Türkiye siyasetinde “üçüncü yol” milliyetçilik olabilir mi?

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

16 Haziran akşamı düzenlenen ve Binali Yıldırım-Ekrem İmamoğlu ikilisini bir araya getiren “tarihî buluşma” bize çok şey anlatıyor. Bir “demokrasi panayırı” şeklinde takdim edilen ve fakat benim bir “demokratur tiyatrosu” şeklinde adlandıracağım bir geceyi geride bıraktık. Dişe dokunur hiçbir sorunun sorulmadığı, sorulan sorulara cevaben adayların kendi manifesto maddelerini sırlamakla yetindikleri bir canlı yayın deneyimiydi. “Tarihî buluşma”  anketlerde öne çıkan iki adayı aynı anda ve yan yana canlı yayına çıkarmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmedi. Bir anlam ifade etmemesinin yanında ben bu yayının “mahalleler diktası” altında bulunan medyamızın içler acısı hâlini pekiştirdiği kanısındayım. Saadet Partisi (SP) adayı Necdet Gökçınar, Vatan Partisi (VP) İlker Yücel ve diğer bağımsız adaylar yayına davet bile edilmediler. Bağımsız adayları böylesi bir yayına davet etmemek bir tercih olabilir belki ancak seçime katılma yeterliliğine sahip olan partilerin seçime katılma kararı alan adaylarını böylesi bir “şölen”e davet etmemek nasıl izah edilebilir?

Demokrasi mi, Demokratur mu?

Türkiye ve İstanbullular 16 Haziran akşamı bir demokratur tiyatrosuna maruz bırakıldılar. “Demokratur” ifadesini Türkiye siyasetine kazandıran merhum Necmettin Erbakan’dır. İlk olarak Almanya’da 1950’li yıllarda tedavüle sokulan kavram “demokrasi” ile “diktatörlük” kelimelerinin bir birleşiminden mülhem. Batı’da aynı kavram “diktokrasi” şeklinde de kullanılıyor. Merhum Erbakan demokratur olgusunu şöyle açıklıyordu:  

Demokratur halkın yönetime alet edilmesi demektir. Yani halk narkozlanır, ben seçtim zanneder, halbuki başkaları tarafından tamamen narkozlanmıştır, etkilenmiştir ve o başkası istediğini seçtiriyordur. Seçmenler (halk) ise ben seçtim zannediyorlar. Seçilen kişiler ise ‘biz kendi marifetimizle seçildik’ zannederler. Bunun adı ‘demokratur’dır. Demokrasi değildir. 

Burada “etkilemek” kilit sözcüktür. Kitleleri etkilemenin yegâne aracı medya olduğuna göre, İstanbul seçimleri öncesinde yalnızca iki adayı canlı yayına çıkarmak medyanın halka “izinli” tercihleri dayatmasından ibarettir. Buradaki anlam şudur; “Ey ahali, buyurun size iki farklı aday. Seçimlerin bu ikisi arasında geçeceğini şimdiden ilân ediyoruz. İkisi de farklı görüşlerde, dolayısıyla çoğulculuğu ve demokrasiyi işletiyoruz. Buyurun seçin!” Özetlemek gerekirse, “tarihî buluşma”yla birlikte çift-kutuplu mantığın Türkiye siyaseti üzerine mutlak bir tahakküm kurduğu, söz konusu tahakkümün medya eliyle kitlelere dayatıldığı bir utanç vesikasıyla karşı kaşıya kaldık. 

Fakat bu durum aynı zamanda Türkiye siyasetinin hâlihazırdaki fotoğrafının çok çarpıcı bir örneği mahiyetindedir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle billurlaşan (ve hatta belki kurumsallaşan) çift-kutuplu düzen üçüncü bir yol arayışındaki diğer siyasal aktörleri marjinalize etti. İkili düşünce ve eylem sistematiğinin dışında kalanlar (yahut bırakılanlar) yok hükmünde telakki ediliyorlar. Hakiki bir “mahalleler diktası” altında yaşıyoruz. Gerek iktidar gerekse de çoğunluktaki muhalefet bu zihniyeti eşit derecede paylaşıyor ve tatbik ediyor. Oysa kutuplaşmadan mustarip olan ülkelerin çoğunda ikili ayrışmaya merhem olabilecek tek ilaç üçüncü yoldur. Bu yol ve seçenek er ya da geç zuhur eder ve siyaset sahnesini kuşatır.

Türkiye’de “üçüncü yol” ne anlama geliyor?

Türkiye siyaseti çift-kutuplu siyasete alışkın bir ülkedir. CHP-DP, CHP-AP, SHP-ANAP, DYP-ANAP ve nihayet CHP-AK Parti örneklerinde görülebileceği üzere ikili çekişmeler demokrasi tarihimiz boyunca olağan karşılanmıştır. Fakat sonuncusu müstesna, eski çekişmelerin her birinde “üçüncü yol”cular vardı. Var olmanın ötesinde bir özgül ağırlık teşkil edebiliyorlardı. Avrupa’da da hem tarihte hem de günümüzde yakıcılığından bir şey kaybetmemiş “üçüncü yol”cular mevcuttur. Türkiye’de ise üçüncü yol’cuların belki de en başarılısı ise şüphesiz merhum Necmettin Erbakan önderliğindeki Refah Partisi’ydi (RP). Muhalefetten gelip iktidar alternatifi yaratan ve akabinde iktidara gelen yalnızca RP olmuştur. İlginçtir, Türkiye’de milliyetçiler belki merhum Alparslan Türkeş’in ilk yıllarında ve 1999 genel seçimleri öncesindeki kampanya dışında hiçbir zaman “üçüncü yol”cu olmamışlardır. MHP’deki olaylı 1997 kongresinde Yıldırım Tuğrul Türkeş seçilmiş olsaydı bu anlamda bir dönüm noktası olabilir miydi? Belki. Ancak gerçek şu ki MHP ilk birkaç yılı hariç (bugün de öyledir) daima bir kutbun yanında/içinde yer almıştır.

Milliyetçi bir Üçüncü Yol’un önündeki engeller neler?

Dünyadaki günümüz eğilimlerin ışığında Türkiye’de de milliyetçiliğin yükselişe geçtiği yadsınamaz bir gerçektir. Bu anlamda “üçüncü yol”un – şayet olacaksa – milliyetçi mimarîyle bezeneceğini öngörebiliriz. Milliyetçiliğe bir dönüş süreci işlemektedir. İşlemektedir işlemesine ve fakat burada “hangi milliyetçilik?” sorusunu sormak elzemdir. Özellikle Suriyeli sığınmacılar özelinde ithal edilmeye çalışılan Batı-tipi ırkçılık, PKK terörüne ve HDP’ye yapılan eleştirilerin kimi zaman Kürtlere yönelik ayrımcı bir dile dönüşmesi ve son olarak “Pontus” meselesiyle birlikte yeniden hortlayan azınlık düşmanlığı Türk milliyetçiliğinin iktidar alternatifi bir “üçüncü yol” çizmesinin önündeki önemli engellerden yalnızca bazılarıdır.

Türkiye’de ana, yürütücü güç bugün itibariyle milliyetçiliktir. Öyledir ve fakat milliyetçiliğin artık üstünde yaşadığımız toprakların gerçeklerini bünyesinde canlandırmasının vakti geldi de geçiyor. Türk milliyetçiliği imparatorluk bakiyesi bir devlette iktidar alternatifi oluşturacaksa, mirasçısı olunan imparatorluğun karakterini de vücuda getirmek mecburiyetindedir. Türk milliyetçileri Suriyeli sığınmacıların kendi vatanlarına dönmelerini talep edebilir – bu meşru bir haktır ve ben de kısa/orta vadede bu gerekliliğe sonuna kadar inanıyorum. Ancak Suriyeli sığınmacılara ekmeği, suyu, barınmayı çok görerek veya Suriyelilere karşı “pogrom” çağrılarını meşrulaştırarak büyüyemezsiniz – dahası ahlâkî planda küçülürsünüz. Terörün ve teröristin tasfiyesini sonuna kadar haklı gerekçelerle isterken, eşzamanlı olarak Kürt’e, Kürtlüğe Türk milliyetçiliği çatısı altında komplekssizce, insan haysiyetine ve kardeş hukukuna yakışır bir yer verilmezse, Kürt bileşeni manen kazanılmazsa ve ortak edinilmezse bir iktidar alternatifinin asla oluşturulamayacağı aşikârdır. Azınlıkları ise geçmiş ihtilaflar üzerinden yaftalamak, incitmek, horlamak yerine onları kapsamak suretiyle düşüncede millîleştirmek, moda tabirle “yerlileştirmek” daha akılcı olmaz mı? Bu ve bunun gibi onlarca örnek vermek mümkündür.

Orta Asya ile Mezopotamya arasındaki mesafeyi kapatmak

Türk milliyetçiliği şayet Türkiye topraklarındaki Türkmen ile Kürt, Arnavut ile Süryanî, Avşar ile Çerkez, Uygur ile Ermeni, Arap ile Rum arasındaki mesafeyi kendi şahsında ve programında kısaltabilirse (hatta ortadan kaldırabilirse) şüphesiz ki bir iktidar ışığı – önümüzdeki dönemde – çok keskin bir biçimde belirebilir. Aynı çabaları inançlı-seküler ve Sünni-Alevi/Caferi düzlemlerinde de sarf etmesi toplumun bir isteği olacaktır. Kısacası bugün bulunduğumuz aşamada Türk milliyetçiliği ancak herkesi kendi kimliğiyle kabul ederek, hatta farklı kimlikleri bizzat kendi eliyle korumanın ve geliştirmenin sözünü vererek bir iktidar alternatifi kurgulayabilir.

Türk milliyetçiliği bugün hem cumhur ittifakı hem de millet ittifakı arasında sıkışmış, bölünmüştür. Ben bu bölünmüşlüğün çok sürmeyeceğini, nihayetinde yeni arayışların ve “birlik” hedefinin galip geleceğini tahmin ediyorum.

Birleşik bir iktidar alternatifi için ise Türk milliyetçiliği köklerini unutmaksızın ve inkâr etmeksizin tarihsel Orta Asya ile modern Anadolu/Mezopotamya arasındaki bağı kuvvetlendirmek zorundadır. Her şeyin ötesinde milliyetçiliğin bir siyasî programla kuşanması beklenir. “Beka” sorunu vardır ve dillendirilmesi elbette meşrudur. Öte yandan bir iktidar değişikliği talep etmek de her demokraside doğal hâliyle meşru sayılacaktır. Ne var ki topyekûn bir program bunlarla sınırlanamaz, sınırlanmamalıdır. Başka bir deyişle milliyetçiliğin siyasal programı ne yalnızca “beka” bahsi etrafında ne de yalnızca “tek adam rejimine karşı” örülebilir. Her anlamda daha fazlası lazım.

Cevap bekleyen sorular

Peki, olası bir “üçüncü yol”cu Türk milliyetçiliği neler vaat edebilir?

Kanaatimce bu soru etrafında çok ciddi ve derinlikli bir muhasebe ihtiyacı hâsıldır. Görünen odur ki, mevcut MHP ve İYİ Parti yönetimleri (ki bunlara BBP’yi ve bir ölçüde VP’yi de dâhil edebiliriz) henüz böylesi bir düşünsel olgunluğa erişmiş değil. Dahası, bu işlem parti aygıtlarından önce milliyetçi entelektüellerin üstlenmesi gereken bir sorumluluğu ifade ediyor. 

Milliyetçiler bu topraklardaki farklı kimliklerin yaşayışına ne tür imkânlar sunacaklar? Irkçılık ve sosyal ayrımcılık nasıl men edilecek? Tarım-hayvancılık-sanayi sektörleri üretimde nasıl ayağa kaldırılacak? Eğitimde hem millî olup hem de dünyadaki değişimlere nasıl açık olunacak? Teknolojik kalkınmada gençliğe ne gibi bir rol verilecek? Anavatanda tabiat ana nasıl korunacak, çevre bilinci nasıl artırılacak? Din ve vicdan özgürlüğü nasıl sağlanacak? İçinde yaşanılan haksız düzen herkesin yararına olacak şekilde nasıl değiştirilecek? Dış politika millî menfaatleri korumak için kimlere karşı nasıl direnilecek ve kimler müttefik edinilecek? İşte üzerinde düşünülmesi gereken soruların küçük bir kısmı bunlardır.

Tahlil noktasında ifade edebilirim ki, Türk milliyetçiliği yükselen dalgayı ancak 20.yüzyıla ait ırk-etnik grup sürümünü terk ederek ve 21.yüzyılda Türkiye’nin gereksinimlerine uygun uzun vadeli, geniş, kapsamlı ve çoğulcu bir “millî mutabakat milliyetçiliği” noktasına evirilerek yakalayabilir. Dilerim ki Türkiye’de milliyetçiliğin bu tip bir dönüşüm için ihtiyaç duyduğu “zaman” faktörü bir lüks olmasın.
 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU