Refah ve varlık içinde yaşayan bir Türkiye

Doç. Dr. Umut Hacıfevzioğlu, Independent Türkçe için yazdı

Kuruluşundan bugüne hemen hemen tüm Cumhuriyet hükümetleri müreffeh Türkiye idealini dile getirdiler.

Müreffeh, “refah ve varlık içinde yaşayan” anlamına gelmektedir.

O halde Cumhuriyet hükümetlerinin bizlere refah ve varlık içinde yaşayan bir toplum idealini vadettikleri söylenebilir.

Peki, günümüz itibariyle söz konusu ideale ne kadar yaklaştık? Bu soruya cevap ararken temel alacağımız ölçütlerden biri kişi başına düşen milli gelirdir.

Dünya Bankası verilerine göre 2002 yılında 3,688$ olan kişi başına düşen milli gelirimiz, 2020 yılı itibariyle 8,538$’a yükselmiştir.

Söz konusu dönemde Litvanya’nın kişi başına düşen milli gelirinin, 1,199$’dan 19,998$’a, Letonya’nın 5,879$’dan 17,620$’a, Çin’in de 1,149$’dan 10,500$’a yükseldiğini göz önünde bulundurmalıyız.

Kişi başına düşen milli gelir bağlamında güncel durumumuzu diğer bazı ülkelerle karşılaştırmalı değerlendirdiğimizde deyim yerindeyse Türkiye’nin daha gidecek çok yolu olduğu aşikârdır.

Toplum olarak artık “gelişmekte olan” ya da  “kalkınmakta olan” ülke statüsünden “gelişmiş, kalkınmış” ülke statüsüne geçmeyi arzuluyoruz.

Zaten ancak böylesi bir statüde refah ve bolluktan söz edebiliriz. Refah ve bolluğa kavuşmak, var olan pastanın paylaşılmasıyla değil, büyümesiyle olanaklıdır.

Pastanın büyümesinde ise bilimin işlevini tartışmaya dahi gerek yoktur. Dünyanın en büyük ekonomileri aynı zamanda bilimsel bilginin de üretildiği ülkelerdir ki söz konusu ülkelerin üniversiteleri de dünya sıralamasında sürekli ilk 100’de (QS World University Rankings) yer almaktadır.

Örneğin, 21,4 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğü ile dünyanın bir numarası ABD’nin ilk 100’de 27 üniversitesi yer almaktadır.

Öte yandan, yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere 2002 yılından 2020 yılına kadar kişi başına düşen milli gelirinde dikkat çekici bir artış gözlenen Çin, her ne kadar kopyacılıkla anılsa da, Asya’da bilimsel bilginin üretildiği merkezlerden biri olma yolunda önemli bir mesafe kat etmiştir.

Dünyada ilk 100’e giren üniversiteleri göz önünde bulundurduğumuzda bilimin bu kadim uygarlığa geri dönüşüne tanıklık ediyoruz.

Günümüzde Çin’in; Tsinghua University, Beijing  (15), Peking University (23), Zhejiang University (47), Fudan University (34), Shanghai Jiao Tong University (47), Zhejiang University (53), University of Science and Technology of China (93) olmak üzere dünyada ilk yüz içinde yer alan 7 üniversitesi bulunmaktadır.

Öte yandan, yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere Litvanya’nın kişi başına düşen milli gelirinin 2002’den 2020’ye geldiği seviyeye gıpta etmemek mümkün değildir. Sıralamada her ne kadar ilk 100 içinde yer alan üniversitesi olmasa da ilk 500 üniversite sıralamasında (423. sırada) Litvanya Türkiye’nin önünde bulunmaktadır.

Özetle refah ve varlık içinde yaşayan bir toplum idealini gerçekleştirmek için zenginleşmesi gereken Türkiye’nin ‘’taşeronluğu’’ temel alan bir ekonomik modelle uzun vadeli, kalıcı, sürdürülebilir bir büyüme yakalaması, dolayısıyla da zenginleşmesi pek olası görünmemektedir.

Taşeron konumunda olmak aynı zamanda bilginin alıcısı ve tüketicisi olmak anlamına gelir. Oysa, Türkiye artık bilgiyi üreten ülke olmak durumundadır. Bilgi de özellikle üniversitelerde üretilmelidir.

O halde dünyada ilk 100’e giren en az bir üniversitemizin olmasını kendimize hedef olarak neden koymayalım! Bunu gerçekten istedikten ve söz konusu hedefi gerçekleştirmek konusunda kararlı olduktan sonra başarılamayacak bir hedef değildir.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU