Ayşe Acar: Alevilik mitosları fantastik roman için zenginlik

Independent Türkçe muhabiri Maaz İbrahimoğlu, yazar Ayşe Acar'la son kitabı Kırklar Meclisi-Hünkar Bektaş üzerine bir röportaj yaptı

Kırklar Meclisi- Hünkar Bektaş

Ayşe Acar’ın geçtiğimiz günlerde yayınlanan Kırklar Meclisi - Hünkar Bektaş romanı Alevilik geleneğinin fantastik romanı olarak karşımıza çıkıyor.

Söz konusu romanda Alevilik öğretisinin çıkışı, dönüşümü ve günümüzde farklı düşünce sistemlerinin paralelinde Alevilik mitoslarının yorumları var.

Bu gelenekte önemli bir yer teşkil eden Kırklar Meclisi, romanın kahramanları olarak yer alıyor. 


Kırklar Meclisi ve Hünkar Bektaş'ın, kesrette vahdet, vahdette kesret örgüsüyle karşımıza çıktığı romanda, "Kırklar bir, bir ise kırk" olarak formüle edilmiş.

Söz konusu eserde Hünkar Bektaş, "başka bir yer"de  Abdal Musa, Şeyuşen, Firik Dede, Kemter Yusuf, Kadıncık(Fatma Bacı), Selman-ı Pak, horoz, kurbağa, kaplumbağa, aslan başta olmak üzere tüm "canlar" ile "cem-i cümle bir sofrada" sohbet ve muhabbet içinde demleniyor.

Yine yazarın önemle üzerinde durduğu Nod Diyarı da Ervah-ı Ezel'den gelmiş ruhların, Levh-i Mahfuz'u yazmış kalemin suretlere nakşını anlatıyor. 


Bu diyarda Alevilik geleneğinin doğduğuna ve Güruh-u Naci'nin köklerine şahit oluyoruz.

Soylarının Hz. Şit'e kadar dayandığını, bedenlerine vurulan yeşil rengin zamanla diğer insanların ten rengine çalmaya başladığını ve mührün en son avuç içlerinde kendini gösterdiğini görüyoruz.

Acar, bu sayfalarda kendi tahayyülünü resmettiği kadar alıntı yaptığı Harabi, Pir Sultan, Yunus gibi isimlerin yorumlarını da içkin hale getirerek kurguluyor. 

Romandaki diğer bir başarı da Velâyetnâme'nin işlenişi... Velâyetnâme'yi bir çerçeve olarak ele almasına karşın her sahnede söz konusu çerçevenin sınırlarından dışarı taşmadan yeni resimler çiziliyor.

Burada kah çerçeve resmin içine sığıyor kah resim çerçevenin içinde duruyor.

Zaten kendinden daha küçük bir şeyin içine girebilen bu çerçeve aynı zamanda Zülfikar'ın sırlarından...

Çünkü  "bu sırr kendini açtıkça kapanan, kapandıkça da açılan bir sırdır…"

Yazar burada adalet terazisini dem, devran, can ve nefes üzerine kuruyor.

Bektaş'ın ruhundan elem, Zülfikar'ın ucundan damlayan ilim, bütün roman boyunca alttan alta kendini hissettiriyor. 
 

 

Meselenin diğer bir yanı daha var. Şüphesiz klasik edebiyatta Alevilik düşüncesinin işlendiği alanlar güçlü bir gelenek oluşturmuş.

Şiir, menakıbname, deyişler gibi alanlarda yeri tartışılmayan Alevilik estetiği, roman alanında neredeyse yok.

Pek çok Alevi yazar çeşitli romanlar yazdı ancak Alevilik ekseninde bir romanın varlığı çok zayıf.

Reşit Çelikten'in Pir Sultan romanı, Reha Çamuroğlu'nun İsmail'i gibi eserler giriş niteliğinde olsa da kurguları ve anlatımlarının zayıf kalmasıyla bu alandaki boşluğu dolduracak heybette olmadılar.

Ancak Acar'ın klasik Alevi kaynaklarına dayanarak yaptığı bu çıkış Alevilik romanı için son derece cesaretlendirici…

Acar ile romanı ve Alevilik üzerine konuştuk. 
 

Ayşe Acar .jpg
Ayşe Acar


- Öncelikle Alevilik ve Bektaşilik geleneğinde zaman ve düşünce üzerine bir roman yazmışsınız. Neden zaman ve mekan dönüşümlü bir roman yazma ihtiyacı hissettiniz?

Varlık, bunu varoluşa gelmiş anlamda kullanıyorum, felsefi anlamda değil. Varoluşa gelmiş olan bir şeyden bahsediyorsak zaman ve mekandan bahsediyoruz zaten.

Zaman ve mekanda tanrısallığın kendini göstermesi olarak insan, Aleviliğin en temel mottosudur.

Alevilik neyi anlamaya çalışır ve ne anlatır? Ben derim ki "insan nedir" sorusunun yanıtını arar. Tabi bu felsefi bir soru mu? Bunu Platon'un coğrafyasında, Sokrates'in girdiği Delphi mabedinde de görüyoruz.

"İnsan kendini tanırsa tanrıları tanır" diyor Delphi mabedindeki kahinler… Aradan zaman geçiyor. Hz. Muhammed'de bu ifade olgunlaşıyor.

Bu ifade Hz. Muhammed dilinde "Kendini bilen Rabbini bilir" şeklinde çıkıyor. Alevilik, Hz. Muhammed aşamasında bir kültür biçimi olarak kendini göstermiştir.

Aleviliğin meşgul olduğu sorun "insan nedir" sorusudur. İnsanın olduğu yerde zaman ve mekan var. Düşünce dediğimiz şey zaman ve mekanla oluşur. 


- "Kendini bil, demek ne olmadığını bil demektir…" diyor Şeyuşen. Bu noktada insanın kendini bilmesi için çevresini mi bilmesi gerekir? Sınırımız ve sınırımızın dışı nasıl kavranılıyor? 

Kendini bilmek, ne olmadığını bilmek meselesidir. İnsan düşüncesi her zaman en uzağa yönelik olarak başlıyor. Bu gökyüzündeki galakside ne var? En uzak görünen o.

Antik Yunan'da  felsefe de uzağı işaret ederek başlar. Bu varoluş nasıl oluştu diye soruluyor. Önce ben kimim diye soru sormuyor.

Doğa nedir? Hareket nasıl oldu diye sorular önce soruluyor. Yani önce kendi dışındaki dünyayla meraklanıyor. Doğaya yöneliyor, yaprağa yöneliyor ve yaprak olmadığını anlıyor insan.

En nihayetinde felsefe Sokrates aşamasında artık bir doyuma ulaşıyor. Pek çok eser o dönem dış dünyayı konu ediyor. Doğa kanunları konu ediniyor.

Sokrates de diyor ki, siz uzaktaki şeyleri soruyorsunuz. Ateş nedir, su nedir diye soruyorsunuz ama sen kimsin? Bu soruyu soran kim diyor.

O zaman sorunun sahibine yönelmek gerekiyor. Lacan okursak "öteki" üzerinden kendini tanımlayacaksın, yani ne olmadığın üzerinden kendini tanımlayacaksın.

Bu aynalaşma teorisi… Lacan'ın ayna meselesi İslam coğrafyasının uzak olduğu bir mesele değildir. Öteki üzerinden sınır çizerek kendini başlat. Alevilikte kendini tanımayı insan-ı kamil teorisi anlatılır.

Alevilik'te hazır bir "sen" yoktur. Biraz varoluşçudur. İnsan doğasını hazır bulur ama kendini inşa eder. Kabiliyetlerini ve hünerini sonradan gösterir.

Yani kendini beşerden kemalata taşır. Kendini tanımak, özünle uğraşarak onu temize çekip kendini kamil vasıflarla donatma işidir. 
 

 

- Romanın baş karakteri için Kırklar Meclisi diyebiliriz. "Kırkların biri kırk kişi, kırkı da bir kişidir" tarifiyle roman karakterlerinizin vahdette kesret, kesrettte vahdet anlayışıyla kurgulandığını görüyoruz. Kırkların birliği, birliğin kırklığı hakkında nasıl düşünmemiz gerekiyor?

Olaylar, zaman ve mekanın klasik tasavvurunun dışına çıkıldığı için bu yüzden fantastik bulunulur, en azından modern zamanlarda bu durum fantastik bulunuyor diyeyim.

Alevilik'te deniliyor ki Kırkların başı Hızır'dır ve zaman Hızır'a göre vardır. Hızır zamanda geziyor değil.

Hızır'ın ayakları nereye basıyorsa, hangi zaman dilimini düşünüyorsa o zaman dilimi gerçekleşir.

Mesela Habil ve Kabil'in vakasında ne işi var Kırkların? Kırklar dünyaya daha doğmamış ki! Oysa Kırkların zamanı ve mekanı yırtan güçleri var. Bu fantastik bir öge.

Edebiyat için iyi bir öge ama maneviyat ve insan açısından erenlerin, velilerin zamanlar arası yolculuk yaptığı hatta zamanları yarattığı söyleniyor.

Bu Kırkların hepsi birdir meselesi kesrettte vahdet meselesdir. Burada Kur'ani bir okuma yapıyorum.

Belki de romandaki anlatılan ifadelerin altyapısına çalışsam hepsine paralel ayetler bulurum. 
 

 

- Romanınızın içinde Alevi -Bektaşi ozanlarının derin mana içeren deyişleri var. Öbür yandan çeşitli alıntılara yaslandığınızı ve sizin romanda bu anlatıları fantastik kurgu ile yazdığını görüyoruz. Alevi mitosunu buradan nasıl okumak gerekir? Mesela Şit, Adem oğlu diye geçiyor. Güruh-u Naci'nin Şit'e yaslandığını görüyoruz. İbnül Arabi de bu kıssa için "çocuk babanın sırrıdır" diyor. Pir Sultan "Ben babamı kucağımda büyüttüm, büyüttüm/Gudret südüyle emzirdim, avuttum" diyor… Alevilik düşüncesinde bu soy kütük kurgusunu nasıl okumak lazım?

Alevi geleneğinde ve edebiyatında var. Kürt şarkısında da geçtiğini öğrendim sayenizde. Hristiyan geleneğinde de var.

Mesela Darren Aronofsky'ın Nuh Filmi vardı. Orada Şit üzerinden, Şit'in devamı olarak Nuh'u anlatıyordu. Şit (Seth) bir soy başlatıcısıdır o filmde de.  

"Şit'in çocuklarıyız" demek aslında kutsal bir kanal açmadır. Şuna benziyor Homosapien ve Neandertal ayrımı gibi…  

Biz neandertallerden değil de sapienslerden geliyoruz gibi bir durum.  Alevilik, Güruh-u Naci'den gelme olduğunu söylüyor. Onun kanıtı olarak da yeşil mühürden bahsediyoruz.

Yeşil mühür hem Hacı Bektaş menakıbnamelerinde hem de Hz. Ali menakıbnamelerinde çok yaygındır.

Avuç içlerinde yeşil mühür var deniliyor. Bunu da Şit'e bağladım. Menakıbnamelerde var. Eren bir şahsiyetten de dinledim. İlk insanlar yeşildi sonra bu rengi aldı demişti.

Bir menakıbnameden almıştı. Ben de romana bu şekilde dahil ettim.
 

 

- Kitabınızda neredeyse din yok. Ama her yerde inanç var. Tüm canlar bir kalp mesafesi kadar Tanrı'ya yakın… Bir yerde "Hakka yakın olmak için iblise lanet okunmaz" diyor karakteriniz. Öbür şekilde söylersem, "ötekisi olmayan bir hakikat" arayışı gördüm. Bunu nasıl yorumlamak lazım? 

Ben kendi evimden, ailemde örnek vereyim. Yani geleneksel bir Alevi evini kastediyorum. Bizde şeytan konuşulmuyor.

"Şeytan hata yaptırır, ondan uzak durun" şeklinde bir yargı duymadım. Bunu fark ettiğimde şaşırmıştım.

Dedim ki biz neden şeytan ile hiç uğraşmıyoruz. Madem hata yaptırıyor, yakasına yapışalım lanet edelim… Ancak Alevilikte özünü dara çekmek var.

Özünü dara çekmekten şeytana yer kalmıyor. Kendini sorgulayıp özünü dara çektin mi? Şeytan diye bir şey dışarıda varsa da Alevilik'te yok.

Alevilik sana önce özünle uğraşmanı söylediği için ona fırsat vermiyor. "Eksiklik kendi özünde" disturu öncelikli, şeytana sıra gelmiyor.

Şeytan kandırmış, şeytana uymuş vs… Bunlar Alevilikte yok, özü dara çekme var. 


- Romanın bir yerinde karakter diliyle, "Gitmek gitti, gülmek güldü" dedikten sonra "düşünce kendini kurar. Düşünce bilinci kullanıyor" diyorsunuz.  Ardından örnekleyerek "özgürlük tüketilemez, sürekli talep eder" diye ekliyorsunuz. Bu noktada tümel gülmek düşüncesine dönüyorsunuz ve "Gülmek, Rıza'da güler, Zeynep'te güler, başkasında da güler" diyorsunuz. Bunun ilginç bir yorum olduğunu düşünüyorum. Bunu nasıl anlamak lazım? Anladığım kadarıyla fiilin kendisi, kendini failde yaratıyor. Bunu mu demek istediniz? 

Evet, onu demek istedim. Tam da dediğim budur. 


- Bunu biraz açar mısınız? 

"İnsan Hakk'ta, Hakk insanda," bu ifade Alevi Bektaşiliğin Tanrı görüşünü anlamak için iyi bir ipucu. Özetle şunu diyor; Hakk'ın kulu dışında faaliyet göstereceği bir yer yoktur. Tümel ile tikel ilişkisi böyle olur, diyor. Gülmek tümeldir. Kimse gülmeyi tüketemez. Tümel Hakk'tır dediğimizde karşımızdaki insanın gülüşü nasıl kıymetleniyor değil mi? Gülen Hakk'tır.

"Sırat öbür aleme geçinceye kadar yürüdüğümüz yoldur" şeklinde bir tarifiniz var… Bu zorlu yolu anlatırken Şah-ı Merdan Ali'nin nefsini dizginlemesini anlatıyorsunuz. Ali'nin sırrını nasıl okumak lazım?

"İnsan Hakk'ta, Hakk insanda" bu ifade Alevi Bektaşiliğin Tanrı görüşünü anlamak için iyi bir ipucu.

Özetle şunu diyor; Hakk'ın kulu dışında faaliyet göstereceği bir yer yoktur. Tümel ile tikel ilişkisi böyle olur, diyor. Gülmek tümeldir. Kimse gülmeyi tüketemez.

Tümel Hakk'tır dediğimizde karşımızdaki insanın gülüşü nasıl kıymetleniyor değil mi? Gülen Hakk'tır.


- "Sırat öbür aleme geçinceye kadar yürüdüğümüz yoldur" şeklinde bir tarifiniz var… Bu zorlu yolu anlatırken Şah-ı Merdan Ali'nin nefsini dizginlemesini anlatıyorsunuz. Ali'nin sırrını nasıl okumak lazım?

Yol dediğimiz şey, yürüyorsak vardır. Romanın başında "Hünkar uçmak istedi ama gökyüzü yoktu.  Kanatlarını çırptı, gökyüzü oluştu" diyorum.

Yol da böyle bir şey. Yürürsen yol var. Durursan yol yok. Manevi yolculuğumuz veya olgunlaşma yolculuğumuz…

Hz. Ali için kendi nefsini yendi diye "feta" oldu deniliyor. La feta illa ali, la seyfe illa Zülfikar...  Buradaki yiğitlik nefsine kılıç çekmesidir. 
 

 

- Şimdi kitaptan biraz uzaklaşalım... Bugün Alevilik romanı veya Alevi yazın dünyasında nasıl bir avantaj ve dezavantaj görüyorsunuz? Alevilik romanından bahsedemeyiz sanırım...

Klasik Alevi edebiyatı meşhurdur.  Fuzuli'nin, Nesimi'nin eserleri… Makalat falan var.

Bunlar aynı zamanda edebi eserler. Ama modern eserler yok. Bu beni çok şaşırtmıştır.

Aleviliğin bütün kodlarının barındıran ve o kodlarla iş gören bir eser modern anlamda yok. Acaba cesaret mi edemediler? Çünkü cesaret de istiyor.

Benim yaptığım kayda değer bir iş varsa budur. Yani bunu başlatmış olmam. Bu roman şahane eser olmayabilir.

Hiç önemli değil. Ama bir alan açmak konusunda Alevilik için bir fikir sunmuş olmak önemlidir.

Yani bu alanda yazalım diyorum. Alevilik mitosları çok, kaynak çok ve modern anlamda boşluk var.

Bu büyük bir avantaj. Çünkü hiç yazılmamış ki. Malzeme çok.  Sünniler bu konuda epey şey yazdı.

Mesela ben cesaret edip Hünkar Bektaş dedim. Ama birisi hemen çıkıp "Hacı Hünkar Bektaş Veli diyeceksin" diyerek tepki gösterdi.

Bu çok önemli değil. Ancak birisinin bunu yapması lazım. Bir de mesela Hacı Bektaş'ın bir görüntüsü var. Sakallı. Yanında aslan ve ceylan olan.

O resim 16'ncı yüzyıla ait bir çizim sanırım. Ancak Velâyetnâme'ye göre Hünkar'ın kafası dazlak.

Bıyıkları var, sakalları yok ve sıkça traş ediyor kendini. Bir Kalenderi. O yüzden kitap kapağındaki resim de Velâyetnâme'ye göre yapıldı. Ben elimi bu noktalarda taşın altına koydum.


Bir de romanda vahdeti vücud Aleviliğin teolojik görüşü olarak konumlanıyor.

Felsefi kaynaklara yeterince eğilmedikleri için, "vahdeti mevcut Aleviliktir, panteisttir" gibi okumalar var.

Bunlar hatalı okumalar. Çok net şekilde Kaygusuz Abdal şiirlerinde vahdeti vücudu görürüz.

Hz. Ali'de de vahdeti vücudu görürüz. Vahdeti mevcudu, panteizm olarak okudular.

Panteizm ile Aleviliğin alakası yok. O yüzden İbn Arabi görüşlerini ben Aleviliğe dahil etmiş değilim. Aleviliğin kendi iç okuması ona paralel. 
 

 

- Romanınızın bugün Türkiye edebiyatında yerini nasıl görüyorsunuz? Romanda Oyalı Bahçe'ye herkesi oturtmuşsunuz. Orada herkes dar'ul huzur içinde temaslanıyor. 

Alevilik'te en son netleşen söylem, Hünkar Bektaş ve Yunus'ta var. 72 milleti bir görmeyen hakkı görmüyor. İnsan değildir. Çeşitlilik insan olmanın delilidir.

Kürdü, Türkü Çerkesi hiç farketmez. Çeşitliliği hak görmek, o haliyle o insanı varoluşu üzerine kabul etmektir.

Bunu anlıyorsak insanız değilsek insan değiliz. Romanın yazım tekniğine gelince bu postmodern bir roman.

Klasik romanlarda uygulanan bir takım yöntemler vardır. Benimki o yöntemlere uygun değil.

Ben romandan ziyade sinemaya daha yakın bir yazarım. Sahneyi daha görsel algıyla kuruyorum.

Bir de olayları, söylemleri derinleştirmekten yana değilim. Bu da postmodern bir duruş.

Derinleştirmeden ve sona ermeden başka sahneye geçerim. Orayı okurun tasavvuruna bırakıyorum.

Postmodern bir tavırda ısrar ediyorum. Çünkü hamurum böyle bir çağda yoğruldu.

İzlediğim filmden, okuduğum kitaptan, yaşadığım hayattan etkilendim. Zamanın tini bende de hareket etti. Etkisini bıraktı. 


- Son olarak kitaba dair bir keşkeniz veya pişmanlığınız var mı?

Açıkçası ben Aleviliğin temel kodlarını adeta zipleyip bu romanı yazdım. "Alevilik nedir?" diyen birine bu kitabı verin, okusun, Aleviliğin temel kodlarını öğrenir.

Hepsini sıkıştırabildim. Bunu yapabilmek için de kendi hayal dünyamdan ödün verdim.

Eğer Aleviliği ziplenmiş halde bir kitaba koyma amacım olmasaydı başka bir şey ortaya çıkabilirdi.

Bunu ikinci kitapta yapacağım. Kırklar Meclisi-Kaygusuz Abdal'ı yazacağım. Onu daha özgür ve daha da fantastiğe yaklaşarak yazacağım.

Yani geleneksel Alevilikten ziyade kendi tahayyülümü yazacağım. Bunun neresi Alevilik diye sorduklarında onlara birinci kitabı işaret edeceğim.

Dolayısıyla pişmanlık değil ama daha özgür olmak isterdim. O özgürlüğü ikinci kitapta yaşayacağım. 

 

 

DAHA FAZLA HABER OKU