Kafkaslar ve Orta Asya seyahati (2)

Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe için yazdı

Karacadağ

1600'lu yıllar Osmanlı 

Keremé Heci Nadir'ın ailesi, kabilesi ve aşireti 20'nci yüzyılın ilk yarısında Kafkaslardan Van'a gelmiş, Van'dan da tekrar Kafkaslara geri gitmişti.

Peki, aynı aile ve aşiret Kafkaslara gelmeden önce neredeydi?

Okuyucu bunu ister istemez merak etmiştir. Bu merakı gidermenin zamanıdır artık.


Yıl 1600, yer Cızira Botan. Cizir o dönem Azizan ailesinin yönetimde. Büyük mir ölmüş, yerine genç ve tecrübesiz oğlu Aziz Zeydin geçmişti.

Kendini göstermek için insanları zapturapta almak, baskı kurmak istiyordu. "Çok gittin, az geldin" gibi sudan bahanelerle insanların üstüne gidiyor, baskı yapıyordu.

Şemdin Bey ve akrabaları bu baskılara karşı çıkıyorlardı.

Yapma Aziz Bey, hepimiz biriz, beraberiz? Bu yaptığın beyliğe sığmaz, mirliğe yakışmaz. Bir yer ancak hakla hukukla, adaletle abat olur.


Mir minnetsizdi. "Yapsam ne olur?" diyordu fütursuzca; "Bana, şartsız şurtsuz biat edeceksiniz, başka yolu yok."

Yoksa, yoksa kan çıkar… Şemdin ve akrabaları düşündü taşındı. Önlem almazlarsa bir felakete doğru gittikleri aşikardı.

"Olmaz. Kimseye boyun eğmedik bugüne kadar, sana da eğmeyiz başımızı" dediler ailenin ileri gelenleri.

Derken aralarında tartışma çıktı, gerginlik büyüdü. Araya kan girmesin diye ailenin büyüğü Şemdin Bey, "Ayrılalım buradan, yoksa bir bela çıkacak akrabalar arasında", diyerek "Cizreden gitmeyi" öneriyor.

Buna karşı, "Hayır kalalım" diyenler de oluyor, "gidelim" diyenler gibi… Son noktayı Şemdin Bey koyuyor:

Gideceğiz, en azından bir süreliğine, bu gerginlik teskin oluncaya kadar.


Göç ediyorlar, gelip Urfa ile Diyarbakır arasındaki kadim Karacadağ'da kara kıl çadırlarını kuruyorlar.

Nasıl olsa her şeyin ilacı zaman, biraz zaman geçince geri dönecekler diye düşünüyorlar.

Dönem Osmanlı'da I. Ahmet dönemi. Osmanlı dağınık ve inişte, düzen bozulmuş, dirlik bir türlü dikiş tutmuyordu.

Osmanoğlu'nun en önemli geçim ve savaş dayanağı topraktı, toprağa dayalı "tımar sistemi" tarumar.

Orduda başıbozukluk almış yürüyordu. Toprak ve tarım imparatorluğunun dayandığı savaş makinesi artık istenen sonucu vermiyordu.

Toprak için, din ve mezhep üzerinden savaşa çağrılıyordu tarlada tapanda olanlar. "Gelin savaşın, ölürseniz 'şehit' kalırsanız 'gazi'" diyordu sultan.

Böylece savaş makinesi devreye giriyordu. Savaş makinesi ki hem ganimetin hem de korkunun teminatıydı Osmanlı'da.

Oysa Osmanlı bu dönem savaşlarda habire yeniliyordu. Kimse Osmanoğlu için savaşmak istemiyordu artık.

Padişahın, "Gelin kullarım, ölürseniz 'şehit', kalırsanız 'gazi', ganimet de cabası" laflarına karnı toktu milletin.

Bu çağrıların toprak için olduğu ayan beyan ortadaydı. Ama Padişah bu, doymuyordu ganimete ve toprağa, toprak da ölülere…  

Hem prestij için hem de başta kalmak için taht habire kelle istiyordu. Kimse böyle bir düzen için kellesini vermek isterdi ki.

Vesselam hal hal değildi. Ahval iyi gitmiyordu. Hal böyle olunca her taraf kaçak göçek dolmuştu. Özellikle de asker kaçağı.

Padişah sarayda sefadaydı, toprak gelirlerini toplamayı mültezime bırakmıştı. Mültezim ise halkın anasını ağlatıyor, onları iliklerine kadar soyuyordu. Ordu da birkaç rüşvetçi paşaya teslimdi.

Onlar da milletin başına başka bir bela kesilmişti… Zabitler halka baskı yapıyor, askerler keyfince köy ve oba basıyordu.

Gasp, talan sıradan işlere dönüşmüştü velhasıl. Ekende yok, biçende yoktu, ama ürüne ortaktı şalvarı şaltak Osmanlı.

İşte hal bu hal, ahval bu ahval üzere idi… 


Şemdin Bey'in obası

Bahardan yaza geçmeye göz kırpan bir gündü. Bir zaptiye kolu Karacadağ'ın güneyinde Viranşehir'e doğru yola çıkmış gidiyordu.

Ezidi asker kaçaklarının peşindelerdi. Onları alıp götürmek için iki gündür yoldalardı.

Karacadağ ıssız ve sessizdi, gökte güneş parlıyordu. Beride dağın karnına açılmış derin bir vadi vardı; vadinin bittiği yerde kadim Karacadağ bütün heybeti ile göğe yükseliyordu.

Bu mevsimde bile başı hala silme karlı ve çokça dumanlı idi. Dağa yaslanmış yeşile bürünmüş bozkırlarda siyah bazalt taşları güneşin altında parlıyordu.

Öyle çoktular ki kimi yerler safi siyaha kesmiş gibiydi. Sular şırıltıyla akıyor, vadiler çeşit çişit dağ çiçeklerine kesiyordu. Dağa adını ve rengini veren karaya kesmiş bazalt taşlarının hâkimiyeti sanki kesin gibiydi.

Lakin yüzlerce belki de binlerce yıl önceki püskürmeden beri o gün bugündür dağ bir daha ağzını açıp bir şey söylememiş. Bunun üzerine yöre insanı da zamanla ona alışıp dost olmuş, koynunda oba açıp yaşam sürmüş.

İşte Şemdin Bey'in öncülüğündeki Bırukiler de akrabalarıyla ters düşüp ayrıldıklarında bu kadim dağın bağrına sığınmışlardı. Bin bir umutla, gelip kara kıl çadırlarını bu cennet köşesini andıran güzelim yaylaya kurmuşlardı.

Fakat onların bu güzel yaşamlarını ve kaderlerini beklenmedik Osmanlı müfrezesi değiştirecekti. Uzaktan bir tomak gibi göründüler. Uzun yolda bitkin düşmüştü askerler.

Tam o sırada Karacadağ'ın eteklerindeki oba ilişti gözüne askerin birinin. Hemen koştu Müfreze Başının yanına, "Gomutanım orada bir oba var" dedi.

Hep birlikte dönüp baktılar. Karacadağ'ın eteklerinde, yeşillikler içinde kurulmuş kara kıl çadırlarıyla güzel bir oba idi gördükleri. Ocakların tüttüğü, dumanların yükseldiği atların koşarak kişnediği, mutlu bir oba…

"Oraya gidiyoruz" diye emir verdi bunu gören Müfreze Başı. Atları oraya doğru doldurdular. İşte bu oba o obaydı; Şemdin Bey'in obası. Cizira Botan'dan "bır" olup gelen Bır-ukilerin obası.

Buraya gelmelerinin üstünden çok zaman geçmemişti ki bu müfreze gelmişti. Bir süre önce buraya gelmiş, kara kıl çadırlarını kurmuş, hayvanlarını meralara salmış, kız kızanlar yaylaya dağılmıştı. Hayatlarından memnun, obalarında mutluydular.

Askerler iyice yaklaştı. Yorgun askerler obayı böyle görünce sevindiler. Müfreze Başı "Burada biraz dinlenelim" dedi, yanındaki yaveri konumundaki Kör Çavuş ekledi; "Bir ayran içip yola öyle devam edelim".

Böylece obaya doğru yol aldı Osmanlı müfrezesi. Gelenleri haber verdiler Bey'e. Bey çıkıp baktı ki gelen devlet askeri.

Adamlarına emretti; "Hemen hazırlıklar yapılsın, misafirlerimiz var" diye. Müfreze büyük kara kıl çadırın önüne durdu. Şemdin Bey ve ileri gelenler onları hürmetle karşıladılar.

"Buyurun beyim, inin atlarınızdan, kona geçelim" dedi Bey. Müfreze Başı Kör Çavuşa şöyle bir baktı, Kör Çavuş, başımıza talih kuşu kondu dercesine diğer askerlere "inin" dedi.

Demesi ile askerlerin mal bulmuş mağribi gibi atlarından fırlaması bir oldu. Onlardan önce Kör Çavuş Müfreze Başını bile beklemeden gidip mindere kuruldu, işlemeli, nakışlı yastığa sırtını dayadı, ayaklarını uzattı. Onu diğerleri izledi.

Şemdin Bey Müfreze Başına başköşeyi göstererek "Buyurun buraya geçin beyim" dedi.

Orda özel bir minder ve iki yastık üst üste duruyordu. Bu kısım beyin yeri idi, misafirperverliğinden ötürü ona kendi yerini teklif etmişti.

Müfreze Başı geçip oraya kuruldu. Askerleri de onu izledi. Kırk sütunlu bey çadırında sağlı sollu oturdular.

Şemdin Bey de geçip bir başa oturdu, diğer ruspiler de askerlerin yanına dizildiler. Obanın gençleri ise Bey'in emrini almak üzere ayakta el pençe divan durdular.

Misafirlere hürmeten, kısa sürede koçlar, kuzular kesilmiş, maharetli kevanilerin elinden çıkan mutat makbul yemek kavurma pilav gelmişti sofraya.

Ayrıca, kesilen koçların kellesi de misafirlere verilen değer nişanesi olarak pilav tepsilerinin üstüne konulmuştu.

Ne de olsa gelen Devlet-i Ali Osman'ın askeriydi, ona göre kıymet verilmeliydi. Devletle sorun yaşamak istemeyen aşiret, ona göre muamele ediyordu hep.

Müfreze Başı ve yanında 15 kadar asker beklemedikleri bu bereketli zengin sofraya destursuz aç kurtlar gibi hücum ettiler.

Bu durum Şemdin Bey ve aksakallı ruspilerin dikkatini çekse de misafirliklerine verdiler. Ama hem Müfreze Başı hem yardımcısı Kör Çavuş hem de müfrezedeki askerler sanki insan değil ahırdan boşalmış mahlûkat gibi davranıyordu.

Beş on dakika içinde daldıkları sofrayı adeta "pırt" ettiler. Sofrayı, etrafı, üstlerini başlarını batırarak ne var ne yok, silip süpürdüler. 

Onların bu davranışlarını şaşkınlıkla izleyen oba ehli "neyse" diyordu kendi kendilerine "acıkmış asker, o kadar olur."

Aslında bu hareketlerini benimsemeseler de bir sorun çıkmasın diye usul erkan üzere sabrediyorlardı. Yemek sonrası tavşankanı kınalı berrak çaylar geldi. Şemdin Bey'in misafirlerini duyan geliyor, gelenler gitgide çoğalıyordu.

Kırk sütunlu bey çadırının önü biranda onların gelişi ile kalabalıklaştı. Oradan buradan gelenler geçenler, içerden görünüyordu. 


Bir güzel kızın serencamı

Tam o sırada Müfreze Başının, çadırın önünden geçen güzel bir kıza gözü ilişti ve dikkat kesildi, sonra aniden pervasızca lafa daldı, "Kim bu?".  

Ortalığı o an bir suskunluk sardı. Kadın aşirette namustu, namusa göz dikmek ölüm sebebiydi, söz söylemek zinhar yasaktı. Hem yasağın da ötesinde bazen kem söz "kan" sebebiydi. O yüzden kadının saçına, erkeğin bıyığına, atın kuyruğuna asla ilişilemezdi.  

Obalılardan cevap gelmeyince, Müfreze Başı hiddetlendi, "Duymadınız mı beni, sağır mısınız?"

Ruspilerden biri ortalığı yatıştırmak için "Şemdin Bey'in kızıdır komutanım" diye cevapladı onu.

Bunun üzerine Müfreze Başı hızını almadan, "İyi o zaman, çok güzel, beğendim kızı" deyince, ruspi usulünce "Beyim, siz tanrı misafirisiniz, biz size karşı hizmette kusur etmedik, yiyin yemeğinizi buyurun gidin yolunuza" dedi.

Müfreze Başı sinirlendi, onları korkutmak istiyordu işin başında, "Bana karşı mı geliyorsun?" diyerek gürledi.

Bu konuşmaları duyan gençler hınçlandılar birden, elleri kamalarında, yerlerinde devinmeye başladılar. Olan biteni sükûnet içinde dinleyen ve işlerin kötü gittiğini anlayan Şemdin Bey duruma müdahale etti. Yardımcısına baktı, bir baş hareketi ile "Gençleri sakinleştir" işaretini verdi.

Adam yanına birkaç yaşlı alıp gençleri çadırın dışına çıkardı, onları bir kenara çekip, ruspilerle birlikte sakin durmaları konusunda şiddetle uyardı. 

Bu sırada Müfreze Başı yanı başında oturan ve biraz önce ona cevap veren Ruspi'yi eliyle itip ayağa kalktı, silahlı askerleri de ardından silahlarına davrandılar.

Durum öyle bir hal aldı ki ortalığın patlaması bir kıvılcıma bakıyordu. Obanın gençleri yerinde durmuyordu. Hırsları, hınçları giderek artıyordu.

Şemdin Bey bir niza çıkmasın diye onları frenliyor, obasında bir hiç yüzünden olay çıksın istemiyordu. Zaten beladan kaçıp gelmişlerdi buralara, bir başka belaya bulaşmak niyetinde değillerdi. 

Derken herkes artık ayaktaydı ve tetikti. Müfreze Başı kamçısı ile çizmesine bir iki vurduktan sonra etrafını saran topluluğa korkutucu gözlerle süzüp "Ben Viranşehir'e Ezidi asker kaçaklarını almaya gidiyorum, dönüşte bu kız hazır olsun, onu alacağım, alıp götüreceğim, yoksa karışmam" diye tehdit etti, "Ona göre hazırlıklar yapılsın" diye de eklemeyi ihmal etmedi.

Sonra atlarına atlayıp, kamçılarını sallayarak Viranşehir'in yolunu tuttular.


Endişeli bekleyiş

Onlar gitti gitmesine ama arkada büyük bir endişe, korku ve kasvet kalmıştı. Oba şimdi ne yapacaktı?

Başıbozuk müfrezenin artlarında bıraktıkları kin ve korku bir anda zehirli bir hava gibi bütün obayı sarmıştı.

Meta Xezé "Ne olacak şimdi" diye yakarırken, Gülizer Hanım daha temkinliydi, "Telaşa gerek yok. Hele bir gelsinler, bakılır çaresine" diyordu.

Lerzan sadece kendisini değil hususi yiğitlerin başı yavuklusu Serxan'ı da düşünüyor, "Allah korusun, o gün geldiğinde ya kötü bir şey olursa…" diye endişeleniyordu içinden.

Aslında Beyin kızı Lerzan'ın duygusu bütün obanın duygusuna dönüşmüştü, "Ya o gün geldiğinde…" devamını maazallah ağızlarına bile almak istemiyorlardı.

Obanın yiğitlerinden Serxan da endişeliydi "Ya bu meymenetsizler…"  Bu neden böyleydi? Çünkü aşiret herkesle kanlı olmayı göze alıyordu ama devlet… devlet başkaydı...  

Bunu daha önce tecrübe etmiş, yaşayıp görmüşlerdi. Korku ve kasvet askerlerden ziyade bundandı.

İşte bu yüzden bir anda üstlerine adeta karabulutlar çökmüş, bütün obayı bir büyük tedirginlik sarmıştı.

Allah'ım neydi bu? Ne yapmalı, nasıl defetmeli kapıya gelen bu belayı?!.


Müfreze Viranşehir'de asker kaçağı namına kimseyi bulamamış geri dönüyordu.

Atlılar belirince obada telaş başladı. Kimseyi ele geçiremeyenince öfkelenip köpürmüş olan Müfreze Başı ve avanesi gerisin geri elleri boş yola düşmüş geliyorlardı…

Gelip, Şemdin Bey'in çadırının kapısına dayandılar. Kimseyi ele geçirmediklerinden forsları kırılmış, forsları kırılınca daha da hiddetleri daha da artmıştı.

Müfrezenin başı bütün hıncını obadan almak için sabırsızlanıyordu adeta.


Ve çatışma

Gelir gelmez daha uzaktan, "Nerde Bey" diye bağırdı. Şemdin Bey zor zapt ettiği gençleri arkaya itip öne çıktı, "Buyurun beyim, buradayım" diyerek onları karşılamaya çalıştı.

Müfreze Başı, "Hani kız, nerde hazırlık?" deyince, Şemdin Bey sakince, şunları söylüyordu:

Bak Beyim, bizim âdetimizde böyle kız istemek yoktur. Hem biz kızlarımızı yabancılara da vermiyoruz zaten. Siz devletin askerlerisiniz, namusumuzu koruyacağınıza dil uzatıyorsunuz. Bu da hiçbir usule erkâna sığmaz. İyisi mi, bir olay çıkmadan varın gidin işinize.


Bunun üzerine Müfreze Başı zıvanadan çıktı. "Bize karşı gelmek ha.. İsyan haa.. ?"

Kendini hem obaya hem askerlere kanıtlamak ister gibiydi. O ve Kör Çavuş yerlerinde duramıyordu. Atın üstünde devinmeye başladı. 

Yanındaki Kör Çavuş da ağzında bir şeyler geveledi ama ne söylediği duyulmadı. Belli ki öncesinden de ne yapıp edeceklerini konuşmuşlardı.

Kör Çavuş, sigaradan araları siyaha kesmiş dişleri ve sararmış kırçıl bıyıkları ile habire sırıtıyordu. "Biz hazırız" der gibi başı ile işaret etti.

Bunun üzerine Müfreze Başı birden celallendi, "Demek öyle.. Osmanlı'ya başkaldırmak..."

"Osmanlı" ve "başkaldırmak" kelimeleri her yedikleri haltta onları kurtarmıştı. Bu kez de öyle olacaktı gayri!.. Ne de olsa üç beş dağlı, işlerini görür, kızı zorla da olsa alıp giderlerdi. 

Kör Çavuş eliyle askere birden "saldır" işareti yapınca, beklenmedik bir anda beklenmedik bir çatışma başladı.

Müfrezenin başı atını Şemdin Bey'in üstüne sürüp ona bir kamçı salladı. Serxan araya girip tuttu kamçının ucundan, hızla çekti; Müfreze Başı attan aşağı yuvarlandı düştü yere.

Bey içinden "eyvah" dedi. Bu bir belaydı ve karabulut gibi çökmüştü üstlerine.

Aşiretin genç savaşçıları silahlarına davrandılar. Askerler de… Ortalık bir anda karışmış ana baba gününe dönmüştü.

Komutanın yerde süründüğünü gören Kör Çavuş saldırıya geçti. Artık söz bir deliğe sığınmış öfke dışarı fırlamıştı. Çatıştılar.

Serxan yere yığılmış Müfreze Başına bir bıçak darbesi salladı. Komutan kanlar içinde yığılıp kaldı. Silahlar peş peşe ateşlendi. Hançerler inip kalktı.

Çatışmada askerlerin büyük çoğunluğu Müfreze Başı ile birlikte öldürüldü. Kör Çavuş yanında kalan birkaç kişi ile dağlara doğru kaçmaya başladı.

Gençler kendilerine göre zafer kazanmış edasındaydı ama obanın aksakallıları kara kara düşünüyordu.

Bey'in ve ruspilerin bu halini gören kadınlar başta olmak üzere herkesi bir keder sardı.

Her düşman göze alınırdı da devletin düşmanlığı nasıl göze alınacaktı? Üstelik kendilerini koruyacak olan devlet ırz ve iyallerine saldırmıştı!

Bunun üzerine obanın "Gelavi Yönetimi" acilen toplandı. 

"Ne yapalım, nasıl davranalım?" sorusu ortada duruyordu.. 

"Kalıp mücadele edelim" dedi Reşo Ağa. 

"Olmaz, Osmanlı'yla baş edemeyiz" dedi Mehemedi Mecit. 

Şemdin Bey de artık buralarda kalamayacaklarını biliyordu. O da kararını gitmekten yana verdi.

Uzun ve çetin tartışmalardan sonra "göç etme" kararı alındı. Artık Osmanlı'yla aralarına kan girmişti. Kaçan askerler üstlerine böyle rapor edecekti.

Kalsalar daha büyük belalarla baş etmek zorunda kalacakları muhakkaktı. Gitseler bilinmedik zorluklarla cebelleşeceklerdi.

Kalmak mı zor, gitmek mi?

Gitmekten başka bir yol bulmayınca, çadırlar hızla çözüldü, denkler yapıldı, öküzler, atlar yüklendi, göç göç oldu, göçler yola dizildi... 


Kafkaslara doğru göç

Cızira Botan'da akrabalarından "bır" olan (ki bu nedenle büyük parçadan ayrılma anlamında Bırukiler adını alan) aşiret, bir müddet sonra tekrar Cizre'ye geri dönmeyi düşünürken bu olay başlarına gelince artık geri dönemediler.

Yönlerini doğuya, güneşin doğduğu yere verip, bir bilinmeze doğru yollara düştüler...

Mevsim son bahardan kışa dönüyor, hava gittikçe soğuyordu. Zordu, çetindi, lakin karar böyleydi, bu kararı alanlar geri dönmemeye kararlıydı. 

Beklenen oldu. Yolda göç koluna saldırdılar. Karlı vadilerden geçerken üstlerine çığ düştü, geçit vermez vadilerden geçmek zorunda kaldılar.

Gelip Bitlis Deresinde bir buzlu vadide sıkıştılar. Bu vadinin iki yanı dağ gibi yükseliyordu, ortası buz tutmuştu. Buzun üstü hafif karla kaplı olduğundan çok fark edilmiyordu.

Tam bir çıkmazdaydılar. Önlerinde buz tutmuş vadi, arkalarında haramiler, eşkıyalar ve kurt sürüleri vardı. Yana ve geriye gidemezlerdi, tek şansları ileri gitmekti ve şanslarını denemekten başka çareleri yoktu.

"Geri dönelim dedi" Gözé Nene, kadınlık hissiyatı ile. Her zaman fevri davranan Reşo öne atıldı, "Madem buraya kadar getirdiniz bizi, bundan geriye nereye götüreceksiniz."

Kızgındı Reşo Ağa; baştan beri Şemdin Bey ve Gelaviye muhalefet ediyordu. Eline bir fırsat geçince de kullanmaktan imtina etmiyordu. "Ben haklı siz haksız çıktınız" demek istiyordu.

Gençlerin bir kısmı da onu onayladı. Başka çare de yok gibiydi. Mecbur vurdular vadiye. Yavaş yavaş ilerlediler, tam ortaya gelmişlerdi ki çatırdama sesleri duyuldu.

"Eyvah" dedi Gözé Nene; "Reşo'nun inadının kurbanı olacağız..."

Buzlar ağırlıklara dayanamayıp çatlamaya başlamıştı. Biri yüksek sesle bağırdı, "Geri gidin, geri gidin". Bir diğeri "Durun, kıpırdamayın" diye bağırdı. Felaketin ayan beyan geldiği ortadaydı. Tehlikenin içinde, çatlayan buzun göbeğindeydiler.

Birden büyük bir ses geldi, bağrış çağırışlar arasında çatırdayan buz bir anda kırıldı. İnsanlar buzun kırılan gözünden suya düşmeye başladı. "Dayeee.." diye çığlık attı bir kız çocuğu.. Bir diğeri "Bavooo…" diye bağırıyordu. Bir hay huy aldı yürüdü.

Serxan "Yetişin…"  diye havara çağırdı. Üstünü çıkaran soğuk suya daldı. Onlarca çoluk çocuk buzların altında kalmıştı. Her şey bir anda olup bitiyordu. Buz kırılmaya devam ediyor, gençler ise yetişebildiklerini kurtarmaya çalışıyordu.

Çok kayıp verdiler. Serxan, Vendo, Cimşit birkaç çocuk kurtarabilmişti ancak. Kalanlar çıkıp toplandılar. Ölülerini gömdüler, çar naçar gene yola devam ettiler.


Vadi bitti, feraha çıktık derken bir dar boğaz daha çıktı önlerinde. Bitlis deresi bu geçitlerle doluydu ve bunlar birer ölüm geçidi gibiydi. Alttaki su önceki vadi gibi buz tutmuş, kar yağıp üstünü örtmüştü. Gah daralıyor gah genişliyordu vadi, sanki normal yolmuş gibi uzayıp gidiyordu. 

İkinci geçide gelip dayandıklarında gidip gitmemek arasında yine tereddüt geçiren göç kolu, arkalarından gelen saldırıları düşününce mecburen devam etti.

"Haydi, yallah" sesleri ile göç kımıldadı. Ağırlıklar geçince buzlar gene kırıldı, gene sulara gömülenler oldu. Tam bir can pazarı yaşanıyordu. Düşüp gidenlerin kimi kurtuldu kimi kurtulamadı bu kez de.

Bu can pazarında şin şivan arşa alaya yükseliyordu. Yaralı ve ölülerini toparlayan oba yasa boğuldu.

Bu iki alaboradan altı can kaybettiler. Yas havası göç koluna hâkimdi. Tam bu belaları atlattık derken, gece vadiden geçerken bu sefer de üstlerine çığ geldi, insanlar çığda mahsur kaldı.

Elleriyle deşip bir kısmını çıkardılar ama bazılarını çıkaramadılar çığın altından. Beyaz karlar onlara mezar oldu. Bir süre sonra çıkardıkları ise artık ölüydü. 

Artık adım atacak mecalleri kalmamıştı; kamp kurdular, ama gel gör ki bela eksik olmuyordu. Bu sefer kan kokusu almış kurtların saldırısına uğradılar. Hamile bir gelinle bir genç kızı kurtlar parçaladı. Bu yolculukta tam 37 can yitiren aşiret, can kayıplarıyla çar naçar yola devam etti. 


Zorlu dağlar, derin vadiler

Vadiyi bu kayıplarla aşmaya çalışırlarken bu kez de Kör Çavuş ve avenesinin saldırısına uğradılar. Kör Çavuş ikili bir furya başlatmıştı: Bir yandan Diyarbakır Garnizonu'na bir asker gönderip "aşiretin devlete başkaldırıldığını" bildirmiş, öte yandan irtibatta olduğu eşkıya tayfasına haber göndererek "Göç kervanında altın var" söylentisini yaymıştı.

Bu söylentiyi duyan ne kadar ipten kazıktan kopmuş çer çakal varsa üstlerine geliyordu, Kör Çavuş da aralarında… Nihayet ölüm vadisinden kurtuldular.

Muş Ovası'ndan Malazgirt'in altından geçip gittiler. Ağrı üstelerine vardılar. İlaç yok, iaşe yoktu. Çocuklar açlıktan yaşlılar dermansızlıktan ölüyordu. Genç kızlar, gelinler geceleri kan kokusu alan kurtların saldırılarına maruz kalıp ya ölüyor ya yaralanıyordu.

Lerzan "Bexte Reş" diye ağıt yakarken erkekler "Roma Reş"i lanetliyordu. Kör Çavuşun, "Bu aşiret devlete başkaldırdı" ihbarı da "Bu aşiretin göç kervanında altın var" söylentisi de işe yaramış hem garnizonu üstlerine çekmiş hem de haramileri… 

Bırukiler bir kez daha hem zor doğa koşulları ile mücadele etti, hem eşkıya ile baş etmeye çalışıyordu. Aylar sürdü göç kaçları. Epey zayiat verdiler, hayvanlarının büyük çoğunluğu yolda telef oldu, insanlar öldü.

Diğer taraftan, Diyarbakır Garnizonu'nun gönderdiği birlik de onlara gittikçe yaklaşıyordu. Şemdin Bey de yaralanmıştı ve yarası ağırdı.

Bütün bunlarla baş etmeye çalışıyordu aşir. Her yan dağ vadi idi. Her yan düşman… Dağlardan tepelerden aşıyorlar, gelip gene derin ve dar vadilere dayanıyorlardı. 

Aylarca süren meşakkatli göçün sonunda Aralık'ın Dil bölgesine gelip dayandılar. Öteleri Erez'di; yani Aras Nehri, onu geçmeleri gerekiyordu. Fakat kayıplarından dolayı üzgün ve yastadıydılar.

Eşkıyaların saldırılarında kaybettikleri ölülerinin bir kısmını yolda defnederken bir kısmını da beraberinde alıp getirmişlerdi. Onları bu yeni kamp yerinde usulüne uygun gömdüler, gömülerin etraflarını çevirip bir mezarlık haline getirdiler. 

Nihayetinde aşiret elde kalanlarla Aras Nehri kenarında ne yapacağına karar verecekti. Ne ki burada daha büyük bir acıyla karşılaştılar. Yolda yaralanan liderleri Şemdin Bey burada öldü.

Beylerini defnettikten sonra üç gün yasını tuttular. Fakat artık buralarda kalamazlardı, hala Osmanlının etki alanındaydılar. Hangi yöne doğru gidecekleri konusunda aralarında tartıştılar.

Konuşmalar, tartışmalar gittikçe kızışıyordu. Şemdin Bey de yoktu... Bu tartışma uzlaşma ile neticelenmedi.

"Kuzeye gidelim orası hayvanlarımız için daha uygun görünüyor" diyenlere karşılık "Hayır, doğruya gidelim, gene kuzeyin badireli yollarına girmeyelim, doğuya doğru gitmek en iyisi bizim için" diyenler de vardı.

Sonunda kendi aralarında anlaşamayınca iki kola ayrıldı aşiret, kollardan biri doğuya doğru, İran'ın içlerine Maku, Xoy, Keleni ve Navura giderken diğeri kuzeye doğru gitmenin hayvanları için daha iyi olacağını düşünerek gelip Erivan'ın Elegez yaylalarının eteklerine kondu.

İşte bunların arasında Pirki Kabilesinden Nadıré Keremé Heci Nadır'ın büyük dedesi Deşto'nun büyük babası da vardı. 

Böylece yüzyıllardır bir arada yaşayan bu insanlar bir mecburi sürgünle birlikte kendilerini mecburi bir iskâna tabi tutmuş, akrabalar birbirinden ayrılmak zorunda kalmıştı. Sevgililer yavuklularından...

Coğrafya onlar için güzel bir kaderden dayanılmaz bir kedere dönüşmüştü. Acı, sürgün ve ayrılıklarla dolu bir kader... Kör talih onlar için böyle işledi ve Bırukuler, bir kez daha ayrılıkla sarsıldı.


Derken zaman bu ayrılığın üzerinden dörtnala gelip geçti, zamanın teskin edici ruhu yaraları sardı, iyileştirdi, ayrılıklar zamanla unutuldu. Çünkü ayrılanlar birbirlerini unutmadılar, hep gidip geldiler birbirlerine.

O zaman sınırlar sıkı değildi, hatta sınır diye bir şey pek yoktu, var olan sınırlar da çok belli değildi. Sınırlarda yaşayanlar için kim hangi ülke sınırındadır o da belli değildi.

Bir yerde Çarlık öbüründe Şahlık hüküm sürmekteydi. Beri yanda da padişahlık vardı Osmanlı ülkesinde. Aşiret bu üç imparatorluğun birleştiği hudutlarda gâh orda gâh buradaydı; kendi öz vatanlarında üvey evlatlar gibi…


Zamanla Bırukiler nüfus, silah, ekonomi olarak büyüdüler. Büyüme yeni kabileler yarattı: Kerki, Şerki, Şaveliki, Pirki, Beşki, Hecımki, Reiski, Mameviraki, Gaski, Elki, Mamki, Nemirki, Kutki, Kuliki gibi 12 kabile oluştu. İki kol ve her kol altında 6 kabile.  

Babıklar ve sülaleler bunlara bağlı olmak üzere onlarca kesim meydana geldi. Obalar, zomlar, yaylak ve kışlaklar arsında dolaşıp durdular.

Zoma'lardan obalar, obalardan kabileler, kabilelerden koca bir aşiret konfederasyonu meydana getirdiler. Bir bölümü İran'da bir bölümü Rusya'da bir bölümü Osmanlı topraklarında kaldılar. Yaşam kısa sevinçlerle, büyük acılarla ve uzun badirelerle sürüp gitti.


Rus İhtilali ve tekrar geriye göç

Bu gelişmelerin üstünden tam 300 yıl geçmişti ki sene 1917, Lenin diye biri ortaya çıkıp Rusya'da ihtilal yaptı, Çarı devirip Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ni (SSCB) kurdu.

Bütün dünyayı sarsan bu büyük olay, diken üstünde yaşayan Bırukileri derinden etkileyecekti. Başka halklar için yeni ve güzel bir yaşam başlangıcı olan bu devrim, Bırukiler için yeni acıların, yeniden yaşanacak sürgünlerin ve meşakkatli göçlerin sebebi oldu. 

Devrimle beraber iç kargaşa başladı, her tarafta kan oluk oluk aktı. O yılları yaşlı kadınlar, "Dé ewladé Xu davit" (Öyle bir zamandı ki, analar evlatlarını atıyordu) diye anlatıyordu.

Bir yandan çarın generalleri "Beyaz Devrim" dedikleri karşı bir devrimi İngiliz ve Amerikalıların yardımıyla harlarken öte taraftan Kazaklar isyandaydı. Bir iç savaş her yerde sürüp gidiyordu.

Çarın ünlü Amirali Alexsandır Kolçak batılıların da desteği ile organize ettiği 300 bin kişilik ordusu ile kuzeyde, Urallardan Moskova'ya ilerliyordu. Güneye hızla doğru inen bu Beyaz ordu Bolşevikler tarafından durduruldu. Ataman Krasnov doğuda daha önce kanlı biçimde durdurulmuştu.

Bu sefer generaller Nikola Yudeniç iç kargaşayla görevlendirilmiş ve ünlü General Anton Denikin batıdan ve güneyden saldırıya geçerek Moskova üzerine yürüyordu.

Lenin'in arkadaşlarıyla gerçekleştirdiği Bolşevik Devrimine karşı, üç koldan başlayan saladırlar ülkeyi kan gölüne çevirmişti. Akan kanın haddi var hesabı yoktu. Bütün bunlara karşı yeni rejim direniyordu.

Eski düzen kökünden sarsan bu yeni rejimin ne olacağı endişesi bir yanda ahaliyi endişelendirirken öbür yanda sürüp giden iç kargaşa herkesi korkutuyordu. Kafkaslardaki Bırukiler de bu gelişmelerin ortasında kalmıştı.  Beri tarafta başka bir gelişme yaşanıyordu. 


Lenin devrim yaptığında Rus İmparatorluğu I. Dünya Savaşı'nın içindeydi. Rus orduları 1914'ü 1915'e bağlayan kışta güneye doğru inmiş Osmanlı'yı işgale başlamıştı.

Çünkü hırsları akıllarının önünde giden Alman taraftarı İttihat Terakkiciler ve onların üç liderinden biri olan Enver Paşa hiç gereği yokken Alman zırhlılarını Rusya'nın Sivastopol şehrinin önüne getirip onlara Osmanlı bayrağı çekerek, şehri topa tutmuştu.

Bunun üzerine Rusya Osmanlıya savaş açmış, kendi güneyinden Osmanlı topraklarına, Doğu Anadolu'ya inmeye başlamıştı. Hayalperest Enver ise Almanlara uyup doğu cephesine asker yığmış, 1914'ü 1915'e bağlayan kışta Ruslara karşı tek bir kurşun bile atmadan 90 bin askeri Sarıkamış'taki Alluhu Ekber dağlarında kara, kışa, açlığa ve basiretsizce teslim ederek kırdırmıştı.

Kendisi de İstanbul'a kaçıp, Harp Bakanı olarak bu katliamın yazılmasını yasaklamış, başka planların içine girmişti. 


Ruslar ise Ermenilerle birlikte kısa sürede Van, Bitlis ve Erzurum'u işgal ettiler. Durmadan ilerlediler, Osmanlı'nın içlerine doğru Ermenilerle birlikte ilerliyorlardı.

İşgal ettikleri bölgede Kürtler yaşıyordu. En çok bu işgalden onlar etkileniyordu. Kürtler için güneye doğru göç, kaç ve tehcir anlamına gelen "seferberlik" böyle başladı.

Sadece bu da değil; bu seferberlik içinde bile Türkçü ve Turancı İttihatçılar ellerinden geldikçe Kürtleri de batıya doğru sürüyordu. Bu durumda bile hala akıllarında demografik mühendislik projeleri ve asimilasyon kurdu dolaşıyordu.

Fakat kimse bu hesabın farkında olacak durumda değildi, insanlar kafileler şeklinde Rus'un önünden kaçıyordu. Osmanlı kendi tebaasına sahip çıkmadığı gibi bu haysa beys içinde Kürtleri bölgelerinden, Ermenileri de bulundukları yerlerden tehcire tabi tutuyordu.

Irkçı İttihat ve Terakki'nin gücü ancak kendi tebaasına yetiyordu. Bu sırada Rus ordusu Osmanlı topraklarını işgal ede ede ilerliyor, bu işgalden en büyük zararı gene Kürtler görüyordu. 


Lenin'in yaptığı devrim başarıya ulaştığında Rus Orduları Bitlis'in "Kevré Kul" (Delikli Taş) denilen mevkiine kadar gelmiş hatta geçmiş bulunuyordu. Rus Ordusu'nun bir kısmı Osmanlı hâkimiyetindeki topraklarda ilerlerken, bir kısmı İran'da bir kısmı Almanya'daydı.

Lenin başa geçtikten sonra güvendiği stratejist arkadaşı ve politburo üyesi Troçki'yi çağırarak şu emri verdi:

Biz sosyalistiz, işgalci değiliz. Orduları hemen geri çağır.


İşte bu emir sadece geri çekilmenin değil birçok şeyin başlangıcını teşkil edecek ve de birçok şeyi beraberinde getirecekti, özellikle de Brukiler için.

Tabi iyi şeyler değildi bunlar. Mala mini… Kabak gene onların başına patlayacaktı. 


Rus ordusu Osmanlı topraklarında ilerlerken yanlarında Ermenistan'ı kurma hayalleriyle gelen Ermeni Taşnak ve Hınçak örgütü mensupları ve askeri güçleri de vardı.

Bunlar Kürt coğrafyasında ilerlerken Van, Bitlis, Erzurum'daki Kürtlere zulmettiler, şimdi geri dönmek zorunda kaldıkları için hınçlıydılar.

Levra Ermenistan'ı kuramadan dönmek zorunda kalmışlardı. Hınçlarını Kafkasya'daki Müslüman halklardan çıkarıyorlardı. Bunların da çoğu Kürt'tü.

İki ucu keskin bir kılıç, hangi yana çeksen Kürt'ü kesiyordu. Evet, bu saldırıların sebebi belliydi.

Ordu geri çağrılınca büyük emellerle bu topraklara gelen Ermeni örgütleri de mecburen Rus Ordusuyla birlikte geri dönmek zorunda kaldığı için, bir Ermenistan kurma hayalleri kursaklarında kalmış; bu da çete ve örgütlerin kin ve nefret kusmasın sebep olmuştu.

Kafkaslara döndüklerinde önlerine çıkan Müslüman halklara saldırmaları bundandı. On yıllardır iç içe yaşadıkları, kız alıp verdikleri, hısım akraba ve kirve oldukları Bırukilere de saldırdılar.

Bu çatışmada birçok insan öldü. Bunlardan biri de Kafkasya'da yaşayan Brukilerin önde gelenlerinden Bedir Bey'di. Çatışma ve ölümler artınca ister istemez Brukiler yeniden buraları terk etmek zorunda kaldılar.

Coğrafya kadere, kader bir kez daha kedere dönüşmüştü onlar için.

Bunun üzerine aşiret yönetimi olan Gelavi toplandı, sonunda çar naçar göç kararı aldı. Bu kez göçün yönü geldikleri yöne, Van'a doğruydu.


Van ve havalisi

Kafkaslarda bu durum yaşanırken Ermenilerin tehciri ile Van başta olmak üzere civar iller insansız hale gelmişti.

İşte bu durum Kafkaslarda ve İran'daki Brukileri buraya doğru itti. Onlar için zamanın bu noktası bulundukları yerde hem itim hem de çekim noktasına dönüşmüştü.

Ermeni tehciri ile iyice boşalmış yerlerin dolması için Türkiye'deki yeni rejim, Müslüman halkların buralara gelip yerleşmesini bir nevi çekiyordu.

Onlara sonra tutmayacakları sözler de veriyordu. Çoluk çocuklarının, hayvanlarının güvencede olacağı, askerden muaf olacakları sözüydü bunlar.

Bu sözler ve göçlerle birlikte Heci Nadir ve Nadir Nadirov'un babası Kerem de gelmişti. 

Bugün Kazakistan Almatı'da yaşayan Kerki, Beşki, Pirki, Hecimki, Şaveliki kabilelerinin ata babaları da göçerek Türkiye'ye gelmişti.

O göçün bir kısmı Kars, Iğdır, Ağrı illerinin sınırlarında kalmış büyük kısmı ise Van'a gelmişti. Kerem ve ailesi Hevşesorka yerleşmişti.

Şeyh Said hareketi ile Kerem sürgün edilince aile tekrar yollara düşüp Kafkaslara geri gelip Kikaç köyüne yerleşmişti. 

İşte buradan Stalin tarafından Orta Asya'nın soğuk steplerine sürülenler bu ailelerdi. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU