Devr-i sâbık yaratmak: Siyasetin gereği mi siyasette leke mi?

Seçimler yaklaştıkça daha yüksek sesle zikredilen devr-i sâbık kelimesi aslında demokrasi tarihi kadar da eski

Fotoğraf: Pixabay

"50 seneyi mütecaviz hüsn-i hizmetten sonra asker ocağında, kışlanın ortasında binlerce evlatlar içinde duçar edildiğim bu hakareti hazmedemeyip intihar ediyorum…"

Tevfik Nevzat Paşa
 

Seçimler yaklaştıkça kamuoyuna yansıyan anket sonuçlarında muhalefet partilerinin oy oranlarının yükseldiği, AK Parti'nin oylarının ise düşme eğilime girdiği aktarılıyor. 2019'daki yerel seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi ve İYİ Parti'nin bileşeni olduğu Millet İttifakı adaylarının İstanbul ve Ankara başta olmak üzere önemli kentlerin yönetimlerini ele alması, muhalefet cephesinde bu başarının genel seçimlere da yansıyacağı umudunu doğurdu. Bütün bunlarla birlikte Türkiye siyaset sözlüğüne on yıllar önce giren bir kelime daha sıklıkla sarf edilmeye başlandı: Devr-i sâbık.

Bir Osmanlı subayı Tevfik Nevzat Paşa, II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte yaratılan devr-i sâbık havasında görevden alınmıştı.

Aşağılanmalara ve hakaretlere maruz kalan yaşlı komutan, bütün bunlara dayanamadı ve arkasında bir mektup bırakarak intihar etti.

Kelime anlamı "eski dönem" anlamına gelen "devr-i sâbık", Türk siyaset literatüründe genellikle "yaratmak" eylemiyle birlikte kullanılıyor.

"Devr-i sâbık yaratmak", iktidara gelen yönetimin, eski yönetimi ve icraatını hedef alarak sorgulaması ve yer yer kriminalize etmesi anlamına geliyor.

Nitekim Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce Cumhuriyet'in laboratuvarı olarak değerlendirilebilecek olan II. Meşrutiyet döneminde "devr-i sâbık" yaratılmıştı.

 

Ekran Resmi 2021-10-30 10.35.02.png
II. Meşrutiyet'i kutlayan bir kartpostal

 

"Devr-i sâbıkın kirli şahsiyetleri" denilen yüksek bürokratlar

İttihat ve Terakki Cemiyeti, 23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet'i ilan ettirdi ve mensupları meşrutî idarede etkili oldukça, devlet ricaline yönelik baskılar da arttı. II. Abdülhamid'in 1876-1908 arasındaki idaresinde vazife almış devlet adamlarından bazıları "devr-i sâbıkın mülevves (kirli) şahsiyetleri" olarak değerlendirilmekteydiler.

İlk hamle her zaman olduğu gibi bürokrasiye oldu.

II. Abdülhamid'in II. Meşrutiyet öncesi yönetimini, "müstebit" (zorba) olarak niteleyen muhalifler çeşitli gerekçelerle sürgüne gönderilmişti.

Sürgünlere maruz kalanlar Abdülhamid ve dönemin devlet adamlarına öfke ile bakıyordu.

Sürgünlere muhatap olan Jön Türkler, II. Meşrutiyet ile birlikte devr-i sâbıkın yüksek bürokratlarının tasfiye edilmesini ve kendilerinin memuriyette istihdamlarını talep etmeye başladılar. Bunun için de devr-i sâbık memurlarının görevlerinden alınması yerlerine ise o dönemin "mağdurlarının" getirilmesi gerekiyordu.

Böyle de yapıldı…

Yüksek bürokratların ve askerlerin görevden uzaklaştırılması için Şeyhülislam'a bir liste verildi, birçok paşa ve yüksek memur kaçacakları endişesiyle tutuklandı ya da görevlerinden alındı.

7 Ağustos 1908 tarihli Tanin gazetesinde konuyla ilgili şöyle bir haber yayınladı:

"İdare-i sâbıkanın en mülevves [kirli, pis] vesâit-i icrâiyesinden, hafiyelerinden, zalimlerinden olan Hicaz Valisi Râtip, Erzurum Valisi Abdulvahhap, Trabzon Valisi Ferit, Kastamonu Valisi Fuat, Beyrut Valisi Mehmet Ali, Adana Valisi Bahri Paşa ve beyler azledilmiştir. İşte ahaliye emniyet verecek şeyler bu gibi icraattır."

"Devam-ı memuriyetine imkân olmadığından..."

İbrikdar Rıfat Efendi ile Serhafiye Kadri, Şifre Kâtibi Mustafa, Şifre birinci kâtibi Esat ve Şifre kâtibi Süleyman Beylere Saray'daki vazifelerine gelmemeleri söylendi.

Kastamonu Vilayeti Alay Beyi Faik Bey, "devam-ı memuriyetine imkân olmadığından", Washington ve Petersburg sefirleri "kötü ahvalleri" nedeniyle, askeri okullar müfettişi İsmail Paşa ve akrabası Miralay Esat Bey ise "mekteplerde hafiyelik usulü ihdas edip gammazcılık ve fitnecilikle askeri kuvvetleri mahvetmek" suçlamasıyla görevlerinden alındı.

Tabii ki herkes görevden alınmayı ya da tutuklanmayı beklemedi. Bazı memurlar vazifelerinden istifa ettiler. Söz konusu istifalar, 9 Ağustos 1908 tarihli İkdam gazetesine şu ifadelerle yansıdı:

"İdare-i sâbıka zamanında vazife-i resmiyelerini tecavüzle jurnalcilik ederek lekelenen birtakım polis komiser ve efradı artık dikiş tutturamayacaklarını anlayarak kendiliklerinden terk-i memuriyet etmeğe başlamışlardır."

 

EwIEboBXYAA9YL9.jpeg
İttihat ve Terakki Cemiyeti, II. Meşrutiyet'ten önce ''mağdurken'' sonrasında estirdiği devr-i sabık havasıyla devlette tasfiyelere girişti. Sonrasında onlar da yeni tasfiyelerin hedefi oldu 

 

Mütareke dönemi: Roller değişiyor

Bu dönemde göreve getirilen bürokratlar da devrin yöneticileri sadece 10 yıl sonra bu kez başkalarınca yaratılan "devr-i sâbık"ın hışmına uğradı.

I. Dünya Savaşı'nın sonunda İttihat ve Terakki yönetiminden çekilmişti. Artık yeni "devr-i sâbık" onlardı ve tasfiyelere maruz kaldılar.

Mütareke döneminde yaratılan devr-i sâbıkın gerekçeleri ise "ülkeyi harbe sokmak", "Ermeni tehciri" gibi konulardı.

1908 öncesinin "mağdurları", II. Meşruiyet'in "mağrurları" haline gelmiş, Mütareke döneminde ise roller değişmiş ve Malta'nın sürgünleri olmuşlardı.

Demokrat Parti'nin sözü: Devr-i Sâbık yaratmayacağız

Çok partili siyasi hayata geçilmesinin ardından kurulan Demokrat Parti (DP), gireceği ilk seçimlerden önce devr-i sâbık yaratılmayacağının sözünü vermişti. 

1950'de yapılan seçimlerden çok kısa süre önce DP'nin kamuoyuna duyurduğu seçim beyannamesinde "Partimizin dört buçuk yıllık faaliyeti ile bütün milletçe mâlûm olan hüviyeti, bir iktidar değişikliğinin memlekette maddî ve rûhî hiçbir sarsıntıya meydan vermeyeceği ve bilhassa bir 'devri sâbık' yaratmak gibi meş'um temayülleri kat'î surette önleyeceği hususunda kâfi teminat teşkil eder" deniliyordu.

DP,  "devr-i sâbık yaratmayacağız" demiş olsa da iktidara geldikten bir süre sonra aksi yapmak için harekete geçmişti.

DP'nin başlattığı bu süreç, Cumhuriyet Halk Partisi'nin bütün malvarlığına el konulmasının istenmesine kadar varmıştı.

Tek Parti dönemiyle hesaplaşıldığı iddiasıyla başlatılan bu süreç DP ve lideri Adnan Menderes'e "otokrat" eleştirisi yapılmasına da yol açtı.

 

Adnan Menderes.jpg
Demokrat Parti, iktidara gelmeden önce devr-i sâbık yaratılmayacağının güvencesini vermişti / Fotoğraf: Adnan Menderes (AA)

 

"DP, hep 'Tek Parti' dönemine gönderme yaptı ama kendisi de 'Tek Parti' içinden çıkmıştı"

Tarih profesörü Hakkı Uyar, DP'nin ilk dönemlerde CHP'nin iktidarı kendisine demokratik yöntemlerle devredeceğine yönelik kuşkuları olduğunu ama iktidar değişiminin seçimlerle yapıldığını söylüyor. 

DP içindeki radikal kanadın 'tek parti' döneminden kesinlikle hesap sorulması gerektiğini düşündüğünü aktaran Uyar, "DP, 1945-1950 bandında kendi içinden Millet Partisi'ni doğuran o radikal kanadı tasfiye etmişti. İsmet Paşa ve CHP'ye karşı duyulan husumeti kontrol altına alarak 'demokratik değişim' mesajı verdi ama iktidara geldikten kısa süre sonra DP içinde de Ahmet Gürkan, Şevket Mocan gibi bazı milletvekilleri CHP'den Tek Parti döneminin hesabının sorulması gerektiğini dile getirdiler" ifadelerini kullandı.

DP'nin iktidara gelmeden önce de iktidara geldikten hemen sonra da "devr-i sâbık yaratamayacağız" dediğini aktaran Uyar. "Ancak DP iktidarını güçlendirdikten sonra devr-i sâbık yarattı. 1951'de, 1953-1954'te ya da sürekli Tek Parti dönemine göndermeler yaparken… Oysa kendileri de Tek Parti döneminin milletvekilleri, bakanları hatta başbakanlarıydı. Tek Parti yönetiminin içinden çıkmışlardı. Bizim siyasi partiler tarihimiz hep partiler arası kavgalar üzerine inşa edilmiştir. İttihatçı-İtilafçı, DP-CHP cepheleşmeleri, 1960-1980 arası sağ-sol cepheleşmesi, 1990'larda laik-İslamcı ya da bugünkü Cumhur İttifakı-Millet İttifakı cepheleşmesi gibi… Bu cepheleşmeler demokrasiye büyük ölçüde zarar verdi" şeklinde konuştu. 

 

DSC00822(1).jpeg
Prof. Dr. Hakkı Uyar

 

"1950'li yıllardaki siyasi çatışma ikliminde parti kültürü önemli olsa da bunlar aşılamaz şeyler değillerdi. Burada Celal Bayar'ın belirleyici olduğunu düşünüyorum" diyen Uyar, "Hakem pozisyonunda tarafsız bir cumhurbaşkanı tavrı sergileyip, "Bir dakika, devr-i sâbık yaratmıyoruz' demiş olsaydı başka bir tablo ortaya çıkardı. Bayar'ın İnönü ile arasındaki kişisel husumet on yıllar boyunca sürdü ama 1970'lerde Bayar ile İnönü barışabildiler. Dolayısıyla devr-i sâbık yaratılırken kişisel husumetler etkili olabiliyor" şeklinde konuştu.

27 Mayıs'ta yaratılan devr-i sâbıkı mağduru, 1950-1960 arasının mağrurları oldu

Türkiye'yi 1950-1960 arası yöneten Demokrat Parti ve lideri Adnan Menderes 27 Mayıs 1960'ta yapılan askeri darbenin hedefi oldu. 

Devr-i sâbık yaratma sırası artık askerlerdeydi. 

Demokrat Parti yöneticileri hakkında açılan 19 dosyada toplanan davalar nihayetinde "anayasayı ihlal" davasıyla birleştirildi. 592 sanıktan 288'i için idam istendi, 15 sanık idam cezasına çarptırıldı. Eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, eski Başbakan Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın idam kararları oy birliğiyle alınmış, Bayar hakkındaki karar, yaş haddi nedeniyle müebbet hapis cezasına çevrilmişti. Birçok yabancı ülke lideri, idamların durdurulması için darbenin organizatörü Milli Birlik Komitesi'ne çağrıda bulunmuş, MBK, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu dışındakilerin idam cezasını affetmişti.

 

Adnan Menderes.jpg
27 Mayıs'ın ardından, Başbakan Adnan Menderes idam edildi / Fotoğraf: AA

 

Prof. Dr. Hakkı Uyar, devr-i sâbık yaratmanın "yargıya müdahale ederek sizden hesap soracağız" anlamı da taşıdığını aktardı ve şöyle devam etti: Oysa geçmişteki yönetimlerden hukuk devleti çerçevesinde yargı hesap sorabilir, eğer bir suç varsa sormalıdır da. Ama bunlar asla Yassıada yargılamaları bazında asla olmamalıdır. Devr-i sâbık yaratmayacağız diyenler, eskinin mağdurları geleceğin de mağrurları oluyor. Türk siyasi hayatı bunun örnekleriyle dolu

Akyol: Hayal bile edilmemeli 

Gazeteci-Yazar Taha Akyol'a göre hukuk devletlerinde devr-i sâbık hayal bile edilmemeli.

Adnan Menderes'in kullandığı devr-i sâbık sözünün siyasete Fransız İhtilali'nin ardından "ancien regime" ifadesi ile kullanıma girdiğini belirten Akyol, "Fransız jakobenleri ihtilal öncesi dönemi tümüyle gayrimeşru kabul etmişlerdir. Böyle olunca hiçbir hukuk kuralıyla sınırlandırılmadan kral dönemindeki bütün müesseseler ve şahıslar üzerine bir savaş açılmıştır. Jakoben diktatörlüğünün temel kavramlarından biri devr-i sâbıktır. Halbuki bir hukuk devletinde iktidarlar anayasa çerçevesinde ve görevlendirilir, Anayasa ve kanunlar ile bağlıdır. Ancak ortada hem bizim hukukumuza hem de evrensel hukuka göre yolsuzluklara dair kuvvetli şüphe ortaya çıkarsa olağanüstü mahkemeler kurulmaksızın olağan yargı sistemi çerçevesinde soruşturmalar yapılır. Bunun dışında hiçbir gerekçeyle yargının siyasallaştırılması, geçmişin toptan suçlanması, belirli tarihlerin milat kabul edilmesi gibi jakoben tavırlar kabul edilemez. Bir hukuk devletinde bunu muhafazakârlar da yapamaz muhafazakârlara karşı olanlar da yapamaz" dedi.

 

2894987_810x458.jpeg
Taha Akyol / Fotoğraf: Habertürk

 
Demokrasinin erdemlerinden birinin de iktidar değişikliklerinin deprem yaratmadan meydana gelmesinde saklı olduğun kaydeden Akyol, "Mevcut iktidarlar da gelecek iktidarlar da hukuka uymak ve hukukun üstünlüğünü kabul etmek zorundadır. Aksinin ne kadar zararlı olduğu hem genel demokrasi tarihinde hem bizim tarihimizde görülmüştür" ifadelerini kullandı.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU