Bir tahakküm aracı olarak dincilik ve milliyetçilik

Zeki Sarıhan Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Vahşi doğa belgesellerinde anlatıldığı üzere hayvanların bir kısmı kendileri için bir egemenlik alanı yaratıyorlar. Koku bırakarak bu alanın sınırlarını belirliyorlar ve bu sınırlardan giren rakipleriyle dövüşüyorlar.

Üstün gelirlerse yurtlarını korumuş oluyorlar, yenilirlerse kendilerine başka bir yurt arayışı içine giriyorlar. 

Karınlarını doyurmak ve üremeyi güvence altına almak için başvurulan bu hareket canlıların doğuştan getirdikleri bir özellik.

Avını daha geniş alanlarda arayan hayvanlar, mevsimine göre göç eden memeliler ve kuşlar da var. Denizlerde ise çok uzaklara açılan balıklar görüyoruz.

Bunların esas kaygısı da karınlarını doyurmak ve soylarını sürdürmek. Bunların özelliği de ancak karınlarının doyduğu kadar yemek. Daha fazlasını aramıyorlar. 


Ancak insanlardır ki, doymakla, barınmakla, nesillerini sürdürmekle yetinmiyor. Başka toplulukları, onların yaşadığı topraklarla birlikte ele geçirerek köleleştiriyor, çalıştırarak emeklerine el koyuyor.

Zenginlik kaynaklarını yağmalıyor. Bazen ele geçirdiği topraklardaki halkları imha ediyor, bazen onları yurtlarından sürüyor. Yerlerinde bıraksalar bile servetlerini talan ediyor.

Bunu vergiler yoluyla yaptıkları gibi, angarya ile veya eşit olmayan ticari ilişkilerle de gerçekleştiriyorlar.


Göçebe toplulukların birbirleriyle kavgaları sürüler ve otlaklar içindi. Kentler ortaya çıktıktan, dolayısıyla "medeniyet"e geçildikten sonra yağmacı göçebeler, akınlar düzenleyerek şehirlilerin ambarlarını ve sürülerin talan etmeye başladı.

Bu akınlardan korunmak için şehir duvarları yükseltildi, dibine hendekler kazındı. Öte yandan, şehir devletleri arasında da savaşlar hiç eksik olmadı. Bütün insanlık tarihine el koyma, yağmalama, toplu öldürme, sürgün tarihi denilse yeridir.


Sırtını tanrılara dayamak

Mezopotamya şehir devletlerinden günümüze kadar gelen daha uzun yıllar, belki de yüzyıllar sürecek olan bu kavganın nedeni apaçık ortadadır. Daha fazla mala, mülke, nakit servete el koyarak zenginleşmek.

Böylece hem ülke içinde, hem de yeryüzünde büyük bir eşitsizlik yaratmak. 


Olay bu kadar dünyevi iken, ona ideolojik bir kılıf uydurmada geç kalınmamış, tanrıların böyle istediği, başka ülkeleri fethetmenin tanrı emri olduğu, bütün bunların tanrıyı memnun etmek için yapıldığı gibi bir yalan ortaya atılmıştır.

Mezopotamya kent devletlerinin ilk kralları kendilerini tanrı olarak ilan ederken, zamanla tanrı gökyüzüne gönderilmiş, krallar onun yeryüzünde vekili sayılmıştır.

Gerek kendi halkları, gerekse hükmettikleri başka topraklardaki halkları zapturapt altına alma nedeni ellerinde silahlı güçler olduğu halde, egemenliklerini pekiştirmek için inanç boyutunu da yürürlüğe koymuşlardır.

Tapınaklar inşa edilmiş, kralın egemenliğini ve mallarını korumakla görevli bir ruhban sınıfı yaratılmıştır. Ellerinde bir kılıçla tapınağın yüksek bir yerine çıkıp tanrı-kralın yaptıklarına halkı inandırmaya çalışmanın binlerce yıl sonra bile taklit edildiği anlaşılıyor…  
 

 

Ercüment Yıldırım imzası taşıyan "Eskiçağ Mezopotamya'sında Liderler Krallar, Kahramanlar" adlı (Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2017)  çalışmasında, çivi yazılı tabletler, kralların nasıl tanrılar adına iş görmekte olduklarını gösteriyor.

Siyasi mücadelede ilk kullanılan ideolojinin kabilecilik olduğu bilinir. İkinci aşamada din geliyor. Laik olmayan veya laikliği sözde kalan devletlerde dincilik hâlâ varlığını kuvvetle sürdürüyor.

Adı ister kral, cumhurbaşkanı, emir, isterse imam, halife olsun, toplum üzerinde tek söz sahibi olmaya özenen diktatörler, sanki bunu tanrı adına yaptıklarına toplumu ikna edemezlerse inandırıcılıklarını kaybedeceklerdir.

Bu o kadar göze batan bir yalandır ki, topluma gerçek mutluluğun öte dünyada olduğunu aşılamaya çalışırken sürekli mal edinmeye çalışmakta, kendilerini ve yakınlarını servete boğmaktadırlar.

Kudret ve zenginlik onlara tanrının bir lütfudur. En yüce değer sayılması gereken emek değildir. Allah kimleri isterse onları zengin yapar. Bu düşünceler, yönetilenler arasında da bir hayli taraftar bulmaktadır. 

Gerçi tarih boyunca geçirdiği evrimle çeşitli din anlayışları ve din içinde farklı yorumlar ortaya çıkmıştır.

Dolayısı ile ezilenlerin de tanrısı vardır ve ezilenlerin, tanrı emirlerine aykırı hareket ettiği gerekçesiyle krallara, imamlara, halifelere karşı da ayaklandıkları olmuştur. Hıristiyanlık ve İslam tarihi bunun örnekleriyle doludur.


Sahne alma sırası milliyetçilikte 

Avrupa'da kapitalizmin gelişmesi sonucu, insan zihni de genişlemiş, aklı ön plana çıkaran aydınlanma, laikliği insanlığın gündemine sokmuştur. 1789 İhtilalinden sonra Fransa artık Hıristiyan bir devlet değil, din dışı bir devlettir.

Yeni egemen sınıf, feodaller ve ruhban değil, burjuvazidir. Burjuvazi milliyetçidir. Milliyetçilik, başta Avrupa ve çevre ülkeleri olmak üzere bütün insanlığı etkilemiştir.

Türkiye'de de geçen yüzyılın başlarında milliyetçi aydınlar yetişmiştir. Bunlar, imparatorluktaki milliyetlerin artık bir arada tutulamayacağını anladıkları için Almanların da teşvikiyle yalnız Türklerin yaşadığı bir ülkenin düşünü kurmaya başlamışlardır.

1908 sonrasında iktidara geldiklerinde daha da ileri giderek Türklerle birlikte iç içe yaşayan halkları sürerek ve imha ederek süpürmüşler, buna karşılık Asya'da yaşayan diğer "Türk soylu" toplukları devlet sınırları içine alabileceklerini hayal etmişlerdir.

Dünya şartları elvermediği için bu düş, büyük bir felaketle sonuçlanmış, Türk milliyetçiliği Anadolu topraklarıyla sınırlanmıştır (Gene de hâlâ bu düşü görenler yok değildir).

Milliyetçilik, dincilikten sonra, onu alt ederek insanlığın gündemine oturmuş ve millî devletlerin kurulmasıyla sonuçlanmışsa da insanlığın kurtuluşunu sağlamaktan uzaktır.

Aksine bazı milliyetçilikler, azınlık düşmanlığı ve yayılma hevesleri nedeniyle insanlığın başına büyük belalar açmıştır ve açmaya devam ediyor.


Milliyetçilik burjuvazinin bir ideolojisidir. Burjuvazinin egemenliğini, halkın da buna teslim olmasını öngörür. Türkiye'deki milliyetçilik, başlangıçta halkçılıkla dirsek temasında iken, millî devlet kurulduktan sonra bundan hızla vazgeçmiş ve emekçi halk üzerinde bir diktatörlüğe dönüşmüştür.

Dinciliği siyasi hayattan uzaklaştırmayı başarmışsa da en büyük düşmanı emekçi iktidarıdır. 1928'de beyan edildiği üzere Türk âleminin en büyük düşmanı emekçi ideolojisidir ve nerde görülürse ezilmelidir! Öyle de yapmışlardır… 


Milliyetçiliği yurtseverlikle aynı anlamda kullananlar varsa da bu doğru değildir. Yurtseverlik, yurduna bağlılık ve onu korumanın adıdır. Saldırgan değil savunmacıdır.

Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı, milliyetçiliğin değil, yurtseverliğin zaferiyle sonuçlanmıştır. Savaşın önderleri, büyük yıkımlara neden olan milliyetçiliğin milleti toparlamada yeterli olmayacağını bildikleri için "Türk" kavramı yerine bütün nüfusu kapsayan "millet" kavramını kullanmaya özen göstermişlerdir.  

Hatta bu savaş saldırgan bir milliyetçiliğin iflasından sonra yurtseverliğin sayesinde başarıya ulaşmıştır.


Dincilik-milliyetçilik yarışı  

Günümüze gelecek olursak, siyasete yön vermekte olan iki akım, dincilik ve milliyetçiliktir. Siyaset bu ikisi arasına sıkışmış gibidir. Dincilik, laik devleti, bir din devletine dönüştürme çabası içindedir ve bunda bir hayli mesafe almıştır.

Dincilik, milliyetçiliği ve sosyalizmi kendine rakip olarak görüyor. Ona göre bu topluluğu bir arada tutan dindir. Bunda tamamen haksız da sayılmaz. Din, millî kimliğin bir parçası halindedir ancak bunun siyasi İslam'la eş tutmak hatalıdır.


Türk milliyetçiliğinin günümüzde birkaç versiyonu var. Milliyetçi bir çevre vardır ki siyasi İslam'la ittifak halindedir ve onlar "Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman"dırlar.

Hem imparatorluk rüyası içindedirler, hem de bu imparatorlukta Türk olmayana yaşama hakkı yoktur. Onları ayakta tutan en önemli olay Kürt sorunudur.

Milliyetçilerin bir diğer versiyonuna göre çözüm Cumhuriyet'in kuruluş (1823-1950) yıllarındaki uygulamalara dönmektir.

Kürt sorunu yabancıların Türkiye'yi bölmek için uydurdukları bir kavramdır. Kürtler de kendilerini Türk olarak kabul etmeli ve Türk egemenliğine boyun eğmelidir. Kürtler seçimlerde kendi partilerine oy vermek yerine Türk partilerinden birini desteklemeli, Kürtlerin partisi siyasetten men edilmelidir.

Bu klasik görüşe eskiden sosyalist olan küçük bir çevre de, keskin söylemleriyle katılmış bulunuyor.  

Türkçülükle İslamcılığı bir araya getirerek "Türk-İslam Sentezi" yapan çevreler de vardır. Zaten, iktidarda kalabilmek için bugünkü iktidar da bu noktaya gelmiş bulunuyor.


Halkçı bir damar da var

Zaman zaman "sosyalizm" olarak ifade ettiğimiz, fakat daha genel anlamda "halkçılık" dememiz gereken ideolojinin günümüzdeki durumuna gelince, halkçılık, siyasi bir damar olarak hep var olmuştur bugün de çeşitli çevreler içine dağılmış bulunuyor.

Ana muhalefet partisi içinde de gençliklerinde sosyalistlik yapmış ancak kendilerini bu partide ifade edebileceklerine inanan bir grup vardır.

Bu partinin içinde iki türlü mücadele görülüyor. Biri mevcut iktidarı alt ederek onun yerine geçmek, diğeri, parti içinde milliyetçi-halkçı mücadelesi.

Bu mücadelede hangi tarafın üstün geleceği, parti kadar ülkenin geleceğini de yakıdan ilgilendiriyor.


Hem dincilik, hem milliyetçilik, insanlığın uzun vadede geleceği hesaba katılırsa, tarihin çöplüğünde kalması gereken ideolojiler ise de gerek geniş emekçi kitlelerin güçsüzlüğü ve dağınıklığı, gerek kendi kaderini ele alacak bir bilinçten yoksun olmaları nedeniyle, hâlâ insanlığı kasıp kavuruyor.

Yeryüzünün bütün kıtalarında insanlığın acı çekmesine sebep oluyor.


Cenneti dünyada yaratmak 

İnsan denen canlının biyolojik evrimi ona birçok marifetler kazandırmışsa da vahşet döneminden kalan özelliklerini bütünüyle beyninden silememiş, hatta hayvanlarda olması mümkün olmayan yeni vahşet özellikleri kazandırmıştır.

Hakkına razı olmak, herkesin özgür yaşayacağı, kimsenin kimseye tahakküm etmeyeceği bir anlayışa ulaşamayan milyonlar vardır.  Böyle bir düzeni kurup yerleştirmek için önümüzde daha yüzyıllar, belki de bin yıllar vardır.

İnsanlık aslında binlerce yıldır bir hayalle avunuyor. Özlenen bu dünya, dinlerde cennet olarak tasvir ediliyor. Dünyadaki eşitsizlik, zulüm ve üretimin yetersizliği nedeniyle insanlar cennet hayalini öteki dünyaya ertelemiş bulunsa da bunun gerçek benzerini dünyada kurmak için mücadele hiç eksik olmayacaktır. 

 

  

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU