Göç ve iktidar...

Şeyhmus Çakırtaş Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Göç tarihi, belki de insanlık tarihi kadar eski olup, bilinmezliklerle, acı ve vahşetle doludur. İlk zamanlardan bu yana, göçün nedenleri farklılaşsa da, sorunun kaynağı aşağı yukarı aynıdır.

İnsanlar öncelikle hayatta kalmak ve daha iyi yaşam koşullarına ulaşmak için göç eder, devletler ise egemenliklerini güçlendirmek ve tam hakimiyet kurmak için göç/göçertme olgusunu devreye koyduğu görülür.

Nedendir bilmiyorum, göç konusu açılınca içimi bir hüzün kaplar. Bayağı zamandır böyle... Göç/ göçertme hikayeleriyle büyüdüm, acılara tanıklık ettim ve günü geldiğinde ben de göçün acı şerbetini içtim, yaşadım, savruldum.

Kitlesel bir göçün ruh halini yaşamadım ama istem dışı göçün insanda yarattığı duyguyu biliyorum.

Benim yaşantımda sanırım ilk göç hikayeleri komşularımız olan Ermenilere aitti.

Çocukluğumdan beri Tehcir'in bütün yaşanmışlıkları, sancı ve acıları büyüklerimiz tarafından anlatılırdı.

Çıkarılan fermanlar, günlerce süren yolculuklar, Fırat'a kendini bırakan kadınlar ve yollarda ölen binlerce masum insandan bahsedilirdi.  

Tehcir hikayelerinin anlatıldığı gün, evimizi bir hüzün kaplar, o gün sessizlik içinde günü noktalardık. 
 


Başka göç hikayeleri de vardı hayatımızda. Muhacir dediğimiz Kürtlerin yaşanmışlıkları, yerlerinden kopmaları, Serhat'tan ovalara uzanan yolculuklar da anlatılırdı. 

Bu muhacirlik nedenlerini büyüdükçe öğrenecek, hayıflanacaktım. Osmanlı-Rus Savaşı'nda her şeylerini kaybeden Kürtler, ancak akrabalarının yanlarına sığınarak canlarını kurtardıklarını öğreniyordum.

Muhacir zaten bizde üzerinde elbise bile kalmayan, her şeyini kaybeden insan anlamına geliyordu.

Aslında hepimiz muhacirdik. Kimisi köyünü bırakarak, zorunlu bir göçün dalgasında yerleşmişti kente, kimisi ise ekmek peşinde gelmişti.  

Hepimiz mahalle mektebine gidiyor, hikayelerimizi anlatıyor ve başka muhacirlik hikayeleri dinliyorduk.

Yakından, uzaktan göç katarları gelecek, kimisi sessizce uzaklara giderken, biz bazılarını hiç görmeyecek, duymayacaktık. Yani göç hep devam edecekti.

Çığlıkları biz duymasak da, insanlar ölümden kaçarak, yeni coğrafyalarda hayata tutunmaya çalışacaktı.
 

Şeyhmus Çakırtaş (4).JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş 


Yaşanan göçten çok, doğrusu göçertmeydi, bu nedenle acısı büyüktü, sancısı sarsıcıydı. 

Çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği Siverek 1978-80 yıllarında herkesi yakan bir çatışmanın içindeydi.

Bu nedenle kent nüfusu yarı yarıya göç etmiş, şehir adeta boşalmıştı. Akşam olmadan herkes evine kapanır, gece karanlıkta patlayan silah sesleriyle irkilirdik.

Tam da o dönemde Afganistan ismini duymaya başladık. Resmi ajanslar o zaman adı Sovyetler Birliği olan Rusya'nın Afganistan'ı işgal etmeye başladığını söylüyordu.

Savaş başlamıştı uzak ama aynı zamanda çok yakın coğrafyada. Her gün yeni bir sarsıcı olayla Afganistan evimize konuk oluyor, Ruslara karşı, ABD'nin de devreye girmesiyle cephe genişliyordu.
 


Orada savaş genişlerken, bizde de çatışmalar aslında çok farklı değildi. Yaşadığımız kentin sokakları yıkıntılarla tanışıyor, çatışmaların izleri sokaklara taşınıyordu.

Rus, Amerikan, Pakistan derken Afganistan birçok devletin kendisini denediği bir savaş alanına döndü kısa sürede.

Rusların işgal girişimiyle Afganistan'da sonsuza dek sürecek çatışmanın fitili yakılıyordu.

Afganistan'da artık ölenin hesabı tutulmuyor, göç sıradanlaşıyor ve ölüm kanıksanıyordu. Ölüm kanıksandıkça savaş boyutlanıyor, etnik/aşiretsel kavgalar Afgan Toplumunu paramparça ediyordu. 

İşte o dönemde Afganistan'ı terk eden bir grup Özbek önce Van'a, Diyarbakır'a ve oradan da Ceylanpınar'a yerleştirildiler.

Varlıklarını hiç görmediğimiz Afganlar yanı başımıza kadar gelmişlerdi. Kısa sürede tanıştık ve çekik gözlü insanlar olduklarını görünce şaşırıp, kalmıştık.

Çünkü televizyonlardaki Afganlar çekik gözlü değillerdi. 

Afgan Özbekler kısa sürede adapte oldular ve tarımla uğraştılar, deriden giyim eşyaları yaparak hayata tutundular.

Çok geçmeden vatandaşlık verilen Özbekler o gün, bu gün Ceylanpınar'da yaşamlarını sürdürüyorlar.

Ne kadar mutludurlar bilmiyorum, sorma fırsatım da olmadı. Ama göçün derin çöküntüsünü taşıdıklarını tahmin ediyorum.  

Bugün Ceylanpınar üretme çiftliğinin kıyısında bulunan mahalleye Özbeklere ait. Devlet onlara kamu arazilerinden vererek, üretime katılmalarını sağlamış ve hayatlarını kısmen de olsa bir düzene girmiş.
 

Şeyhmus Çakırtaş (5).JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Türkiye'de 12 Eylül darbesi olduktan sonra kitlesel göçler olmadı ama çok sayıda insan darbenin şiddetinden ve uğrayacağı soruşturma korkusundan ülkeyi terk etti.

Birileri terki diyar ederken, uzak coğrafyalardan biçare insanlar ise ülkeye sığınıyordu. Yaman bir çelişki vardı ortada. Gidenler için ülke yaşanılmazken, gelenler için cennet misali bir yerdi.

Ülke darbenin sarsıntısını uzun süre üzerinden atamadı ve bu nedenle göç sessiz sedasız doğudan batıya devam etti.

İstatistiği tutulmadı, sadece 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldığı yazıldı.


Aynı tarihlerde Saddam Hüseyin, İran ile savaş halindeydi. İki Müslüman ülke kanlı bir savaşı yaşıyorlardı.

İran-Irak Savaşı on yıl sürdü. Saddam İran'ı yenemeyeceğini anlayınca, yenilginin faturasını Kürtlere keserek, içe dönme kararı aldı. 

Ve kısa sürede Saddam Hüseyin ve ekibinin emirleri doğrultusunda 16 Mart 1988 günü, İran sınırında bulunan Halepçe'yi kimyasal silahlarla vurarak, Ortadoğu tarihine kara bir sayfa ekledi ve ilk anda beş bine yakın insan ne olduğunu anlamadan, elma kokusuyla ölümle tanıştı. 
 


"Dayê bina seva tê" diye bağıran çocuklar sokaklarda patır patır düştü, evlerinde binlerce insan nefessiz kalarak can verdi. Kalanlar yeni saldırı korkusuyla kendilerini dağlara vurdular.

Binlerce Kürt günlerce yürüyerek Hakkari'nin dağlık alanında bulunan sınıra dayandılar. Birkaç gün, binlerce kişi Türkiye-Irak sınırı arasında sıkışmış halde beklediler.

Kar, fırtına, yağmur da işin cabasıydı. Dağ taş insan dolunca Birleşmiş Milletler (BM) devreye girdikten sonra kitle içeriye alındı, Diyarbakır ve Muş'ta hazırlanan çadır kentlere yerleştirildiler.


Günlerce süren göçün faturası ağır olmuş, binlerce insan dağlara, çöllere hatta ölümün kucağına kendini atmıştı.

Kimyasal silahla öldürülen 10 bini aşkın çoluk çocuk, kadın ve erkek Halepçe'de toplu gömülürken, geri kalanlar ise savrulmaya, uzak coğrafyalarda yaşam aramaya çalışırken bir bir ölmeye devam ettiler.

Kimyasal silah kullanımı yasaktı ama Saddam dünyanın gözleri önünde binlerce insanı öldürme cüreti gösterebiliyordu.
 

Şeyhmus Çakırtaş (6).JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Aynı tarihlerde Bulgaristan'da yaşayan Türkler rejimin baskıcı politikalarından kaçarak Türkiye'ye sığınıyor ve o dönem iş başında bulunan Turgut Özal hükümeti gelenlere kucak açarak Türkiye'ye yerleşmelerini sağlıyordu.

Onlar da daha çok ülkenin batısına, sanayisi gelişkin kentlere yerleştirilerek süreç tamamlanıyordu.
 


Ortadoğu ise her zamanki gibi sessiz süren, zaman zaman vahşetin yaşandığı bir savaşın içinde debeleniyordu.

Sonsuz çatışmanın en orta yerinden, Beyrut'tan, Filistin'den, Kabil'den, Kürtlerin yaşadığı coğrafyalardan göç ve göçertme, ölüm haberleri gelmeye devam ediyordu. 

Saddam'ın 1990 yılında Kuveyt'i işgali, ardından ABD'nin müdahalesi yeni göç dalgasının yaşanmasına neden olurken, ABD Irak'a müdahale ederek, sorunu daha farklı bir mecraya çekiliyordu.

Resmi bir işgal olmadı ama ABD askerleri Bağdat'a girerek, Saddam rejimini yıktılar. Irak bölünmedi ama Kürtler kendi bölgelerinde yerel hükümetlerini ilan ettiler ve Irak Cumhurbaşkanlığı koltuğuna yıllarca Irak rejimine karşı savaşan Celal Talabani oturdu (2005-2014).
 

Şeyhmus Çakırtaş (2).JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Bütün bunlar olurken, çatışma, kargaşa, savaş haberleri hiç eksilmedi. Ortadoğu totaliter rejimlerin, aşiret düzeninin sancısında inim inim inlerken, 2010 yılında dünya Arap Baharı denilen bir olgu ile tanıştı.

Kısa sürede özellikle Kuzey Afrika ve Akdeniz'e kıyısı bulunan Arap ülkelerinde halk sokağa çıkarak, hükümetlerin istifası istedi...

Mısır'da, Tunus'ta hükümet değişti, Libya kanlı bir süreç yaşadı ve Kaddafi linç edilerek, öldürüldü.

Libya alt üst olurken, Akdeniz mülteci mezarlığına dönerken, Suriye alevlendi ve kısa sürede korkunç bir savaş başladı.  

Kentler, köyler bombalandı, iç çatışmalar her yere yayıldı. Beş milyon Suriyeli topaklarından göç etmek zorunda kaldı.

Suriye'de kalmanın tek yolu savaşmak ve ölmekti. Kimin kiminle çatıştığı bile belli değildi.

Bu nedenle özellikle kuzey ve güney sınırlarına dayanan binlerce sığınmacı komşu ülkelere kendini atmaya çalıştı, ölüm pahasına göç yollarına düştü.
 

Göç ve iktidar (1)-001.jpg
Fotoğraf: Reuters


Kuzey Suriye kısa zamanda yerle bir oldu, kent savaşları başladı ve sahneye bu kez IŞİD çıktı.

Kısa sürede Irak'ın petrol kenti Musul'u teslim aldı ve özellikle Kürtlerin yaşadığı yerleşimlere saldırarak, Şengal'de vahşeti yaşattı. 

Bu nedenle kesintisiz bir göç yaşandı. Savaş genişledikçe göç yolları kalabalık olmaya, derme çatma kamplar çoğalmaya başladı.  

Bugün resmi bir açıklama olmasa da 5 milyona yakın Suriyeli Türkiye'de yaşıyor. Vatandaş olan da var, olmayan da.

Gerçek şu ki savaş insanların ruhlarını yaralayarak, onları savuruyor, paramparça ediyor.
 

Şeyhmus Çakırtaş (1).JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Bütün bunları çoğumuz yaşadık, gördük, tanık olduk. Görmeyenler okudu ya da görüntüleri izledi. Görmediklerimiz ise kesinlikle daha korkunçtu.

Kobani'de, Deyri Zor'da sokaklar cesetle dolduğunda insanlık bambaşka sorunları konuşuyor, egemenliklerinin sınırlarını çiziyordu. Borsa, döviz, hükümet, seçim, kâr zarar, top model...

Savaşın, ölümün bir önemi yoktu bazıları için. Ne zaman ki sınırlarda ölümüne hareketlenmeler yaşanır, binlerce insan ölür, o zaman homurdanmalar, güya yardıma koşmalar başlardı, halen de öyle.
 

Şeyhmus Çakırtaş (3).JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


İşte bu dönemlerde kimisi mültecilere karşı sesini yükseltirken, kimisi sığınmacılara kucak açtı.

Yani her şeyin alt üst olduğu, ölüm dışında bir seçeneğin kalmadığı dönemlerde birileri ortaya çıkarak, sığınmacıları sahiplendi.

Aslında sorun asırlardır aynı şekilde yaşanmaya devam ediyor. Çıkara dayalı bir yaklaşım söz konusu olduğu için ne savaş sonlanıyor, ne de göç.

İktidarı ele geçiren karşıtını eziyor, göçertiyor. Göçle gelenler hükümetler için tehlikeli ise ülke güvenliği esas alınarak kamplara, oradan da başka ülkelere gitmeleri sağlanıyordu.

Yani sığınmacılar arasında farklı muamele görenler, devlet katında kabul edilenler ve başka sınırlara sürülenler oluyordu. 

Bunları hepsini yaşadık, gördük, tanık olduk.


Sonuç tarihin tekerrürü gibiydi. Savaş göçü, göç savaşı besliyordu. Bu gün Afganistan'dan binlerce insan çıkmaya çalışıyor.

Çıkanlar İran üzerinden Türkiye'ye, Türkiye'den de Avrupa gitmek istiyor. Ya da başka bilmediğimiz mecralara atılma süreci yaşanıyor.

Son 40 yılın özeti gibi. Değişen bir şey yok aslında. Hükümetlerin, basiretsiz yönetimlerin cezasını ayaklar çekiyor.

Her hükümet heybesinde bir göç dalgası taşıyor, ortalık bu nedenle hiçbir zaman sakinleşmiyor.

Bu sadece Ortadoğu'da değil, zaman zaman başka coğrafyalarda da yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Bosna Hersek, Dağlık Karabağ, Myanmar, Somali, Sudan ve daha birçok yer...

Yani dünya giderek daha fazla göç etmeye, göçertme politikalarını hayata geçirmeye başladı.

Devletlerin bu konuya yaklaşımı insani olmaktan öte, siyasidir. Hükümetler kendi siyasetlerine uygun grupları kabul ediyor, diğerlerini ise ölüme terk ederek, üzerinden politika yapıyor.

Bu kadar acı ama gerçek olan bu. Bütün ülkeler bunu yapıyor. Kimisi açık, kimisi gizli. 

Ülkeler arasında köklü ve insan haklarına dayalı bir ilişki yok. Her devlet kendi siyasi emellerine uygun dost ve yandaş buluyor.

Bugün on binlerce Suriyeli sokaklarda kısmen de olsa rahat geziyorsa, nedeni hükümetin yaklaşımdır.

Suriyelileri kardeş biliyor ve siyasi emellerine hizmet edecek kişiler olarak belirliyor. Yine aynı şey Afganistan'dan gelenler için de geçerli.

Yani yaşanan göç, gelecekte iktidar yollarını besleyen harç oluyor.
 

Göç ve iktidar (5).jpg


Yöntem aynı, sonuç aynı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Balkanlarda yaşayan Türklerin Türkiye'ye gelip, yerleşmesi bir tesadüf olamaz. Bir projeydi ve etkisi yıllarca sürdü.

Şimdi aynı durum Afganistan ve Suriye üzerinden yaşanıyor. Proje içeriği aynı olmasa da, süreç birbirine benziyor.

Yani mesele sığınmacıların gelmesi değil, onları yönetemeyen rejimlerin varlıkları.

Kendi halkını düşman gören, onları yok etmeyi esas alan, hukuku kendine ve aile çıkarlarına uygun hale getiren anlayışlar var oldukça göç yani mülteci sorunu devam edecek.

Güvenlik önlemleri, yüksek duvarlar, jiletli teller sığınmacıların durumunu kötüleştirecek ama sorunu çözmeyecek.

Birlikte yaşam, demokrasi ve eşit yurttaşlık bilincinin olmadıktan sonra, gücü yeten yetene durumu yaşanacak.

Bu nedenle mültecilere tepki göstermek çözüm olmadığı gibi, insani de değil. Tek çare savaşlara karşı yek vücut olmak...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU