Kafkaslar ve Orta Asya seyahati (3)

Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe için yazdı

Ezimé Şemo'nun evinde ilk karşılama

Almatı'da bir buluşmaya doğru

Altı saat uçuştan sonra Astana'ya oradan da Almatı'ya geldik. Bizi Doç Dr. Casım Osmanov aldı.

Otele yerleştikten sonra "daça" denilen şehrin dışındaki bir evde bizi bekleyenler buluşmak için yola çıktık.

Gittiğimiz ev bir vadinin başlangıç noktasında kurulmuştu ve bu Ev Ezimé Şemo'nun bir çeşit yazlık olarak kullandığı eviydi.

Evin önünden küçük bir dere geçiyor, derenin etrafı ağaçlarla kaplı, her iki yanı da yemyeşildi.

Derenin sağ yanı boyunca yol uzanıyor, gelip Ezim'in evinin önünde duruyordu.

Burası tam bir kır evi. Onlar böyle yerlere "daça" diyor. Zenginlerin böyle şehir dışında kendilerine ait daçaları var.

Önemsedikleri misafirlerini burada ağırlıyorlar, düğün dernekleri burada kuruluyor, dost meclisleri burada yapılıyor. 

Hatta bir karşılama ya da bir uğurlama olacaksa burada yapılıyor. Şehrin gürültü patırtısından uzak, kuş cıvıltıları içinde, tam kafa dinlenecek bir yer. 

Evin önünde, bahçenin dışında, yolun sağında solunda onlarca lüks araç duruyor. Bugün için buraya gelenlerin araçları bunlar. Bizim aracımız diğer park edilmiş araçların arasından yol alarak ilerliyor.

Etraftan müzik sesi yükseliyor. Yolun sonuna geldiğimizde aracımız duruyor, tam o anda müzik de duruyor. Belli ki bekledikleri misafirler biziz.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Aracın ön koltuğunda ben arkada Salih oturuyor. Bizim geldiğimiz anlaşılınca birden aracın önüne gençler geçip diziliyor.

Arabadan inip selamlıyorum gençleri, sonra onlarla asıl alana ilerliyoruz. Bahçeden içeri girdiğimizde sola doğru iki büyük dikdörtgen çardak dikkatimi çekiyor.

Her iki çardak da ağzına kadar insanla dolu. Sağ tarafta özel olarak getirilen bir grup müzisyen Kürtçe şarkılar söylüyor. Onların ilerisinde fiyakalı, villa gibi yapılmış büyükçe bir ev yer alıyor.

Evin etrafında bir bahçe duvarı var ve bahçe bir hayli büyük. Duvar dipleri boyunca bal petekleri göze çarpıyor. 

Yan yana dikdörtgen gibi uzunlamasına uzanan çardaklar özenle estetik bir biçimde yapılmış. Çardakların içinde boylu boyunca masalar var, masaların üzeri envaı çeşit yiyecek içeceklerle dolu.

Biz bulunduğumuz yerden bile görüyoruz tepeleme dolu yiyecek tepsilerini. Öyle ki masada bir santim desen boş yer kalmamış yiyecek ve içecekten. 

Evden dışarıya kadınlar ve gençler ellerinde tepsilerle ha bire gidip geliyorlar çardaklara, durmadan bir şeyler taşıyorlar, çıkıyor ve tekrar eve giriyorlar.

Çardaklarda oturan misafirler için yiyecek ve içecek taşıdıkları anlaşılıyor. Belli ki büyük bir hazırlık yapılmış ve büyük bir ziyafet var; daha doğrusu bir şölen havası var ortada. 


Akşam sürgünlere hüzün oluyor

Oraya ulaştığımızda saat 19.00 civarı, güneş pılını pırtısını toplayıp gitmek üzere. Gölgeler uzamış, pembemsi renkler gittikçe kızıla dönüyor; karanlığın aydınlıkla öpüştüğü anlar.

Biz bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya karanlık aydınlıkla dans ederken dâhil oluyoruz. Uzak dağ yamaçları iyice kızıla kesmiş, aydınlık hükmünü yitirmek üzere, gitti gidecek.

Burası Türkiye'den üç saat ileride olduğuna göre, Türkiye bu saatlerde daha aydınlık olmalı, burada ise artık akşamın alacası giderek zifiri karanlığa gömülmek üzere. 

Hava ne çok sıcak ne de çok soğuk. Bizdeki sonbahar gibi... Ortalıkta hoş bir serinlik esiyor. Rüzgâr var ama soğuk değil. Huzurlu bir hava, hafif bir müzik eşliğinde çalınan şarkılar.

Rüzgâr ağızlardan aldığı sesleri sağa sola savuruyor, alıp ta bize kadar getiriyor. Kelimeler, konuşmalar ve söyleşmeler bahçeyi doldurmuş, taşıyor…

İçimiz kavuşmanın sevinci mi desem yıllardır ayrı olmanın hüznü mü desem onunla dolu, bacaklar ağır bir yük altında gibi, bu manevi bir yük aynı zamanda, nasıl olacağını bilmeden bir oraya bir buraya atarak ilerliyoruz. 

Birden fark ediyorum ki bütün gözler bizim üzerimizde. Bizi heyecanla bekledikleri her hallerinden belli. Biz de heyecanlıyız. Nasıl olmayalım ki, yıllardır birbirlerinden haberleri olan ama birbirini hiç görmemiş akrabalar olarak kavuşacak ve kucaklaşacağız.

Doğrusu, evet bir karşılama bekliyordum doğal olarak, ama böylesi bir karşılama ve böyle bir tablo beklemediğimi söylemeliyim. Bu yüzden olacak ki ilk etapta ben de şaşırıyorum.

Şaşkınlığımı üzerimden atar atmaz emin adımlarla ilerlemeye devam ediyorum. Önümde sıra ile dizilmiş insanlarla tokalaşıp bir iki cümle ettikten sonra ilerliyor, bir diğerine geçiyorum. 


Nadirov ve Mirzoyev'le ilk karşılaşma

Sağımızda müzisyenleri geçip soldaki çardağa doğru ilerliyoruz. Tam o sırada, eve yakın çardaktaki kişilerin de bizim gelişimizi duyar duymaz dışarı çıktıklarını fark ediyorum.

En başta yaşı hayli ilerlemiş, ama hala dimdik bir çınar gibi ayakta, büyük bir vakarla yürüyen yaşlı bir adam var. Ona dikkat kesiliyorum. Bu o, evet bu o olmalı diyorum içimden. Yıllardır özlemle görüşmeyi beklediğim kişi.

Bu büyük bir vakarla ilerleyen şahsı, daha önce gördüğüm fotoğraflarından ve videolarından tanıyorum. Bilge akademisyen, büyük bilim insanı Prof. Dr. Nadir Nadirov olduğunu hemen anlıyorum. 

O ilerlerken herkes ona yol açıyor. Saygın bir insanın gönül rahatlığı ile emin adımlarla bana doğru geliyor. Ben de ona doğru hamle ediyorum. Onunla hayatımda ilk defa yüz yüze geliyorum.

Herkesin dikkati ikimize çevrilmiş durumda. Önemli bir an. İçimi tarifsiz bir heyecan dolduruyor. Geçmiş ve gelecek bıçak sırtında buluşuyor gibi. Bir hüzün basıyor içimi, öte yanda sevinçliyim.

Sevinçle hüznün bıçak sırtında yürüyorum. İçim tarif edemediğim duygularla dolu. Demek yıllardır özlemle tanışmayı beklediğim kişi bu insan, bu şahsiyet. İşte nihayet onunla karşı karşıyayız.

Nadirov'un ardı sıra gene fotoğraflarından tanıdığım ve telefonda konuştuğum doğu dilleri profesörü Kinyas İbrahim Mirzoyev o dev cüssesi ile ilerliyor. Onun da arkasından bir düzine insan var. Çardak boşalmış geliyor.

Diğer çardaktakiler de Nadirov'un hareketlendiğini görünce ayağı fırlıyorlar ve o çardak da hemen boşalıyor. Bir anda dışarda bir insan kalabalığı oluşuyor.


Uzak bir hasretin sürgün çocukları

Mezopotamya'dan beri tam dört yüz elli yıllık bir hasretin çocuklarıyız biz. Nasıl heyecanlanmayalım, nasıl sevinmeyelim? Devletlerin gazabına uğramış, oradan oraya sürülmüşüz.

Mağlup edilmişiz, mağlup bir halkın çocukları olarak acılar çekmiş, buralara kadar savrulmuşuz. Yok olmakla karşı karşıya bırakılmışız, ama yok edememişler bizi. Bizi ayırmışlar ama bunu tamimiyle başaramamışlar.

İşte şimdi kavuşuyoruz, şimdi yüz yüzeyiz, karşı karşıyayız. Sevincimiz gani, sevincimiz bundan, hüznümüz de... Dağ dağa kavuşmaz ama insan insana kavuşur lafı tam da bu an için söylenmiş gibi. Bugün, bu an, bu söze başka bir şey eklemeye gerek var mı ki… 

Karacadağ'dan çıkıp ta buralara, Alatau Dağları'nın eteklerine kadar iz sürüp gelmişiz. Onlar kovalamış biz kaçmışız. Onlar, egemenler, çıkarları namı hesabına sürmüş, öldürmüş, ama yok edememişler bizi.

Biz onlara inat sağ kalmaya, yaşamın bize reva gördüğü her türlü kötülüğe rağmen yaşama tutunmaya çalışmışız. Onlar bizi kıtalararasında, ülkeler arasında birbirimizi bir daha görmeyecek şekilde bölmüş, dağıtmış, biz ise kavuşmaya ahdetmişiz.

Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur, işte ispatı. Karacadağ Alatau ile buluşamaz, tarih durdukça da kavuşmayacaklar ama ben Apé Nadir'e kavuştum işte en sonunda.

Karacadağ'dan Alatau'ya, binlerce, on binlerce kilometre uzaktan selam getirdim. Bahtiyarım. Böyle bir tarihi ana tanıklık yaptığım için sevinçliyim, yüz yıllardır ayrı kaldığımız için hüzünlüyüm ve tarih bilincinin derin kollarında sallanıyorum...

"Ey dirok…!" diye haykırasım geliyor. Bu an içimi dolduruyor, duygularım dalga dalga yükseliyor, kalbim bahardaki koçlar gibi tos vuruyor göğsüme. Dilim ağzımda kabarıyor. Yoğunlaşmış duygularım bağrımdan geçip ağzıma geliyor, konuşmak istiyorum konuşamıyorum…

Böyle anlarda konuşmak da gerekmez. Konuşmak için bu duygu selinin geri çekilmesini bekliyorum. En iyisi bu...  Dilim damağımda, yüreğim ağzımda, susuyorum.  

Birkaç adım attıktan sonra bir büyük heykel gibi duran Prof. Nadirov'un önünde duruyorum. İşte tam önündeyim. Önce o elini uzatıyor, sonra bu ona kâfi gelmemiş olacak ki kollarını iki yana açıp kucak yapıyor.

Evet, o an bana, Mezopotamya kadar geniş, Botan kadar kederli, Gilidağ kadar öfkeli gelen kucağını açarak ve Kürtçe "Névanı meyi eziz, Ahmedé bira tu ser çeva hati/ Aziz misafir, kardeşim Ahmed, sen hoş geldin" diyor.             

Alanında dünyaca tanınan ünlü akademisyen Nadir Nadirov şimdi karşımda ve onu olanca içtenliğimle kucaklıyorum. "Çevéte nav güla Apo/ Gözlerin güller arasında ola Amca... Hoş bulduk amca, hoş bulduk" diyorum Kürtçe...

Birbirimize, durup, bir an bakıyoruz. Ben onun görmüş geçirmiş gözlerinde Mezra Botan'dan süzülüp gelen bin yıllık hasreti, özlemi, acıyı kederi ve kavuşmanın sevincini görüyorum. Bu duygular beni de sarıyor.

Tekrar olanca içtenliğimle onu kucaklayıp bir çocuk gibi başımı göğsüne koyuyorum. O da eğilip başımı öpüyor. O an sanki bin yıllık hasretin acısını gideriyoruz. Bitmiyor hasret. Tarif edemediğim bambaşka duygularla doluyum o an. 

Derken kendime gelip doğruluyorum. Yanı başında onun kadar tanınan Prof. Kinyas İbrahim Mirzoyev duruyor, onunla bir an göz göze geliyoruz, gözlerimdeki haklı buğuyu selamlıyor.

Ben de onu selamlıyorum, hal hatır soruyoruz birbirimize. Onun yanında Kazakistan'ın en zengin adamlarından Pirkilerin ileri geleni Ezimé Şemo duruyor, Ezim bir dev gibi deviniyor yerinde bu kederle karışık sevinçli tablo karşısında.

Berisinde, başsavcılığa kadar yükselmiş Avdılxalık, onun yanında hem yazar hem iş adamı Ezize Ziyo Bedirxan, iş adamları Kerkilerden Mehemedé Mecit, Mısırkilerden Şiriné Eli, Refik, beyin cerrahı Bari Nadirov, hepsi oradalar, oradaki gençlerin başkanı Welat, Öğretim Üyesi Casım Osmanov, Aşıbulak köyünün ileri geleni Hüseyné Heci Süleyman ve diğerleri. Alatau kucağını açmış bizi bekliyor.

Yıllar yılı kaç kovalamaca, sürgün vurgun yemiş bir halka kucak açmış bu akşam üzeri. Dağlar kadrin bilir, utandırmaz adamı evelallah. Başımı kaldırıp ufka bakıyorum; Alatau ile Karacadağ arasında dizilmiş halkımız.

Dağın doruğunda Şemdin Bey'in silueti diğer ağa ve beylerin gölgelerinin üstüne düşüyor. Beride oba ahalisi dizilmiş bu buluşmaya tarihin derinliklerinden el sallıyorlar sanki... 

Tablo olabildiğince etkileyici, olabildiğince kapsayıcı, içinde herkes, her kesim var. Geçmişten, tarihin derinliklerinden bugüne sesleniyorlar... Giden zaman tarihi gelecek zaman umudu resmediyor. İnsanların yüzü gah gülüyor gah hüzünlü.

Reisi, rüspisi, şıvanı gavanı, miri, marabası... Profesörü, köylüsü, işçisi, iş adamı, herkes bir arada. Birileri tarihten sesleniyor, öbürleri burada tam karşımdalar. Etrafta koşturan çocuklar ise geleceğe el sallıyor. 


Kirli tarihin sürgün defterini yırtıyoruz

Evet, karşımdaki toplulukta profesörler, iş adamları, doktorlar, bürokratlar, köylüler, gençler var. Ve bu tablo bize çok şey söylüyor.

Peki bu insanlar nasıl gelmişler buraya? Neden kendi ana vatanlarında değiller? Niçin buradalar?

Bu sorular cevaplamaya muhtaç. Şimdi bir an Kazakistan'ı bırakıp köklere doğru bir yolculuğa çıksak, kim bilir nelerle karşılaşırız. Ne acılarla savrulmuşlar oralardan ta buralara.

Öyle yaşamlar ki her evden kederli bir roman çıkar. O kadar derin izler bırakan yaşantılar geçmiş başlarından. Her birinin ayrı hikâyesi var; içinde sürgünün, acının, ayrılığın ve hasretin kol gezdiği…

Bir kısmı 1937 sürgünün çocukları. İki ay kara trenlerin kara vagonlarında sürmüş yolculuk. Aç, biilaç, dermansız doktorsuz. Ölen ölmüş çok az sağ kalanlar çıkmış bugüne.  

Sonra 1944 yılında II. Dünya Savaşının ortasında, erkeleri savaşta olan alileri çoluk çocukla sürülmüşler buraya. Derken 1989 Karabağ savaşı sonrası buraya savrulanlar. Hepsi de sürgünün, dayanılması güç acıların çocukları.

Egemenlerin gazabına uğramışlar ve kendi ana yurtlarından binlerce kilometre uzakta bu yerlere savrulmuşlar. Hala vatanlarını arıyorlar. Hala umutlular. Bir gün döneriz diye. 

Düşüncelerimden sıyrılıyor, topluluktan gözümü alıp Nadirov'a dönüyorum tekrar.  Karşımda doksanına merdiven dayamış ama hala bir çınar gibi ayakta dimdik duran, saçları dahi bu yaşta dökülmemiş bir bilim abidesinin durduğunu anlıyorum hemen.

"Ağaçlar ayakta ölür" lafı nedense aklıma geliyor. Heyecanlanıyorum. Bu yaşta bu dinamik duruş... Müthiş. Onun o sıcak hoş geldinine, "Hoş bulduk Ape Nadir" deyip koluna giriyorum.

İzleyenler önce hafif şaşırıyorlar. Sonra hasrete verip olanı biteni anlamaya çalışıyorlar. Ve sonunda eminim onlar da kavrıyorlar. 

Onca çile çekmiş bu bedene bir kez bir kez daha sarılıyorum, sanki her sarılış çilesini biraz daha azaltacak. Her dokunuş onun acılı yaşamına biraz su dökecek gibi.

Geçmiş yılların öcünü alırcasına. O bir kez yüzümü öpüyor onların âdeti gereğince ve ben bununla tatmin olmuyorum, yılların birikmiş hasreti ile iki yanağını öpüyorum onun ve onu yeniden olanca hasretimle ve sıcaklığımla yeniden kucaklıyorum.

Bu artık anlama ve kavrama sınırını geçiyor, bunu görenler duygulanıyor. 

O an oradaki bütün insanlar bu tabloyu seyrediyor. Ağlamamak için zor tutuyorlar kendilerini. Biraz uzakta duran kadınların gözyaşlarını sildiklerini kaçamak bakışlarla görüyorum.

Yaklaşık dört yüz yıl önce Karacadağ'dan ve yaklaşık yüz yıl önce Van'dan devletlerin baskısı sonucu zalimce birbirinden ayrılmış bir ailenin iki ferdinin hasretine tanıklık ediyorlar Alatau'nun eteklerinde, bu akşamüzeri, tarihin bu deminde.


Ve o tarihi an

Bu an benim için tarihi bir an. Eminim Nadırov ve oradaki herkes için de öyle. Ben bir adım geriye çekilip Nadırov'u seyrediyorum. Bu dev çınarı iyice görmek istiyorum bütün kayıp zamanlar adına. Al sana bir şaşkınlık daha seyredenler için...

Önce hafızama iyice kaydetmek istercesine otuz saniye kadar onu izliyorum. Nadirov önce şaşırıyor bu hareketime, sonra anlıyor, o da öyle kolları havada duruyor.

Oradakiler nefeslerini tutmuş bu tarihi ana tanıklık ediyor. Tekrar onu kucaklıyorum. Bizi izleyenler de bu yüzyıllık hasreti anlıyor, yadırgamıyor, sadece duygulanıyorlar.

 Asırlar sonra obaların, zomaların, akraba ve sülalelerin ayrılığı son buluyor bu akşamüzeri Alatau dağlarının eteklerinde. 

Ona Kürtçe "Nasılsın amca" diyorum. O da "İyiyim şükür geldin ya, seni gördüm daha iyi oldum" diyor. O an gözlerim buğulanıyor. Bıraksalar ağlayacağım ama etrafta bir dolu merhabalaşmak için beni bekleyen insan var. Anlıyorum ki kendimi toparlamalıyım.

Yüz yıl önce Van'dan ayrılmak zorunda kalmış, sonra Erivan'a gelmiş, oradan da Stalin'in bir gece yarısı Orta Asya steplerine sürgün ettiği bir kavmin insanları bunlar... Yerlerinden yurtlarından edilerek sürgüne gönderilmişler.

Nadirov onların en yaşlısı, en kıymetlisi. Sanki onunla konuşursam diğer herkesle konuşmuş olacağım, onu kucaklarsam diğer herkesi kucaklamış olacağım gibi hissediyorum.

Bu kucaklaşma, zulme vurulan bir şamar gibi. Ey dirok.. gör işte.. Sürgünü savurup atan bir duruş bizimki. İşte bak buradayız. Sürdünüz, bizi köklerimizden söküp attınız, bizi birbirimizden ayırdınız, yaşam damarlarımızı kesmeye çalıştınız ama başaramadınız. İşte biz yeniden bir aradayız.

Yeniden köklerimize dönüyor, kesmeye çalıştığınız can damarlarımızdan birbirimize can taşıyoruz. Alın işte sizin sürgününüz...

Yüzünüze fırlatıyoruz. İnsan direnci, insanın yaşama sevinci, insanlık onuru onu yırtıp attı. İnsanlık onuru sizin işkencelerle dolu ayrılık gayrılık yaratma oburluğunuzu yendi. İşte size ispatı.

Bütün bu seremoni bizleri zorla ayırıp birbirinden uzaklaştırarak her şeyi elde edeceğini sananların yüzüne iniyor bir şamar gibi. 

Bakın işte ey et kafalı diktatörler, iflah olmaz muktedirler, zora zorbalığa dayanan hükümdarlar, hükmünüz buraya kadar. Sizin sürgününüzü bugün yırtıp atıyoruz.

Sizin zulmünüze bu akşam Alatau Dağları'nın eteklerinde başkaldırıyoruz ve son veriyoruz. Doğruluk, insanlık ve vicdan sizin zulmünüze ve vicdansızlığınıza bu akşam Allahu Ekber dağlarının şahitliğinde galebe çaldı.


Buraya kadarmış

Hadi bakalım. Bu gece gözümde büyüyen her şey dağa dönüşüyor. "Dağı tepe yapamazsınız" diyor Kinyas İbrahimov onun için bir konuşmasında.

Ne kadar doğru. Ne kadar törpülerseniz törpüleyin ne kadar keserseniz kesin dağı tepe yapamazsınız. Akşamın karanlığında bir güneş gibi doğuyor.

"Güneşi gölgeleyebilirsiniz ama engelleyemezsiniz" diye devam ediyor. Bura insanları dağ, güneş, derya gibi sözcüklerle konuşuyor. Doğayı hem yaşıyor hem örnek veriyor hem insanlarını ona, onu da insana benzeterek yaşatıyor. Ne muhteşem bir yaklaşım... 

Ben bu duygularla Nadir Nadırov'un karşısında durmuşken birden ayılıyorum ki etrafta nice insan bekliyor, tanışmak, el sıkışmak için. En başta da Prof. Dr. Kinyas İbrahim Mirzoyev…
 

 

O an hemen o tarafa dönüyorum. Resimlerden tanıdığım, sesinden bildiğim Kinyas İbrahim "Hoş geldin güzel profesörümüz, profesöré eyan" diyor.

Eyan'ı ilk etapta anlamıyorum yasaklı ve zincirli bir dilin evladı olarak. Ama iyi bir şey olduğu kesin. "Hoş bulduk keké Kinyas" diyorum. Ona keké demeyi daha uygun buluyorum. 

Kinyas İbrahim'i de Ermenistan'dan buraya Nadırov getirmiş, Karabağ Savaşı'ndan sonra. O da bir başka sürgün. O çatışmalarda herkes devletine gitmiş.

Ermeniler Ermenistan'a, Azeriler Azerbaycan'a, Ruslar Rusya'ya. Her biri kendi ülkelerine gitmiş. Bir onlar ortada kalmış. Bir Kürtler kalmış sahipsiz.

Zavallı devletsiz Kürtler. Ortadoğu'da 40 milyon nüfusları olduğu halde devletsiz tek millet. İşte tam o sırada Nadırov onların imdadına yetişiyor, "Siz de Kazakistan'a bizim, yanımıza gelin" diyor. Onlar da "Peki" deyince, alıp getiriyor onları buraya.

Kinyas İbrahim, Celali aşiretinden fakat annesi Burikilerin Kerki kabilesinden. Bir dayı yeğen muhabbeti var aralarında tabi. Uzun boylu, saçları önden az dökülmüş, biraz kilolu ve biraz göbekli olan Prof. İbrahim Mirzoyev heybetli bir adam.

Bana hoş geldin ettikten sonra ona, "Hoş bulduk keké Kinyas, sefa bulduk" diyorum.Bu kez o biraz geri çekilip bana bakıyor. "Seni çok iyi gördüm profesör" diyor Kürtçe. O bana her ne hikmetse böyle hitap ediyor.

Belki de Kürtlerin namı hesabına bilim insanı çıkmanın sevincini paylaşıyor. Belli ki beni bu kadar genç beklemiyor. "Ben de sizi" diyorum.  

Sonra iri yarı, göbekli biri elini uzatıyor. "Ez Ezime Şemo, tu ser sera ü ser çeva hati kurrap / Ben Ezime Şemo sen hoş geldin, başım gözüm üstüne geldin amca oğlu" deyip beni kucaklıyor. Ama benim ellerim onun gövdesinin yarısında kalıyor.

Ezim kilolu olduğu kadar heybetli biri. Bizim ev sahibimiz olduğu her halinden belli. Buraya gelmeden onun da ismini duymuşum. Kazakistan'ın en zengin adamlarından biri.

Nazarbayev'in kardeşinin ortağı. Eve, evin etrafına, sofraya, etraftaki şatafata bakınca her şey anlaşılıyor. O da Brukilerin Beşki kabilesinden. O yüzden bana "amcaoğlu" diyor.

Ezimi geçtikten sonra 60'larına merdiven dayamış, önden saçları hafif açılmış, aydınlık yüzlü biri elini uzatıp hoş geldin ediyor. "Ez Bari Nadirov/ Ben Bari Nadirov" diyor.

Kendisi çok iyi ve tanınan bir beyin cerrahi. Tanıdıkça ne kadar değerli bir insan olduğunu anlıyorum. Ama ben onların hepsinden önce dijital çağın imkânları sayesinde, sosyal medyada Narin'le tanışmışım zaten.  

Ve sonra da orada bulunan bütün dost ve diğer tüm akrabalar hepsi ile teker teker el sıkışıp kucaklıyoruz. 


Bu akşam apayrı bir akşam

Ezime Şemo bugün bir tören düzenlemiş, daha doğrusu bir şölen. Bu şölen bizim gelişimize denk getirilmiş. Ve biz bu dağların eteklerinde bu hasret gideren şölenin onur konuklarıyız.

Bundan daha heyecan verici, onur verici ve bundan daha güzel ne olabilir ki?  "Buyrun" sesi ile bir dalgalanma oluyor. Herkesle merhabalaşıp kucaklaştıktan sonra Ape Nadir önde biz arkada yürüyerek çardağa giriyoruz...

Ben çardağın girişinde bekliyorum, geçsinler diye, ne ki onlar da duruyor, meğer onlar da beni bekliyor. Sonra Ape Nadir ve Kinyas İbrahim Mirzoyev karşı tarafa geçiyorlar, onları Ezim'in kardeşleri ve diğer akrabaları izliyor.

Diğer tarafa da ben, Azim, Bari ve Ezim'in damatları ve diğer akraba ve dostlar yerleşiyor. Gözüm o an sofraya ilişiyor, bakıyorum, bir kuş sütü eksik. Yok, yok dedikleri türden bir sofra.

Ape Nadir ev sahibi olarak Ezim'e bakıyor, o da Ape Nadir'e "Ev de senin sahip de sensin apo" diyor, büyük bir saygıyla. Sonra araştırdıkça anlıyorum ki, Nadirov sadece burada ya da Orta Asya'da değil dünyada saygın bir bilim insanı.

Bu da bize gurur veriyor tabi. Onunla olmaktan onurlanıyoruz.  Ev sahibi öyle deyince, Apé Nadir ellerini açıp "buyrun" diyor ve şölen başlıyor. 

Meğer biraz önceki seremoni ön tanışmaymış, asıl tanışma ve konuşmalar şimdi başlayacak.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU