Felaketleri veya fırsatları getirecek geleceği tahmin edebilir miyiz?

Dr. Gökhan Çınkara Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

I.

Çoğumuz görece sakin yerleşim yerlerinde vakit geçirirken, bizlerden çok da uzak olmayan başka yerlerde ise ters yüz edilmiş bir gerçeklik kendini tüm harareti ile gösteriyordu. 

Evet, Antalya'da ve sair illerimizde vuku bulan yangın felaketinden söz ediyorum. 

Hesaplaması güç can ve mal kayıpları yöre sakinlerini üzerken bu olayın yarattığı çok boyutlu (psikolojik ve ekonomik) travma kolektif bir kızgınlığa da yol açıyordu.

Bu tür büyük felaketleri engelleyecek önlemlerin alınmaması nedeniyle yerel ve ulusal bürokrasi sorumlu tutuluyordu. 


II.

Esasında meselenin sadece yangınlar olmadığından hareket ederek ulusal ölçekli büyük çaplı (makro) oluşların tahmin edilip edilemeyeceğine sözü getirmek gerekiyor.

Geleceği tahmin edebilmek. 

Sanırım tüm mesele bu. İnsanlar olarak bizler sürekli karar veren canlılarız. Bu karar mekanizması arkada birçok değişkenin zihnimizde hızlıca prosesiyle mümkün oluyor.

Alacağımız kararın en basit düzeyde fayda veya kâr getirip getirmeyeceğine bakıyoruz.

Buna benzer mekanizmada fakat ölçek olarak hayli büyük olan devletler ise karşı karşıya kalacakları riskleri ve buna bağlı fırsatları önceden öngörebilirler mi?

Politik olayları analiz etme tutarlı bir metodolojik tercihle mümkün olabilir. Ulusu oluşturan bileşenlerin kendi başlarına mı bir gerçeklik yaratacakları yoksa bu bileşenlerin yapılandırılmış ve sabit bir kısıtlılık içinde mi değiştikleri ve dönüştükleri mi önemli?


Günümüz Türkiye'sinde en önemli sorunlarından birisi sanırım tehlikeler veya fırsatları önceleyen faktörleri analiz edememek oluyor.

Fırsatlara hazırlıksız yakalanmak elde edilmesi muhtemel olan şeylerin heyecanıyla aşırı efor halini yayarken; tehlikelerle yüzleşmek ise dağınıklık ve koordine olamama durumunu besliyor.

Oluşları yapan kim? Veya oluşlar/olanlar dış faktörlerin etkisiyle mi yoksa iç dengelerin değişmesiyle mi farklılaşıyor?

Yaygın bir yaklaşım görünür olan her şeyin mantıklı, bilinçli ve sistematik bir gerçeklikten türediğidir. Bir olay olmuşsa illa ki o olay bir planın veya komplonun parçasıdır. Bu mümkündür. Ama aynı zamanda mümkün değildir.

Özne/aktör merkezli analizlerin Türkiye'de hem entelektüel hem de popüler düzeyde yaygınlığı bana bu noktada ilginç geliyor. Bir bakıma komplo teorilerini işleten de bu yaklaşım olsa gerektir.

Var olanların tekil anlamlarına odaklanmaktan ziyade, onlar arasındaki ilişkileri anlamaya ve çözümlemeye çalışmak daha iyi olabilir. 

Bazen gerçekliği her şeye kudreti yeten özne olarak görmektense, bunun yerine, onu izole ederek bir bütünün unsuru olarak ele almak da değerlidir. 

Mesala karşı karşıya kalınan her tehlikeli olayın maksatlı ve size yönelmiş olduğunu düşünmek yerine genel eğilimin ortaya çıkardığı bir durum olarak okumak da makul bir alternatiftir.

İlk düşünme biçimi endişe, korku ve histerizme yöneltirken ikinci okuma ise kendini kontrol, geliştirme ve geniş çaplı olmaya itecek bir süreci ortaya koyuyor.


III.

Büyük felaketlerin bize hatırlattığı diğer bir başlık, teknik uzmanlığın önemli olduğunu 2000'lerden bu yana Türkiye siyasi kültüründe temel bir eşik olarak bürokrasiyi küçültmek ve bunun karşısında sivil/piyasa aktörlerini genişletmek yönünde vaatler öne çıkardı. 

Piyasa ve kamu arasında kurgulanan zıtlık/dikotomi bir ilüzyonu anımsatıyor. Çünkü ulusal sınırlar içerisinde kültürel paternler/patikalar, düşünme biçimleri ve hakim tarihsel-toplumsal yapının piyasa mekanizmalarını etkilemeyeceği beklentisi en hafif tabirle naiflik olsa gerektir. 

Bürokrasinin etkisizliğinin yanında Türkiye'de tam teşekküllü bir teknokrasinin yaygınlık kazanamamasının nedeni kadroların içerimleyiciğinin aşırı sorgulanmasıydı.

Siyasi iktidarı elde etmenin yeterli olmayacağı bunun yanında bürokrasinin aşılması gerektiği Türkiye siyasi kültürüne hakim olan bir düşüncedir. Bu da eninde sonunda devlet, bürokrasi ve sivil alan arasındaki ayrımları silikleştiren ve birbiri içerisinde girmesini sağlayan bir dinamiği besliyor. 

Bu nedenle üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele olarak cumhuriyeti yani güçlü vatandaşlığı merkezine alan bürokrasiyi işler hale getirmekte yatıyor. 

Özet olarak Türkiye'de modernleşme, demokratikleşme ve ekonomik büyüme gibi makro-dönüşümsel rotalara girmek salt ideolojik yönelim değişikliği ve buna bağlı liderin söylem farklılaşmasıyla mümkün olamayacağa benziyor. 

Büyük dönüşümler sahada karşılığı olan, gerçekçi önerileri ve bu önerileri sahiplenen lider ve bunu hayata geçirebilecek ve somutlaştıracak teknokrat kadrolarla mümkündür.

Bu sebeple siyasi vaatlerin gerçekçi politikaya entegrasyonunu sağlayacak olan teknokrat bilgisi yüksek bu kadrolar olsa gerektir. 


IV.

Karşılaştığımız büyük olaylarda yaşadığımız şaşkınlık bizleri rasyonel kararlar vermekten uzaklaştırır. Geleceği tahmin etme uğraşı da tam bu noktada işe yaramakta.

Bizleri psikolojik ve maddi olarak olabilecek gerçeklere alıştırıyor ve kısmen bir davranış kalıbı geliştirmemizde yardımcı rol oynuyor.

Olayların nereye evrileceğini tahmin edebilmek oldukça güç iş. Bu noktada birtakım yolları deniyoruz. Geçmişle bugünü sürekli mukayese ederek ortak bir bağlam bulmaya ve o sabit yapı içerisinde değişen aktörlerin güncel hareketlerini tespit etmeye çalışıyoruz. 

Dünün ve bugünün karşılaştırması kolaylaştırıcı bir yol açsa da aynı zamanda bizleri nostaljik bir psikoza sürüklemesi muhtemel.

Geçmişteki kurumların, liderlerin ve siyasi kırılmaların bugüne taşınması olayın tüm aktörlerinin ve dinamiklerinin güncel karşılıklarını bulmayı zorunlu hale getiriyor. Bu ise antik gündemin modern gündemle çatışmasını doğuruyor.


V.

Ulusal ölçekte geleceği tahmin etme uğraşı teknik bilgi gerektiren kadroların yapacağı çalışmalarla mümkün olabilir. 

Her geçen gün karmaşık hale gelen jeopolitik, somutlaşan iklim değişikliği, kontrolü güç hale gelen doğal afetler ve çeşitlenen demografik basınçlar nedeniyle Türkiye'nin kurumlar ve halk düzeyinde karşılaşacağı riskler yoğunlaşıyor ve büyüyor. 

Bugün bu risklerin devasa birer tehdit belki de bir yıkım yaratacağını düşünmek zorundayız.  

Karşımızda organize ve kurumsal bir gerçeklik bulunmuyor. Bu olayın öznesi doğa, toplum ve biz oluyoruz. 

Sürekli gözlem, alakalı verilerin sürekli toplanması ve bunların hedefe yönelik değerlendirilmesi bu noktada yapılması gereken iş olarak karşımızda duruyor.

Bu işi ise yerel ve ulusal ölçekli kurumlara ve o kurumu işletecek teknik kadrolara bırakmamız gerekiyor. 


Küresel siyasete gelince onun güncel yapısını teşhis etmek önem kazanıyor. Aktörlerin göreli özerklik sahibi olduklarını kabul etmekle başlamak gibi.

Her ülkenin kendi tarihsel toplumsal yapısını ve bu yapıyı var eden yasaları ve sınırlılıkları anlamak Türkiye'deki karar vericilerin diplomatik inisiyatif veya söylem geliştirmeden önce düşünmeleri gereken en önemli kısıt olarak sivriliyor.

Küresel siyasetin belirleyici eğilimlerini tahmin ederken ülkesel veya bölgesel bazda nelerin imkansız olacağını ortaya koyarak başlanmalı.

Neler mümkündür, neler imkansızdır? 

Dünyayı her düzeyde (politik, ekonomik, jeopolitik ve doğa) bir dengesizlik ve belirsizlik bekliyor. En azından bunların neler getiremeyeceğini öngörelim ve acil olarak yapabileceklerimize odaklanalım derim.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU