Ukrayna ve Suriye hibrit savaşları neden bitmek bilmiyor?

Gökçe Hubar Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: CEPA

Tarih boyunca pek çok askeri stratejist, savaşı tanımlamaya, anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır.

Örneğin 1780-1831 yılları arasında yaşamış olan Prusyalı teorisyen Carl von Clausewitz "mutlak savaş" kavramını ortaya atmıştı.

O, karşı tarafa kendi isteklerini dayatmak ve avantaj kazanmak isteyen devletin, rakibinin dayanma gücünü ortadan kaldırması gerektiğinden söz ediyordu.


Günümüzde, değişen koşullar ile birlikte, kullanılan silah türleri değişti.

Gayrinizami, gayrikonvansiyonel, biyolojik, kimyasal, asimetrik, hibrit, total, sivil, küresel, siber, nükleer savaşlar gibi yeni kavramlar ortaya çıktı.

Artık en iyi tüfeklere, toplara değil; en iyi hackerlara, hassas güdüm kitlerine, insansız hava araçlarına (İHA) ve bilgi teknolojilerine sahip taraflar avantajlı oluyor.


Henüz çok yeni olan ve özellikle Ukrayna ve Suriye krizleri ile birlikte önem kazanan "hibrit savaş" kavramı ilk kez 2002'de Amerikalı William J. Nemeth tarafından ortaya atıldı.

Nemeth'in yazdığı tezde hibrit savaşın uygulayıcısı olarak, devlet-dışı bir aktör olan Çeçen ayrılıkçılar ele alınmaktaydı.

Bugün ise devletlerin devlet-dışı aktörler ile işbirliği yapması ve onları kendi siyasi çıkarları için kullanması söz konusu olabiliyor.


Rusya, Ukrayna'da hem özel yetiştirilmiş askerlerini hem istihbaratçılarını hem de enerji şirketlerini kullanıyor.

Rus hackerlar, Kiev'deki önemli devlet kurumlarına siber saldırılar düzenleyerek bilgi çalabiliyorlar.

Ukrayna'daki bu durum, hem Türkiye gibi komşu ülkeleri hem de Avrupa Birliği'ni yakından ilgilendiriyor ve endişelendiriyor.

Türkiye defalarca Kırım'ın ilhâkını tanımayacağını açıkladı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, "Kırım'ın illegal bir şekilde ilhakını tanımadık ve tanımayacağız. Kırım Tatarı soydaşlarımıza desteğimizi sürdüreceğiz. Ukrayna ile birlikte sürdüreceğiz. Haklı davalarında yanlarında olmaya devam edeceğiz" şeklinde konuşmuştu.

Rusya'nın geçmişte Kırım'da, Orta Asya'da, Kafkaslar'da, Balkanlar'da Müslüman halkları sürgün ettiği, kalanları ise Moskova'nın potası altında erittiği biliniyor.


Türkiye için Kırım'ın Ukrayna toprakları içerisinde kalması, öncelikle bir milli şeref meselesi.

Avrupa için ise, güvenlik ve savunma endişesi hâkim.


Hem Rusya'nın Ukrayna'daki saldırgan tutumunu hem de terör örgütü IŞİD'in uyguladığı şiddeti hibrit savaş kapsamında ele alan EUISS uzmanları Jan Joel Andersson ve Thierry Tardy, "hibrit tehditler"in özelliklerini genel itibarıyla şöyle açıklıyorlar:

  • Konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan, askeri ve askeri olmayan, açık ve gizli eylemlerin kombinasyonu;
  • Tehdidin doğasına, kökenine ve amacına yönelik belirsizlik ve karışıklık yaratma amacı;
  • Hedefin güvenlik açıklarını belirleyebilme ve bu açıkları istismar edebilme becerisi;
  • Düşmanlık seviyesini konvansiyonel savaş ‘eşiği’ altında tutabilme kapasitesi.

Öte yandan, hibrit savaş kavramı sadece Ukrayna'ya değil, Suriye'ye de uyum gösteriyor.

Rusya, İran ve Türkiye'nin masada el sıkışmasına karşın, anlaşmalar uygulanmıyor. Rus tarafı halen sivilleri ve muhalifleri vurmaya devam ediyor.


90'lı yıllarda Ruanda ve Bosna'da, Birleşmiş Milletler Örgütü'nün karar alıcılarının gözleri önünde, aslında engellenebilir olmalarına rağmen engellenmeyen soykırımlar yaşandı.

Tıpkı İkinci Dünya Savaşı esnasında Milletler Cemiyeti'nin gözleri önünde gerçekleşen Holokost gibi.

İnsan hakları konusunda çalışmalar yürüten uzmanlar, bir daha asla bunların tekrarlanmaması için, kendi halklarını vahşice katleden devlet yetkililerine karşı BM'nin insani müdahalede bulunması gerektiğine dair fikirler ürettiler.


Söz konusu fikirler doğrultusunda Kanada hükümetinin desteği ile 2001 yılında Cezayirli diplomat Mohamed Sahnoun ve Avustralyalı politikacı Gareth Evans'ın başkanlığını yaptığı Müdahale ve Devlet Egemenliği Uluslararası Komisyonu (ICISS) kuruldu.

Komisyon, "Koruma Sorumluluğu" adlı bir rapor yayımladı.

Gençliğinde Cezayir'in bağımsızlığı için Fransız sömürgeciliğine karşı mücadele veren, 1. Yabancı Paraşüt Alayı tarafından işkenceye maruz bırakılan Sahnoun ile çatışma çözümü, silahsızlanma gibi konularda insanlığa katkılar sunmuş olan barış aktivisti Evans haricinde on uzmanın daha raporun altında imzası vardı.

Böylelikle "koruma sorumluluğu" ilk kez telaffuz edildi.


15 Mart 2011'den beri Suriye'de devam eden savaş süresince "koruma sorumluluğu" kavramı pek çok kez sorgulandı.

Örneğin, uluslararası örgütlerde görev yapmış Fransız yazar Gérard Fellous 13 Şubat 2013'te CRIF için kaleme aldığı bir yazıda "On bin, sonra otuz bin, daha sonra altmış bin sivil kayıp verildi Suriye'de: Bu dehşet verici istatistikler, uluslararası kamuoyunun sağır sessizliğinde daha ne zamana kadar devam edecek?" diye sormaktaydı.

Ne yazık ki o sessizliğin halen devam ettiği görülüyor.

Bugün, Suriye'nin nüfusunun yarısından fazlasına tekabül eden milyonlarca yerlerinden edilmiş insandan, yüz binlerce kayıptan söz ediyoruz.


Üç temel dayanak

Peki, neden "koruma sorumluluğu" uygulanamıyor?

2005 BM Dünya Zirvesi ve BM Genel Sekreteri'nin 2009 raporunda belirtildiği üzere; "koruma sorumluluğu" kavramının üç temel dayanağı var:

  1. Devletler; halkları soykırımlardan, savaş suçlarından, insanlığa karşı suçlardan, etnik temizlikten ve bunların kışkırtılmasından koruma sorumluluğuna sahiptir.
     
  2. Uluslararası kamuoyunun, Devletleri bu sorumluluğu yerine getirmeleri konusunda teşvik ve yardım etme sorumluluğu bulunmaktadır.
     
  3. Uluslararası kamuoyunun, halkları bu suçlardan koruyabilmek için gerekli diplomatik, insani ve diğer araçları kullanma sorumluluğu vardır. Eğer bir Devlet, kendi halkını koruma konusunda başarısız kalıyor ise, uluslararası kamuoyu onları koruyabilmek için topluca harekete geçmek için hazırlıklı olmalıdır.

Bu üç dayanak ne yazık ki BM Sözleşmesi'nde yeterince hukuki dayanağa sahip değil.

Ayrıca "topluca" harekete geçebilmek için, veto gücüne sahip Güvenlik Konseyi'ndeki daimi üye ülkelerin de onayı gerekir.

Rusya ve Çin'in Suriye'de başından beri müdahaleye karşı olduğu göz özünde bulundurulursa, bu maddelerin uygulanması çok da mümkün görünmüyor.

Türkiye, Fransa, ABD gibi pek çok ülkeye göre insani müdahalenin "etik" olması, onu yeterince "hukuki" kılmıyor.


2011 ve 2013'te BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden ABD, Suriye'de askeri müdahalede bulunulmasının meşru kabul edilebilmesi için öneride bulunmuş; ancak Rusya ve Çin'in vetosu ile karşılaşmıştı.

Rusya yıllardır ABD'nin "rejim değişikliği" bahanesi ile Ortadoğu'yu yönetmek istediğini iddia ediyor.

Ancak Rusya da, Suriye'de kendi ulusal menfaatlerini ön planda tutmaktan vazgeçmiyor.


Rus karar alıcıları Beşar el-Esed'in iktidarda kalması pahasına, muhalif ve sivillerin katledilmesine göz yumuyor.

Teröristlere karşı mücadele verdiğini iddia eden Rus ordusu, sivil kayıplara da neden oluyor. Ölü ve yaralı sayısı her geçen gün artıyor.

Büyük güçlerin ulusal menfaatlerini insani hedeflerin üstünde görmesi, Suriye halkını daha büyük bir çaresizliğe sürüklüyor. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU