Doğu Ekspresi'nde bir günün akşamı

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe

Tren hareket etmeden önce, tek sıra halinde vagona arkalarını döne döne bindiler. Yemek vagonunu geçtikten sonra örtülü kuşetli 5. vagondaki, 43-44-45-46 numaralı kompartımanın önünde durdular.

Kır saçlı adam, yüzüne sabah sabah sürdüğü kolonyanın kokusuyla, pırpırlı beyaz perdeleri anımsatan dişleriyle içeriye adım attı.

Elinde siyah manav sepeti vardı. Ağır soğan ve kıyma kokusu içeri doldu. Peşinden diğerleri de geldi. Gözlük çerçevesi dürbün camı kadar kalın, cüssesine üç adamın aynı anda sığabileceği adamın elinde de karton bir kutu vardı, "Hanım sabah da kazları ısıttı" dedi.

Kızartılmış kazın kokusu, kıymalı pideyle birleşince daha da keskinleşiyordu. Bir diğeri Hitler'i anımsatan kısa bir bıyık bırakmıştı hemen üst dudağının orta yerinde. Akşamdan traş olduğu o kadar belliydi ki, yüzünde kesmedik yer bırakmamıştı.

"Selamın aleyküm" dediler sırayla. Oturdular. Valizlerini koltukların altına ve üst kısımdaki cam bölmeye yerleştirdiler. 
Kısa bıyıklı olan, "Nereye yeğenim, hayırlı yolculuklar" dedi.

"Ankara'ya."

Daha ben bir şey sormadan, "Biz de Göle'den geldik. Kars'ta hiç kar yoğmuş. Biz donduğ kaç gündür" dedi.

Kır saçlı adam, "Hele bir şeyler yiyelim Allah büyüktür" dedi.

Gözlüklü araya girdi, "Burda yemiyek, yemek vagonuna geçek" dedi.

Diğerleri başıyla onayladı, kıymalı pide sepetini kaptıkları gibi odadan çıktılar. Allah var, beni de davet ettiler gitmedim. Öylece camdan dışarıyı seyrettim. 

Saat sabah sekizi gösterdiğinde, Doğu Ekspresi düdüğünü öttürdü. Her bir cama, sallanan bir veda eli düştü. Bakan gözler doldu. Yüzler donuklaştı.
 

(4).jpg
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe

 

Tren peronu terk etti. İnsanlar ağır bir yel gibi dağıldı. Birinin ölümünü hatırlatan an, bu olsa gerek dedim. Bir düdük tek başına bir ses değildir; ayrılıktır, başkalarından giderken, bir başkasına koşmaktır, eve dönmeyi özlemektir.

Bir düdük, arkasında bıraktığı insanların zihnini çevirdikçe çeviren bir pervanedir. Bir düdük, bir çift gözün, bir bakışın içeride bıraktığı ağır bekleyişin ızdırabıdır.

Bir düdük, sadece bir düdük değildir. Bu düdük, milyonlarca yolcunun ve kalanın belleğinde yer edinmiştir artık.

Bir düdük, yüzlerce cümle, yüzlerce fotoğraftır. An orada donmuştur. Tren giderken, düdük de bir başka istasyona gireceği ana kadar düdüğünü kesmiştir.

Etrafı saran sisin içinde, baygın baygın hareket ettiğinde, her şeyi de kendiyle birlikte yok ediyordu sanki. Pencerelerde gözlerime ilişen ne varsa silinip gidiyordu. Hızlandıkça azalan bir şeye dönüşüyordu.
 

(8).jpg
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe

 

Tıngır mıngır ilerleyişinin yerini raylara yapışan acı dolu ses aldığında, giderek hızlanıyordu. Geride uzak köyler, tek tük ağaçlar, kel tepeler, karlı dağlar bıraka bıraka bir bebek beşiğini de hatırlatıyordu kafam sallanıp dururken.

İnsan, yolculukta dışarıda akan manzarayı ölümünü seyreder gibi seyrediyordu. 

Derken birden içeri girdiler, "Sen niye bir şey yemiyirsin yeğen" dedi Hitler bıyıklı. 

Arkasından iri cüsseli adam, "Belki bizim gibi sabahları yemir" dedi.

Kır saçlı olan elinde tepsi, dört çayla geldi. Çayları camın önüne bıraktı. "İyi gider şimdi pidenin üzerine" dedi.

Hitler bıyıklı adam, "Ta ne zamandan binmişim ben trene. Bizim zamanımızda gara tren vardı. İçerisi duman dolardı. Göz gözü görmezdi. Yanık kokusuna bir yerden sonra alışırdığ. İndiğimizde yorgun, üstümüz başımız isle kaplanırdı" dedi.

"Kaç yılında?" diye sordum.

"70'li yıllar. Tam tarihini hatirlamirim."

Kır saçlı adam, "Çayımızı içek de biraz kestireğ mi?" diye sordu. Diğerleri başıyla onayladı. Sonra kır saçlı adam, "İstiyirsen diğer vagonda, şu arkadaşın yeri var. Biz beraber olağ diye buraya geçtik. Hem de alttaki yatağta yeri" dedi.

Açıkçası ben de burada kalmak istemiyordum. "Olur" dedim. Beni 6. vagondaki kompartımana götürdü. Orada kimse yoktu. Çantamı bırakıp döndüğümde onlar çoktan uyumuştu.

Yemek vagonuna geçtim. Birkaç kişi dışında, çay almaya gelip gidenleri saymazsak kimse yoktu. Oturdum.

Sarıkamış'ın yüksek yerlerine kar yağmıştı, çam ağaçlarının arasında kah kıvrılarak, kah dümdüz hiç başını döndürmeden ilerliyordu tren.

Haritada, baş parmağımı ışık hızında götürüp varacağım yere, yirmi dört saat sonra varacaktım.

O esnada dışarıya gözlerim takılıyor, bir bulut tepenin üstüne konmuş, onunla sohbet ediyor, güneş tepeye sokulmak için fırsat kolluyor.

Aniden o görüntü kaybolunca, küçük bir köy pencereye ilişiyor. 
 

(10).jpg
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe

 

(9).jpg
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe

Yemek vagonunda pandemi nedeniyle yemek çıkmıyor. Sadece çay, kahve ve birkaç atıştırmalık şeyler var. Erzurum'a bir saat kala, kondüktör yolculara yardımcı olmak, açlıklarını dindirmek için vagon vagon dolaşıyor, "Erzurum'dan yemek siparişi verecek olan var mı?"

Sonra devam ediyor, "Pide, cağ kebabı siparişi verecek olan var mı?"

Elindeki kağıt parçasına not ediyor siparişleri, telefonla arayıp hazır olmasını istiyor.

Erzurum'a geldiğimizde, trenden inip büfeden herkes siparişini alıyor. Sonra tren birkaç dakikalık bekleyişle birlikte yoluna devam ediyor.

Erzurum'u yarım saat geçmeden enerji vagonunda arıza olduğu söyleniyor. Birkaç saat burada duruyoruz. 
 

(7).jpg
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe

 

Gece karanlığında hiçbir şey görünmez. Görünen sadece karanlıktır, o da bir çırpıda kaybolur. Uzak köylerin yanıp sönen ışıkları kah düşer camın çerçevesine.

Diğeri insan silüeti, yemek vagonunun boşluğu. Bir duyguyu, düşünceyi, bir yüzü ya da bir çift gözü, bir kâğıt üzerinde nasıl canlandırabilir insan?

Hem sözcüklerle, hem de değil. Çünkü sözcüklere başvurduğumuzda, sözcükler art arda dizilen tren vagonları gibi yine her bir vagonun arkasına gelebilecek sonsuz sayıda vagonun varlığına işaret eder.
 

(5).jpg
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe

 

Ne kadar çok sözcük kullanırsak, o kadar çok arkasından sözcük sürükleriz. Ama şu karşımda duran adamı görebilmek için onunla konuşmam da gerek. Belki eksilirim, belki çoğalır.

Yine de onun sözcüklerine ihtiyaç duyuyorum. Onu daha iyi resmedebilmek ve onu eksiltmek için. Bunu düşünürken hemen yanına varıyorum.

Kantinde sırtını yaslamış vagonun bir tarafına, müşteri olmadığından istifade ederek, kitap okuyor. Böyle olur genelde trende akşamları, karanlık bastırınca dışarıdaki manzara silinir, insanlar birbirlerine yüzlerine dönerler.
 

(2).jpg
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe

 

Kimi kompartımanlara çekilir, kimi pulmanlı vagonda yerinde uyuklamaya çalışır. Şimdi yemek vagonundaki masaların çoğu dolu. En önde bir tanesi, bindiğimizden beri hiç yerini terk etmeden orada öylece duruyordu.

Sabah aynı odada kaldığım adamlar, masada politikadan, memleketin halinden konuşuyorlardı. Kondüktör, yemek vagonundaki personel masasına yığılarak atıyor kendini. Telsizden cızırtılar geliyor. 

"Kaç yıldır çalışıyorsunuz?" 

Bir gözünü kırpıp, tavana bakıyor, "25 yıl oldu" diyor. Yemekhane sorumlusu da oturuyor masaya. Ona da aynı soruyu soruyorum. "Tam 33 yıl oldu" diyor.

Cevabını duyar duymaz, "Şimdiki trenler mi iyi, yoksa eski trenler mi?"

"Şimdiki trenler daha rahat. Ama eski trenlerde yaşadıklarım, gördüklerim daha güzeldi."

"Ne gibi şeyler başınızdan geçti?"

"Hangisinden başlayayım ki?"

"Bilmem herhangi birinden başlayın."

Kara trenlerde görev yaptığımız zamanlarda her bir vagonda birer kömür sobası olurdu. Tren gideceği yere ulaşana dek durmadan kömür atardık. Kömür bitince, istasyonlarda kömür alır öyle devam ederdik. Ne kadar kömür atarsam atayım bir türlü ısınmıyordu vagonlar. Pencerelerden, kapılardan, vagonun çürümüş bazı yerlerinden soğuk içeri girerdi. İnsanlar da sobanın etrafında toplanır öyle sohbet ederlerdi. Şimdi rahat olmasına rahat da, eskinin tadını vermiyor.


Az önce okuduğu kitabı soruyorum. George Orwell, Papazın Kızı. Kitabı masaya bırakıyor. "Benim hayatımın yarısından fazlası trende geçti. O gün bugündür, ne kadar boşluk bulursam kitap okurum" diyor.
 

(6).jpg
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe

 

"Eski trenlerde kar yağınca zor olmuyor muydu?" diye soruyorum.

Elini sallıyor, gülümsüyor.

Günlerce yolda kaldığımızı hatırlıyorum. Trende her zaman yolu temizlemek için birkaç personel olurdu. Genellikle iri cüsseli, güçlü olurlardı. Yolda kaldığımızda onlar için hayat zor olurdu. Aşağı iner, kar kürerlerdi. Yola çığ, kaya düştüyse temizler, tren de onların peşinden giderdi.

Bazen öyle olurdu ki, odalarından çıkmazlardı. Trenin varış yerine kadar uyurlardı. Bu görevlilerden biri akşam üzeri, pencereden bir traktörün tarlanın ortasında hareket ettiğini görüyor. Sabah uyanınca, trenin arıza yaptığından habersiz, dedi ki, bu traktörü sanki ben dün gece gördüm. Oysa tren arıza yapmıştı, sabaha kadar sobalara kömür ata ata beklemiştik. İşte yolda kalmak böyle hayal ile gerçek arasında insanı sınıyordu.


İzin almadığım için görevlileri daha fazla konuşturamıyorum.

Bu trene çeşit çeşit insan biner. Öğrencisi, yaşlısı, genci, çocuğu. Her birinin amacı farklı. Kimi hastaneye gitmek, kimi gezmek, kimi başka bir şehirdeki yakınını ziyaret etmek için biner.

Yola çıkmanın, yolda olmanın insanı hem özgür hem de kimsesiz yaptığı gerçeğini değiştirmez bu durum. 
 

(3).jpg
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe

 

Akşam yemeği için yemek vagonuna geliyorlar. Yemekhane görevlisi bana dönerek, "Bak, otuz yıldır hiç şaşmaz, bu adamlar seninle yemeğini paylaşır, seninle yemek yer. Ama en ufak anlaşmazlıkta suratına yumruğu da indirir. İnsanoğlu merhametli olduğu kadar acımasızdır da" diyor.

Uyku saati yaklaştıkça yemek vagonu da boşalıyor. Saat gece 11, yemek vagonunun kapanmasına bir buçuk saat var. Herkes odasına çekiliyor.

Beşik gibi sallanan trende uyumamak imkansız. Yataklı vagonda kafanı yastığa bırakır bırakmaz uykuya dalıyorsun. Sabahına ise ya trenin düdüğüyle ya da rayların sesiyle uyanıyorsun.

Tren Ankara Garı'na yaklaştıkça, yol boyunca insanların arasında dönen muhabbetler, yeni tanışmalar yerini tuhaf bir yalnızlığa bırakıyor.

Vagon kapılarına yanaşan kim varsa artık o samimiyet tezgahından kalkıyor, sen de onlar da yabancılığınıza dönüyorsunuz.

Perondaki kalabalık yerini uçsuz bucaksız bir sessizliğe bırakıyor. Herkes ama herkes yeni bir pencere açarak koşmaya başlıyor. Belki umuda, belki bir yere yetişmeye, belki de bir yere varamamaya…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU