive sahip olmaması hatırlatılır.

Aslında Shibli'nin ince eleştiriye yönelmesi, savaşın yaşandığı tüm coğrafyalardaki halklara yönelik bir uyarıyı taşır.
 

adania-shibli1.jpg
Aslında Shibli​​​​​

 

Batı destekli İsrail devletinin ortaya çıkış serüveninin Filistin'i tümüyle saran bir sömürme aracını içten yürüten bir mantıkla gerçekleştirdiğini gösterir.

Savaş ve felaketler sonrası belleğin oluşumunda, devlet ve devlet olabilme pratiğinin önemini taşırmadan vermeye çalışırken, belleğin yaratımını sömürgecinin kaynağını kullanarak ulaşılabildiğini açık eder.

Psikolojik tahlillerinden, karakterlerin iç içe geçen aktarımında, mekânsal ince ayrıntılarda bile insanın ruhunu metnin içinde dolaştırarak, politik döngüye rağmen insanın varolma biçimlerini yansıtır.

Devletsizlik ve devlet fikrinin çağrışımlarının bu kadar yüksek bir sesle bağırıldığı noktada, yazar insan olmanın işlevlerini ritimsel ve akışkan taleplerde, her iki bölümü kendi ruhuna dair bir dilde ve üslupta yaptığı bilinçli tercihlerle hem kurgusal olarak hem de anlatı olarak bambaşka bir yere taşır.

Bu taşıma sırasında metinde herhangi bir taşma olmadığı gibi, metin iki parça arasında, iki gölü besleyen tek bir nehrin varlığına dönüşür.

İlk bölümdeki tarihsel arka plan, ikinci bölümde şimdiki zamanın içinde geçmişi arayan, belleği taze tutmaya çalışan bir renkli yelpazeyi anlatır.

Yelpazede hem insanın, hem sömürgenin, hem tarihin, hem de yurt fikrinin yer aldığını çağrıştırır. Savaşın, savaş sonrası koşulların, sömürgecinin baskıları sonucunda, insanın karakterine sirayet eden, insana korku aynı zamanda korkusuzluk aşılayan, insanın kişiliğini parçalara ayıran bir sonuç doğurması da kaçınılmaz.

Çünkü savaş, sadece insanları öldürmez, binaları yıkmaz, ağaçları devirmez; savaş geride kalanları ve doğmakta olanları yaşından ve ruhundan olduğunca daha da büyütür: 

Nerede bir sınır görsem ya ona doğru koşar, üstünden atlarım ya da sinsi bir manevrayla bir adımda diğer yanına geçiveririm. Aslında bu iki davranışımın da bilinçli bir tavırdan ya da sınırlara karşı direnmeyi içeren planlı bir arzudan değil tamamen ahmaklığımdandır.

Hele bir sınırı geçmeyegöreyim endişe hissiyle dolu derin bir çukura yuvarlanıveririm. Mesele basit bir cahil cesareti meselesidir. Ne zaman sınırlara göre hareket etmeye çalışsam kaçınılmaz bir şekilde başarısız olduğumu fark ettiğimden mümkün olduğu kadar evimin sınırları içerisinde kalmaya karar verdim. 


Akabinde; 

…burada yaşayan insanlar on yedi yaşlarını devirince çektikleri onca şeyden dolayı genellikle kimlik kartlarındaki fotoğraflarından farklı görünürler. 


Romanın birkaç yerinde İbranice duvar yazısının görülmesi, İsrail devletinin sınırları içinde görünen başka bir yüzü, birçok sömürgeci devlet gibi İsrail'in de bu söz dağarcığıyla sesini yükseltmeye masumane görünmeye çalıştığını niteler.

Nitelenen güç değildir, söylenenin söyleyenle ters düşmesidir: Zafer tankların değil insanın olacak.

Adania Shibli, bellek yaratımını küçük ayrıntıların kenarında tarihi saran, sarmalayan, çeken, gösteren bir yere konumlandırmasıyla okuyanları bir tanığın peşinden sürükler.

Shibli, roman bittiğinde: Tarih, tarihi yazanların değil; tarih, tarihi hakikatin yanına yaklaştıranlarındır, fikrine ulaştırır. 
 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU