Atatürk simgeselliği ve Türkiye'de algılanış biçimleri

Bülent Şahin Erdeğer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Senin eleştirdiğin; onun aşık olduğu Atatürk mü?

Bu soru tersinden de sorulabilir;

Atatürk'ü eleştirenler, senin aşık olduğun kahraman ve kurtarıcıyı mı eleştiriyor?

Ama bu soruya cevap vermeden önce bu ikilemi, körler sağırlar birbirini ağırlar iletişimsizliğini anlamamız gerek.

Türkiye siyaseti, kimlikler üzerinden bölümlenmiş bir sistem zemininde inşa edilmiştir.

Bunun elbette Osmanlı'ya uzanan kökleri olsa da yeni ulus devletin kuruluşuyla, bu kimlik eksenli oyunda roller buna göre belirlenmişti.

Bu sebeple kimliklerin meşru olup olmamaları da tarih anlatıları üzerinde şekillendiriliyor.

82 milyonluk bir ülkenin tüm yelpazesi çok farklı toplumsal katmanlardan oluşuyor. Sınıfsal, dini, mezhepsel, etnik, yaş grupları gibi farklı ölçülere sahip içiçe geçmiş katmanlar bunlar.

Ülkedeki toplumsal ve siyasal sistemi belirleyen ilk ve öncü kişi de elbette Mustafa Kemal Atatürk.

Bu sebeple Atatürk simgesi sadece bir kişiyi değil, bugün tümden hayatımızı şekillendiren sosyal, ekonomik ve siyasal düzeni ifade eder.

Bu sebeple de tartışma dışı kalamayacak kadar güncel bir simgeselliktir.


Türkiye toplumunun tarihi bilincini/anlatısını belirleyen de Atatürkçü sistemdir.

Anaokulundan üniversiteye, TV reklamlarından medyadaki standart dile, siyasette merkez-sağ ve sol dairesinin üzerindeki mutlak belirleyen de Atatürkçülük ideolojisidir.

Bu sebeple tüm bu güçlü devlet propagandasına muhatap kılınan nesillerin Atatürk algıları da bu çerçevede şekillenmiştir.

Bu propagandanın ilk müellifinin Atatürk'ün kendisi olması da tesadüf değildir.

Atatürk bizzat "Vatandaşlık Bilgisi/ Medeni Bilgiler" ders kitabı kaleme almakla kalmamış; Nutuk adlı eserinde Kurtuluş Savaşı sürecini kendi perspektifinden yeniden yazarak resmi ideolojiyi belirlemiştir.
 

1.jpg
Atatürk'ün manevi kızı Afet İnan'a teslim ederek lise ders kitabı olarak bastırdığı Medeni Bilgiler kitabı (TTK)

 

Toplumun "Milli Eğitim" söylemi ile eğitilmesi sonucu, halkın büyük kesiminde üzerinde fazla sorgulanmamış, irdelenmemiş, tartışılmamış ön kabuller, mutlak gerçekler olarak kabul edilegelmiştir.

Halk kitlelerinin Atatürk'ü, genellikle sâfiyâne biçimde "kahramanlık" ve "kurtarıcılık" üzerinden şekillenir.

Bu algıya göre Atatürk işgalcilere karşı direnmiş ve ülkeyi düşmanlardan kurtarmıştır. Kurtarıcılık aynı zamanda Türkiye'yi kalkındırmış, geliştirmiş, çağdaşlaştırmıştır.

Bu genel algıda Kemalist dozajda bir ideolojik bilinç bulunmaz. Çok basit bir kahraman sâfiyâne kurtarıcı sevgisi ve vefasını içerir.

Bu basit, sâfiyâne ve milliyetçi sevgi sebebiyle 1923 sonrası Atatürk dönemi politikaları ya bilinmez ya da sadece iyi yönleri "hatırlanır."


Daha dar bir kesim ise Atatürkçülüğü yegane kimlik edinmiştir. Atatürkçülüğün de alt kolları mevcutsa da 28 Şubat süreci sonrası en öne çıkan versiyonu sol-Kemalizmdi.

Atatürkçülüğün burjuva-sağ versiyonları da sol-Kemalist versiyonları da bilinçli bir ideolojik motivasyon sahibidir.

Bu kesimlerin yakın tarih okumaları ise dünya literatüründe "kişi kültü" olarak tanımlanabilecek düzeyde "mistik bir din" psikolojisine sahiptir.

Dağa yansıyan Atatürk silüetinden, 10 Kasım'da Antalya'da saat 9'u 5 geçe yaşanan depremin koordinatlarının 1938 olması(!) gibi doğaüstü güçler atfedecek kadar irrasyonel olabilen, bugün yaşanan tüm gelişmeleri Atatürk ekseninde yorumlamaya kadar görünümleri vardır.   
 

 

3.jpg

 

Atatürkçülüğü bir yaşam tarzı olarak, bir siyasal kimlik olarak savunan söylemlerin temel vurgusu; Atatürk'ün Türkiye'yi demokratikleşme, aydınlanma, özgürleşme için bir zemin hazırladığı, bu çabalar için ise "dönemin şartları" gereği otoriter politikalar uyguladığı savunusudur.


Bunun yanında Atatürk simgesine olumsuz anlam yükleyen kesimlerin başında İslamcılar gelmektedir.

İslamcılık derken elbette onun da tek bir rengi tek bir versiyonu yok. Ama genel hatlarıyla baktığımızda İslamcı söylem Kurtuluş Savaşı'nı sahiplenir ve direnişin ideallerinin 1923 sonrası ihanete uğradığını savunur. 


Atatürk ve din

Tarihsel Atatürk'ün din hakkındaki görüşleri kişinin kendisini bağlayan bireysel bir görüşün ötesinde devlet politikasına dönüşmesi açısında simgesel Atatürk'ün ideolojik tutumunu yansıtır.

Bu açıdan dini görüşlerinin dönemsel seyri ve bağlamları da gözönüne alınarak incelendiğinde görülmektedir ki tarih, Atatürk gençliğinde Osmanlı'nın çöküşünü dine bağlamakta çözüm yolunu da Batılılaşmakta görmektedir.

Ancak pragmatist bir politikacı olarak kafasındaki projeyi uygulayacak egemenliğe sahip olana dek dinle barşık mesajlar vermiştir.

1923 ile beraber ipleri eline aldıktan sonra da ateist-pozitivist idealleri doğrultusunda bir eğitim politikası belirlemiştir.

Atatürk'ün toplum mühendisliği Marksist-Leninist muadillerindeki toptan imha ve savaş açma hatasını tekrarlamamış; ustaca dini kontrol altına alarak yönetmeyi yöntem edinmiştir.

1950 sonrası sağ Atatürkçülük restorasyonu ile beraber "Dine değil hurafelere karşı olan Atatürk" algısı Türk-İslam sentezine doğru evriltilerek geniş kitleler nezdinde "kurtarıcı kahraman" olarak konumlandırılmıştır.  

Bu yeni dönem sağ Atatürkçülük sonrası tarihsel Atatürk'ün dinle ilgili olumsuz düşünceleri sümenaltı edilerek ateist olma suçundan(!) arındırılmıştır.

Günümüzde belgeleriyle konuyu araştıran yazarlar Atatürk'ü "kurtarıcı kahraman" savunucularına anlatmakla meşguldürler.
 

4.jpg
Araştırmacı, yazar Fehmi İlkay Çeçen'in derlediği çalışma: "Atatürk'ün Kaleminden Yaratılış ve Din" (Yüzleşme Yay. 2021)

 

Mustafa Kemal'in dine dair karşıt görüşleri sebebiyle İslami kimliği baskıladığını ve otoriter bir rejim kurduğunu düşünen İslamcılığın, 1923 sonrasında dair ciddi akademik bir eleştiri yazmaması ise kendi açısından büyük bir eksikliktir.

Kendi tezlerini anlatamamak, elbette hakaret temelli uç çıkışların öne çıkmasına yol açmakta.  


Türkiye Marksistlerinin bir kısmı Kemalizm'i bir küçük burjuva devrimi olarak görüp eleştirirken, bir kısmında ise Kemalizm'in aydınlanmacılığı ile ortak noktasına vurgu yapıp senteze gitme gibi eğilimlere rastlayabiliyoruz.


Türkiye liberalleri de Atatürkçülüğe yönelik insan hakları ve demokrasi eksenli eleştirileri ile tanınıyor.

Liberal aydınlar 1923'te kurulan rejimin resmi tarih anlatısının aksine Osmanlı'da 1876'dan bu yana gelişen demokratik bir kültür olduğunu, Birinci Meclis'in feshine kadar da gerek İstanbul gerek Ankara'da canlı bir demokratik kültür olduğunu; ancak kurulan Atatürkçü tek adam rejiminin otoriter hatta diktatöryal bir düzen tesis ettiğini savunur.

Ülkedeki nitelikli ve altı doldurulan Atatürkçülük eleştirilerinin Marksist, liberal ve liberteryen aydınlardan gelmesi de önemli bir noktadır. 

Özetlemek gerekirse genel eleştiriler şu çerçevededir:

"Mustafa Kemal, tarihimizde önce çok önemli bir rol oynamış bir asker, sonra ülkemizin geçmişine damgasını vurmuş çok önemli bir siyasetçidir. Ama unutmayalım ki son tahlilde siyasetçidir. Bir partinin genel başkanıdır.

İktidarı elde ettikten sonra İttihat ve Terakki Fırkası'nın reform programını uygulamış, III. Selim ve II. Mahmud'la başlayan Batılılaşma, modernleşme çabalarını yoğunlaştırmış, tek adam olmanın verdiği imkanlarla reform programını radikal şekilde uygulama şansı elde etmiştir.

Bu reformlar arasında alkışlanabilecek olanların yanı sıra, eleştirilebilecek olanlar da söz konusudur. Ama daha çok tartışma yaratan, onun ülkeyi yönetme tarzıdır. Her siyasetçi gibi politikalarını benimseyenler ve doğru bulmayanlar vardır.

Fakat kendisi özellikle mutlak gücü elde ettikten sonra muhaliflerine, politikalarını benimsemeyenlere itiraz etme şansı vermemiştir. Bundan feministinden liberaline, İslamcısından, masonuna, komünistine kadar herkes payını almıştır.

Basın hürriyetini tamamen ortadan kaldırmış, 1925'te her türlü basın yayın organını tek başına vereceği bir kararla kapatma yetkisini kendisine veren Takrir-i Sükun Kanunu çıkartmış, ülkede kendi görüşlerine aykırı herhangi bir fikrin yayınlanmasına müsaade etmemiştir.

Demokrasiyi Osmanlı'da olduğundan bile geri götürmüş, iktidara geldikten sonra özgür bir seçim yapılmasına müsaade etmemiştir. Daha sonra Kaddafi, Saddam, Esed gibi liderlerde göreceğimiz üzere tek adam/tek parti olarak girip güya yüzde yüz oyla seçildiği göstermelik seçimler yaptırmıştır.

(Bilmeyenler için: Osmanlı'da ilk demokratik seçimler Mustafa Kemal'in doğmasından dört sene önce 1877'de yapılmıştı. Cumhuriyetin kurulmasından önce 1908, 1912, 1914, 1919 ve 1920'de de seçim sandıkları kurulmuştu.)

Bütün gücü avucunda tuttuğu halde, hayatı boyunca başka partilerin de girebileceği, her partinin özgürce fikirlerinin propagandasını yapabileceği, tüm partiler arasında eşit şartlarda gerçekleşecek bir seçim yapmayı göze alamamıştır. Milletvekili olacak kişileri masa başında kendi seçmiş, kendi partisi içinde bile bir demokratik sürece müsaade etmemiştir.

Ülkeyi iktidarı boyunca demir yumrukla yönetmiş, yargı bağımsızlığını, kuvvetler ayrılığı prensibini, denetim mekanizmalarını ortadan kaldırmış, hiçbir muhalif sese tahammül edememiş, rakiplerini ortadan kaldırtmış, sürgüne göndermiş, hapse attırmıştır. Toplumsal talepleri iç düşman ve isyan iddiasıyla katliamlar ve sürgünler ile bastırmaya çalışmıştır. 

Bunların arasında yola beraber çıktığı, Milli Mücadele'yi beraber yürüttüğü Ali Şükrü Bey, Hüseyin Avni Bey, Mehmet Akif Ersoy, Kazım Karabekir, Halide Edip Adıvar, Ziya Hurşit Bey, İsmail Canbulat gibi isimler vardır.

Devlet ihalelerini açık, şeffaf şekilde yapmamış, kendi çevresindeki belli tanıdık müteahhitlere vermiştir. Kendisi de ülkenin en zengin sanayicisi, banka ve çiftlik sahibi olarak hayata gözlerini yummuştur.

Hayatı müddetince bütün bunları eleştirebilecek bir basın bulunmadığı, öldükten sonra da dünyada eşi benzeri olmayan bir kanunla eleştirilerin önüne geçildiği için adeta dokunulmazlık kazanmıştır.

Bu kanun hukukun en temel prensiplerine aykırıdır. Çünkü herkes bilir ki kim olursa olsun 'kişiye özel' kanun olmaz!" 

(Salih Cenap Baydar,
'Neye Hasret Olduğumuzdan Emin miyiz?')

 

Ülkedeki Kürt siyasetinin Atatürk ile ilişkisi de İslamcılar, Marksistler ve liberallerden farklı değildir.

Kürt kimliğine yönelik baskıcı politikaların, Kürt sorununun temellerinin tek parti döneminde yoğunlaştığına ve günümüze kadar sürdüğü ulus kimlik tanımlamasının temel faktör olduğunu ifade eder.

Yazımızın başında Türkiye'deki sosyal hayatın ve siyaset sisteminin Atatürk ekseninde inşa edildiğini belirtmiştim.

Dolayısıyla bu durum, Atatürk simgesinin soğukkanlılıkla tartışılmasını da imkansız kılıyor. Çünkü önemli bir kesim için Atatürk duygusal bir kırmızıçizgi.

Bir kişiye aşk duyuyorsanız, hisleriniz, hamasetiniz, duygularınız ile büyük bir hasret duyduğunuz kurtarıcı kahramanınızı tartışmazsınız.

Bırakınız o kurtarıcının icraatlarını değerlendirmeyi, böyle bir girişimi dahi hainlik ve düşmanlık olarak algılarsınız.

Bu duygusallığı katmerlendiren karşı-duygusal çıkışları da unutmamak gerek.

Sağduyulu rasyonel eleştiri yapamayan kimi isim ve çevrelerin Atatürk simgesini yıpratmak, itibarsızlaştırmak için Mustafa Kemal'in özel hayatına (eşi, sevgilileri, cinsel hayatı/tercihleri) ailesine (anne ve babası vb.) ya da yaşam tarzına (içki içmesi vs.) yönelik eleştirileri ve eleştiri sınırını aşan hakaretler bu kapsama girmekte. 


Ayrıca halk kitlelerinde yaygın olan safiyane "Kurtarıcı Kahraman Atatürk" algısı Atatürkçülüğün teorisiden ve 1923-1938 arası yaşanan olumsuz olaylardan, hak ihallerinden bihaberdir.  

Dolayısıyla popülist bir karakter kazanan bu tür bir "Atatürk sevgisi" ile entelektüel düzeyde tartışma yapılamaz.

Çünkü sizin eleştirdiğiniz siyasetçi Atatürk ile onun aşık olduğu, minnet ve hasret duyduğu Ulu Atatürk aynı kişiler değildir.


Bilinçli bir ideolojik tercihen Atatürkçü kimliğine sahip kimseler ise, bahsi geçen teori ve pratikleri bir şekilde tevil etmekte, katliam, gayrihukuki infazlar gibi insan hakları ihlallerini "dönemin şartları" ya da "muhatapların düşman-hain olması" gibi argümanlarla savunmaktadır.

Oysa "dönemin şartları" evrensel ahlak yasasını tanımayan ve her türlü uyguşamayı meşrulaştırabilecek tehlikede bir tevil çeşididir.

Bir Ku klux klan üyesi de ABD'deki ırkçılığı, bir neo-Nazi de Almanya'daki Holokost'u bir Stalinist de Gulagları rahatlıkla "dönemin şartları"na dayanarak savunabilir; savunmaktadır da. 


Toplumun genel Atatürk kabulü

Toplumun ortak algısında, Atatürk 'bağımsızlık' ile özdeşleşiyor. IPSOS'un 2010'da yaptığı araştırma sonuçlarına göre, toplumun yüzde 81'i "Atatürk olmasaydı bağımsız bir ülke olamazdık" fikrine katıldığını ifade ediyor. Bu fikre katılmayanların oranı sadece yüzde 5.

Toplumun yüzde 69'u Atatürk'ün fikirlerinin bugün de geçerli olduğunu düşünüyor. Atatürk'ün demokrat bir devlet adamı olduğunu ifade edenlerin oranı ise yüzde 75.


Toplumun üçte biri Atatürk'e eleştirel yaklaşıyor

Buna karşılık, toplumun yüzde 36 ile yüzde 44 arasındaki kesimi, Atatürk hakkında eleştirel bir algıya sahip.

Katılımcıların yüzde 44'ü Atatürk'ün bazı ilkelerinin bugüne uymadığı, yüzde 39'u ise Atatürk'ün tabu haline getirildiği yönündeki fikirlere katıldığını belirtiyor.

Toplumun çoğunluğu, Atatürk'ün partiler tarafından kullanılmasını doğru bulmuyor. Bu yönde görüş bildirenlerin oranı yüzde 61. Bu fikre katılmayanlar ise yüzde 13.


IPSOS'tan 6 yıl sonra Andy-Ar Sosyal Araştırmalar Merkezi'nin Habertürk için hazırladığı, 15-17 Kasım 2016 tarihleri arasında 26 ilde bin 516 kişiyle görüşülerek yapılan anket çalışmasında "Siyasi duruş olarak kendinizi nasıl tanımlarsınız?" sorusu yöneltildi.

Katılımcıların yüzde 19,3'ü kendisini "Atatürkçü" olarak tanımlarken, yüzde 14,6'sı ise "milliyetçi" dedi.

Diğerleri ise şöyle sıralandı:

Yüzde 8,2 muhafazakar, yüzde 7,5 Türk milliyetçisi, yüzde 6,9 demokrat, yüzde 5 İslamcı, yüzde 4,6 sosyal demokrat.
 

 

Başka bir araştırma da İstanbul Ekonomi Araştırma tarafından 9-13 Eylül 2021 tarihlerinde Türkiye çapında 12 ilde 1495 kişi ile yapıldı.

Bu anket çalışmasının sonuçları ise şöyle: 

  • Güç ve yetkilerin yasama, yürütme, yargı olarak 3'e ayrıldığı bir yönetim biçimi 63,2
  • Güç ve yetkilerin İslam'a ve Şeriat'a uygun olduğu bir yönetim biçimi yüzde 19
  • Bütün güç ve yetkilerin tek merkezde toplandığı bir yönetim biçimi yüzde 17,8 şeklinde çıkıyor.

Türkiye'de İslami ve Şer'i (dini) bir yönetim biçimi isteyenlerin oranı yüzde 19.

Araştırma şirketi, sonuçları şöyle analiz ediyor:

Bu sonuç her ne kadar ilk bakışta çarpıcı bir sonuç gibi görünse de, aslında bizim yaptığımız bu son araştırma, bu konuda yapılmış ilk ve tek araştırma değil. Örneğin Ali Çarkoğlu gibi, Türkiye'de dindarlık ve din kültürü üzerine çalışmalar yapan biliminsanları ve onların yıllar içinde oluşturdukları bir bilimsel literatür var. Literatüre baktığımız zaman Türkiye'de şeriat rejimi talebi kabaca yüzde 10-yüzde 20 arasında dönemsel olarak artıyor veya azalıyor.


Tabi burada "Hangi şeriat?" sorusu da gündemde geliyor.

Dünyadaki İran ve Taliban rejimi gibi şeriat, IŞİD terör örgütünün "şeriatçılığı" gibi örnekler gündeme geldikçe toplumdaki Atatürk simgesine olumlu yönelimi artırıyor.

Çünkü Atatürk hem geniş sâfiyâne kitleler hem de ideolojik kimlik olarak Atatürkçülüğü tercih eden kemik kitle için seküler özgür yaşamı ifade ediyor.

Atatürk simgesi dinsel baskıcılığa ve otoriterliğe karşı seküler hayat tarzının vücut bulmuş hali olarak sarınılan bir imge.

Bu sebeple ister sâfiyâne kurtarıcılık, ister ideolojik önderlik olsun sekülarizmin güvencesi ve kutsalı olarak Atatürk korunması gereken bir Mesih olarak yüceltiliyor.

Şeriat isteyen kabaca yüzde 10-20 bandındanki kimseler için ise şeriat doğrudan İslam'ın kendisi, yaşanması, Allah'ın istediği gibi yaşamak ve böylece toplumsal adaletin de sağlanması olarak algılanıyor. 

Bu ve benzeri kamuoyu araştırmalarının ortalamasına ve ülkedeki seçim sonuçlarına baktığımızda ideolojik olarak Atatürkçülüğü kimlik edinmiş yüzde 20-25'lik bir kesim olduğunu görüyoruz.

Halkın geriye kalan kesimlerinin de yüzde 60'ının Atatürk'ü ideolojik tercih olmaksızın kurtarıcı-kurucu kahraman algısı üzerinden olumlamakta.

Böylece toplumda özellikle yüzde 80-85 düzeyinde bir olumlu Atatürk algısı olduğu açıktır. 2010 IPSOS, 2016 Andy-Ar ve 2021 İstanbul Ekonomi Araştırma sonuçları birbirleriyle uyumlu bir ortalamaya işaret ediyor.

Geriye kalan yüzde 10-20 bandının da İslamcı-muhafazakar ve Kürt milliyetçiliği hassasiyeti olduğu da başka bir gerçek.

Burada muhafazakar kesimin ve o İslamcıların da büyük kısmının AK Parti aracılığıyla Atatürk simgesiyle "barıştırıldığı" da başka bir husustur. 

Örneğin Beştepe'ye yön veren beyin takımının isimlerinden Burhanettin Duran, Sabah gazetesinde bu tabloyu şöyle ifade eder:

Türkiye, laiklik uygulamasının normalleşmesi ve Atatürk'ün tüm toplumsal kesimler tarafından sahiplenilmesinde önemli mesafe kaydetti.

… Türkiye'nin 'ortak değeri olarak Atatürk' sert-laikçi anlayışa hapsedilemez. Atatürk, farklı toplumsal kesimlerin sahiplendiği, kapsayıcı bir kimlik unsuru.

[Laikçi Kaygılar ve Atatürk'ün Yeri,
Sabah, 4 Eylül 2021]


Meşruiyet fırsatçıları, itibar yancıları

Sistemin Atatürk'e uzaklık-yakınlık, kimin daha çok tazim, itaat, ilan-ı aşk içinde bulunup bulunmadığı rekabeti üzerine kurgulanması, aynı zamanda siyasal takiyyeciliği, sosyal münafıklığı da meşruiyet kazanma fırsatçılığını da beraberinde getirmektedir.

Günümüzde "Atatürk" simgesi ile güncel politik kutuplaşmanın içiçe geçmesi meşruiyet kazanma, kendi durduğu yere meşruiyet kazandırma gibi bir araçsallaştırmayı trend haline getiriyor.

Bu sebeple tarihsel gerçeklik, herkes için geçerli olan standartlar tatil edilerek yüce kutsal kişi kültünün tartışılmazlığı bir tabu olarak güçlendiriliyor.

Bu tabunun ardına saklanarak konumlanmak ise en konforlu tercih.

"Dindar Atatürk", "Ülkücü Atatürk", "Sosyalist Atatürk"; Vehbi Koç'un "Kapitalist/Burjuva Atatürkü"; Haydar Baş'ın, Galip Hasan Kuşçuoğlu'nun "Tarikatçı Tasavvufçu Atatürkü"nden; Yaşar Nuri Öztürk'ün "Kur'ancı Atatürkü"ne, Devlet Bahçeli'nin, Tayyip Erdoğan'ın "milliyetçi muhafazakar Atatürkü"nden; "Adnan Hoca'nın Atatürkü"nden Erbakan'ın "koşa koşa Refah Partisi'ne üye olmaya gelen Atatürkü"ne...

Seç beğen al. Herkesin ürettiği bir "Atatürkü" var.

Ve böylece kendisine merkez siyasette bir yer bulabiliyor.

Dolayısıyla böyle bir araçsallaştırma piyasasında Atatürk'le ilişki de bir çıkar ilişkisi. 


Siyaset sahnesinde mevcut sistemin kalıplarını zorlamak, onu değişime uğratmak yerine, merkez sağ ve sol içerisinde yol almak isteyen siyasi partilerin, siyasetçilerin en çok yaptıkları şey sistemin kırmızıçizgilerini sorgulamamak aksine onu restore eden söylemler geliştirmektir.

Dindar camia içerisindeki; en azından o camia içinde olmasalar da bu kesime seslenen bazı isimler yazımızın başında ifade ettiğimiz geniş halk kitlelerinin sâfiyâne "kurtarıcı kahraman" algısına sahipler.


Kendi teolojik uzmanlık alanları dışında yakın tarihe yönelik entellektüel bir sorgulama, değerlendirme, alternatif okuma ihtiyacı hissetmeyen bazı akademisyenlerin okurlarını şaşırtmaları bu yüzden.

Bir sanatçı, akademisyen ya da hoca kendi alanında çok önemli derinlikli eserler verebilirken, konu Atatürk'e geldiğinde bir anda İlkokul-1 seviyesinde bir Atatürk-çülük anlatısına hapsolabilmekte.

Bazı isimler ise yaşadıkları kimlik bunalımları ve kompleksler sebebiyle konumlanma ihtiyacı ve mesajı vermek için Atatürk'ü keşfediyorlar.

Ancak bu "keşif" de samimi bir özeleştiri sonucu varılmış bir tercih değil. Tıpkı bir dönemin muktediri Fethullah Gülen'in gücünden, cemaatinin pastasından pay kapmak için "Hocaefendi"liğinin keşfi gibi bir güç, itibar yancılığı aslında…


Bu itibar yancılığının kendi iç tutarsızlığı bir yana, bu fırsatçılık zamanın ruhunu ıskalamak ve yanlış kulvara yatırım yapmaktır.

Neden?

Çünkü "mahcubiyet ve minnet" ile pişmanlıklarını paylaşayan bu itirafçılar, eski zamanın kimlikçi parantezinden çıkamamaktalar.

Bir kimlikten kaçayım derken başka bir kimliğe taşınıyor/sığınıyor olmak; bunu yaparken de herhangi bir özeleştiri, düşünsel değişim gerekçelendirmesi yapmamanın adı, dediğim gibi izzeti başka yerde ararken meşruiyet ve yeni tabanlar/takipçiler edinmek için yapılan bir itibar yancılığıdır. 


Öte yandan geniş halk kitlelerinin duygusal ve sâfiyâne "kahraman kurtarıcı" algısına düşmanca ve hakaretamiz bir dille saldırmak da tabuları daha da katmetleştirmekte, yanlış anlamaları, duygusal öfke ve düşmanlaştırmayı arttırmakta.

Bu köhnemiş o kimlikçilik parantezinin içine bir başka hapsolma yanılgısı aslında. 

"Kitlelerin kahramanı"na saldırmak yerine, kitleleri özgürce düşünmeye yönlendirmek daha doğru bir yol olsa gerek.

Yakın tarih üzerine duygusal ve göksel alanda değil de mantıklı dünyevi bir zeminde tartışacak bir taraf yoksa tartışma polemikten öteye gidemeyecek; bu polemik de sadece kimlikçi bir kendini tatminle sonuçlanacaktır. 

Hele sâfiyâne geniş halk kitlelerinin kurtarıcının ötesinde ideolojik bir kimlik olarak Atatürkçülüğü/Kemalizm'i kimlik edinen kimselere, hayatın başka birçok yerinde örtüşen yönlerden değil de hayatlarının eksenlerine oturttukları Atatürk üzerinden başlayacak bir eleştiri de doğal olarak iletişimsizliği beraberinde getirecektir.

Oysa kimsenin kimseye bir fikri, tarihsel şahsiyeti ululamayı dayatmayacağı karşılıklı saygı ilişkisini tesis edebilmenin yolu, ideolojik önyargıların giderilmesi için çabalamak olmalıdır.

İnsanlar kimliklerinin dışında gerçekçi sorunlarla kuşatılmışlardır. Kimlikçi çatışmaları erteleyip, ortak sorunlara ortak çözümler ekseninde iletişime geçmek toplumsal kesimler arasındaki duvarların yıpranmasına ve hatta yıkılmasına yol açacacaktır.

Bu süreçler ortak noktalardaki paylaşımların ihtilaf noktalarında soğukkanlı tartışabilme zeminleri üreteceği süreçlerdir.

Bu sebeple, ister Atatürkçü olalım ister Atatürk'e veya yakın tarihe alternatif/eleştirel yaklaşalım; sonuçta ortaklaşan ekonomik sorunlarımızı, sosyal adaletsizliği, insan hakları ihlallerini eksene almamız en gerçekçi çıkış yoludur.

Yeni nesiller, özellikle de 24 yaş altı gençler (şu meşhur Z kuşağı) bu konuda bize net bir mesaj veriyor.


Değişim sürecinin ıskalamamak

Aralık 2020 araştırmasını değerlendiren Murat Gezici, "2010 sonrası seçmen profili, yeni dünya düzeniyle uyumlu olarak kayda değer bir değişim geçirdi. Yaptığımız araştırmalarda öncelikle genç ve orta kuşağın ideolojik oluşumlar ile arasına bir mesafe koyduğunu gözlemliyoruz" diyor ve sözlerine şunları ekliyor:

Milliyetçilik, İslamcılık, Atatürkçülük gibi birtakım ideolojik oluşumların insanları ayırdığını; oysa esas ihtiyaç duyulanın demokrasi, ifade hürriyeti, insan hakları, adalet, çevrecilik, cinsiyet ve sınıf eşitliği gibi değerler olduğu ifade ediliyor.

Türkiye siyasetinin paradigmasını bu değerlerin oluşturmasını talep ediyorlar.

Diğer bir deyişle, ana akım Türkiye siyasetinin değişim yaratamadığını, klasikleşerek mevcut sorunlara çözümler üretemediğini savunuyorlar.

Siyasetçilerin, gerçek sorunları ertelediğini, görmezden geldiğini ifade ediyorlar. Siyasetin gerçek sorunlara sahte yanıtlar vermesini istemiyorlar.


1062 gençle yapılan anketin sonuçlarını değerlendiren Gezici, şunları aktarıyor:

Z kuşağının yüzde 45'i herkesin eşit ve benzer haklara sahip olduğu görüşünü savunuyor. Bu kuşak için ırk, cinsiyet, din, dil, mezhep gibi unsurlar düşük bir öneme sahip. 'Farklı bir din veya mezhebe ait biriyle evlenebilirim' diyenlerin oranı bundan önceki nesilde yüzde 32,8 iken Z kuşağı için yüzde 82,2.


Bu kuşağın yüzde 15,7'si namaz kılma, oruç tutma gibi dini inançlarının gerekliliklerini yerine getirdiğini söylerken, yüzde 55,8'si bu gereklilikleri yerine getirmediğini söyledi. Yüzde 28,5'i inançsız olduğunu ifade etti.

Z kuşağının yüzde 76,4'ü adalet, demokrasi, ifade ve düşünce özgürlüğü, liyakat, israf, sanat gibi kavramları önemli bulduğunu ifade ediyor.

AB'yi destekleyenlerin oranı Z kuşağında yüzde 78,6 iken X ve Y kuşaklarında bu oran yüzde 35,6.

Günlük sosyal medyada geçirdikleri zaman ortalama 6 saat. Bu kuşağın yüzde 65'i akıllı telefon kullanıyor.

Z Kuşağı, kendisini belli bir ideolojik gruba veya siyasi partiye mensup görmüyor.

Araştırmalar, bu kuşaktakilerin yaklaşık yüzde 68,7'sinin, kendisini Atatürkçü, muhafazakar ya da milliyetçi gibi belli kategoriler içinde tanımlamadığı ve mevcut siyasi partilere karşı herhangi bir yakınlık hissetmediğini gösteriyor.

Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı (TÜSES) için gerçekleştirdiği "Gençler Konuşuyor: Gençlerin Gözünden Dindar-Seküler Eksenli Kutuplaşma" başlıklı raporunda sonuçlarına dair konuşan Demet Lüküslü ise "Siyaset ne kadar kutuplaşmış olursa olsun, bu kutuplaşma genç kuşağın gündelik hayatında önemli bir yer edinmiyor" ifadesini kullanıyor.

Aynı araştırmadan bir kesit:

'Şeriat gelmesi kaygısı taşıyıp taşımadığı' sorulduğunda ise kaygı yüzdesinin diğer sorulara oranla daha düşük olduğu ancak yine de gözden kaçamayacak kadar önemli bir oranı temsil ettiği görülmektedir.

Soruya 'çok kaygılandırıyor' yanıtını verenler yüzde 44,2'dir ve bu soruya kadınların yüzde 48,3 oranında 'çok kaygılıyım' diyor olması  (oysaki bu oran erkeklerde yüzde 40,1'dir) bu kaygıyı daha çok kadınların taşığını göstermektedir.

Soruya 'biraz kaygılandırıyor' yanıtını verenler ise yüzde 18,3'tür (kadınlarda yüzde 16,6; erkeklerde yüzde 19,9). Böylece 'kaygılandırıyor' yanıtını verenler toplamda yüzde 62,5'i bulmaktadır (kadınlarda yüzde 65; erkeklerde yüzde 60).

'Şeriat gelmesi kaygısını taşıyıp taşımadıkları' sorusu oy vermeyi düşünülen siyasal partiye göre analiz edildiğinde ise en kaygılıların yüzde 83,1 ile CHP seçmeni olduğu görülmektedir.

Ardından ise yüzde 63,1 ile HDP, yüzde 60,8 ile MHP seçmenleri gelmektedir. AK Parti seçmenlerinin ise yüzde 50,5'i 'şeriat gelmesinden kaygı duyduklarını' belirtmişlerdir.


Peki, bu ve benzeri araştırmaların, ortalama olarak uzlaştıkları ve gösterdikleri tabloyu nasıl okumalıyız?

Öncelikle 25-30 yaş ve üzeri nesillerin kimlik eksenli kurgulanmış sistem içerisinde yetişmiş olmalarının, kimlik çatışmasını daha şiddetli yaşadıklarını-yansttıklarını görüyoruz.

Bu durum da Atatürk simgeselliğinin olumlu ve olumsuz algılarını yaşatıyor. Ancak (1997 ve üzeri tarihlerde doğan) 25 yaş altı yeni nesillerde bu keskin ayrışma flulaşıyor.

Dindar-seküler kutuplaşması da azalıyor belirsizleşmeye ve anlamsızlaşmaya başlıyor. O halde kutuplaştırıcı ve kimlikçi dilin yerine; değişime, akla uyduran yenilenmiş tutumlar ve dillerin gerçekliği ve yaşama şansı var.


Atatürk simgesinin de bu düzlemde daha sakin ve rasyonel zeminde masaya yatırılabilme olasılığı yüksek.

Ancak artık konu siyasal bir kişi olarak Atatürk'ün tarihsel gerçeklikle uyuşup uyuşmaması değil, özgürce dünyevi olarak dini bir otoriteden bağımsız hareket edebilmenin simgesi olarak anlaşılmasıdır.

Bu açıdan baktığımızda önümüzdeki yıllarda Atatürk simgesi etrafında yaşanacak tartışmalar ideolojik eksenden kayarak daha yakıcı ve gerçekçi güncel tartışmalar içerisinde şekil değiştirecektir. 

Ancak Atatürk'ün tarihsel şahsiyetiyle değil ama simgesel hegomonyasının masaya yatırılması, ülkedeki otoriterliğin standartı olmasından kaynaklanıyor.

Yukarıdan aşağıya doğru toplum mühendisliği dayatması, homojen bir ulus kimlik yaratmak için dayatılan hayali toplum kalıplarının ürettiği; Kürt sorunu gibi problemler, ülkenin demokratikleşememesi gibi bir tutulmaya yol açmakta.

Sağından soluna otoriter bir modernleştirme projesinin özgürlükleri ve özgürlükçü sol-özgürlükçü sağ siyaseti sistemdışı kılması da cabası.

O sebeple bir zihniyet değişimi için resmi ideolojinin farklı tonları olmaktan/olmaya zorlanmaktan gökkuşağı yelpazesinin renk ahengine geçiş yapılmalı.

Bu geçiş ise yeni nesiller için mümkün. 

Bu süreçte eski nesillerin (özellikle 40 yaş ve üzeri) Atatürkçülük-Atatürk karşıtlığı gerilimi, yeni nesiller açısından anlamını yitirmektedir. Böylesi bir akışta bu parantezden çıkmak en doğru tercihtir. 

  

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU