Eskiçağlardan günümüze yer adlarını etkileyen unsurlar

Umut Ataseven Independent Türkçe için yazdı

Meydana gelen her önemli olay tarihçiler tarafından titizlikle incelenmeli ve varsa mevcut düzen hakkında varsa, yazılı belgelere dayandırarak aydınlatmayı vazife bilmelidir.

Böylelikle tarihi olayların siyasi, sosyal, iktisadi ve askeri yönleri açık bir şekilde ortaya konulmaktadır. Önemli ya da önemsiz her olayın meydana geldiği bir mekânı vardır.

Mekan faktörü her tarihçi tarafından önemli görülse de, bu mekânın dokusal yapısının nasıl olduğu hususu pek önem görmemektedir.

Oysa hem fikir olduğumuz bir konuda varsayımlarda bulunmak yerine mekânın tarihi ve fiziksel yapısı hakkında çalışmalar yapmak en doğrusu olacaktır.

İlkel çağlarda pek görülmese de ad verme geleneği neolitik devrimle birlikte sık sık karşımıza çıkmaya başlamıştır.

Henüz yazının icat olunmadığı ancak mağara duvarlarına çizilen sanat eserleri bizlere gösteriyor ki; ilk insanın hafızasında yer eden bir coğrafyaya ait izler bahsetmiş olduğumuz sanat eserlerine yansımıştır.


Bugün bile geçerli olan ancak eskiçağlardaki kadar önemi haiz olmayan bir konu da şudur ki; insanın su kenarlarına yakın yerlerde iskân etme arzusu…

Eskiçağ insanının özellikle de neolitik devir öncesi insanı henüz yerleşik hayat düşüncesine imtina etmediği ancak böyle bir girişim sonrası da ne yapması gerektiğini inşa ettiği su kanallarından öğrenmek mümkündür.

İlk yerleşim alanları incelendiğinde mutlak surette karşımıza suya yakın alanlar çıkmaktadır. Bu su kenarları bugün Ortadoğu olarak nitelendirilen bölgede bir hayli yoğundur.

İlk medeniyetlerin buralarda kurulmuş olması da bu bölgeyi oldukça önemli kılmaktadır.

Günümüzde Tel-El Mukayyer olarak adlandırılan Ur şehrinde yapılan kazılarda ele geçirilen medeniyete kalıntılarının en eskisi milattan önce yedi binli yıllara kadar dayanıyor olması; burada her daim bir mücadelenin olduğunun göstergesidir.
 

 

Tarihi coğrafya kavramı; özellikle kavramsal olarak sıkça kullanılmakta ancak tam manasıyla birlikte anılmamaktadır. İlk medeniyet kurucuların işgal ettikleri her alan bir coğrafya olmakla birlikte burada meydana getirdikleri birikimleri tarihi olay olarak karşımıza çıkmaktadır.

Toplumların kurulduğu coğrafyalar her zaman cömert davranmadığından birtakım ihtiyaçların başka coğrafyalardan karşılanma düşüncesi kaçınılmazdır.

Suya yakın yerlerde iskân eden toplumun su ürünleri ile geçimlerini sağlıyor olması her ne kadar doğal bir durum olsa da, suya uzak yerlerde iskân eden toplumların hayvancılıkla geçiniyor olması bir o kadar doğaldır.

İnsanın bitmek bilmeyen arzu ve istekleri çatışmaları beraberinde getirmekle birlikte mevcut coğrafyanın kimi zaman etnik yapısını değiştirebilmektedir.

Değişen bu etnik yapı hangi coğrafyada meydana geliyorsa o coğrafyanın bir önceki sakinleri ile sonraki sakinleri arasında kurulması gereken bağ mutlaka kurulmalıdır.

Kurulan bu bağ ile değişen coğrafi ve etniksel yapı o uygarlıkların kimler oldukları hakkında kesin bilgileri bizlere ulaştırmaktadır.

Yazının olmadığı devirler bilgi ve belge azlığından dolayı bir bakıma karanlık görünse de, bahsettiğimiz bağ ile kayda değer yapı ve kültürü meydana getirenlerin aynı uygarlık olduğunu anlamak da çok güç değildir.


Yerleşik düzenin henüz var olmadığı devirlerde insanlar, gittikleri yerlere birtakım nesneler bırakarak orada olduklarını gelecek kuşaklara aktarmış olsa da bilinçli ya da bilinçsiz olarak mı bu davranışı sergiledikleri konusunda bilgimiz yetersiz kalmaktadır.

Bugün dünyanın ilk mabedi olarak nitelendirilen ve yaşı yaklaşık 12 bin yıl olan Göbeklitepe, birçok efsanelere konu olmaktadır.

Bir mabet olup olmadığı konusunda tartışmalar sürerken bu yapının gökbilimciler tarafından da suiistimal edildiğini görmek gerekir.

Daha önce yapmış olduğumuz çalışmalarda yerleşik hayata geçişin olmadığı dönemlerde bir inanç sisteminin gelişemeyeceğini ifade etmiştik.

Bu nedenle Göbeklitepe bir mabet olarak görülme noktasında ciddi anlamda çalışmaların yapılmadığını düşünmekteyiz.

Bereketli Hilal olarak da bilinen bu bölgenin 12 bin yıl önce olmayan yazının ancak var olan duvar resimlerinin dünya boyutuyla vücuda getirilmesinden başka bir şey olmamalıdır.

Göbeklitepe dikilitaşları bir bölgeye verilmek istenen ancak yazı sisteminin gelişmemesinden ötürü mimari bir yapı olarak karşımıza çıkan ilk yer adı ve ilk kilometre taşıdır.
 

 

Yazısal olarak bir tanımlama getirmek ancak Sumerliler döneminde olmaktadır. Elbette söylemlere yansıyan yer adları vardı ancak bu söylemler yazıya geçirilmediğinden dolayı öğrenebilmemiz mümkün değildir.

Batılı tarihçilerin sıkça kullandığı Mezopotamya kavramı iki nehir arasındaki yer  anlamına gelmektedir. Batılı tarihçilerin kullandığı bu kavram doğu tarihçileri tarafından da kullanılmakla birlikte El-Cezire tabirinin kullanımı da oldukça yaygındır.

Bugünün şartlarında değerlendirildiğinde; o bölgede yaşamasına karşın o bölgeyi tam manasıyla tanımayan doğulu tarihçiler, El-Cezire tabirini çoğu zaman ideolojik bir tabir olarak kullanmaktadırlar.

Bu noktada karşımıza Eskibatı ve Eskidoğu ayrımı çıkmaktadır. Bizleri bu iki ayrıma götüren unsur, coğrafi nedenlerden çok zihniyet meselesinden ileri gelmektedir (Bülent İplikçioğlu).

Bu nedenle Mezopotamya coğrafyası her yönüyle ele alınmalı ve ideolojik çıkarımlar bir kenara bırakılmalıdır.


Mezopotamya coğrafyası birçok medeniyetin kurulup, geliştiği ve sona erdiği bir coğrafya olmuştur. Sınırlarını tam manasıyla çizmek mümkün olmasa da kuzeyi Diyarbakır'a uzanan bir büyüklüğe sahiptir.

Günümüzde siyasi sınırlar çizilmiş ve birçok devlet kurulmuş olsa da eskiçağlardan kalan miras bu sınırlardan taşmaktadır. Mezopotamya coğrafyası su kaynakları bakımından oldukça zengin bir coğrafyadır.

Bu coğrafyada kurulan her devletin mutlaka su kenarında iskân ettiğini söylemek mümkündür. Örneğin; Mısır medeniyeti Nil'in varlığından ötürü, etrafı çöllerle kaplı olsa dahi muazzam bir kültürü ortaya çıkarmıştır.

Mısır medeniyetini ancak Nil'in durumuna göre izah etmek mümkün olmaktadır. Mısırlılar Nil'in taşma zamanlarını hesaplamak adına güneş takvimini yine bulunduğu coğrafya neticesinde ortaya koyabilmişlerdir.

Bulunduğu coğrafya kendilerini Astronomi ve geometriye yöneltmiş ve günümüzde hala ayakta olan piramitleri meydana getirmişlerdir.

Mısır coğrafyası elbette ekonomiyi de şekillendirmiş ve ticari alanlar bulundukları coğrafyaya göre işlevsellik kazanmıştır.
 

 

İlk siyasallaşma süreçlerinin de yine Mezopotamya'da başlayıp geliştiğini söylemek mümkündür. İdari yönetimler de yine aynı şekilde coğrafyadan etkilenmektedir.

Eskiçağdaki sınırlar coğrafi sınırlardan ziyade siyasi bir nitelik kazanmıştır. Eskiçağ idari mekanizmaları bulunduğu coğrafyanın vermiş olduğu imkânlar neticesinde rejimini belirlemektedir.

Sert bir iklime sahip olan coğrafyanın idarecilerin ve devletlerin daha ezici ve üstün olduklarını görmek mümkündür.

Özellikle devletleşme sürecine giren teşkilatların sömürgecilik anlayışı bugünkünden çok daha farklı bir anlayışla karşımıza çıkmaktadır.

Eskiçağlardaki sömürgeci devlet modeli, başka bir devleti ezmek ve bazen de soykırıma uğratarak itaat altına almaktan müteşekkildi.

İktidar elinde bulunan merkez toprakları dışında itaat altına aldığı yerleri sınırlarına dâhil etmektense orayı vergiye bağlamayı tercih etmiştir.

Vergiye bağladığı coğrafyanın iş gücü ve hammaddesinden olabildiğince faydalanmış, çoğunluk arz eden bölgelerdeki nüfusu da başka bölgelere sürerek olası bir ayaklanmanın da önüne geçmiştir.

Yapısal olarak incelendiğinde Yeni Assur devlet modelinde bahsettiğimiz hususları görmek oldukça mümkündür.

Buradan da anlaşılacağı üzere idari yönetimlerin ve ortaya konan devlet modelinin doğrudan coğrafya ile ilişkisi görülmektedir.

Askeri devlet modeli de coğrafya ile yakın ilişki içerisindedir. Ordunun kullandığı silah ve teçhizattan, giydiği kıyafete kadar her türlü ihtiyaç ve iaşesi coğrafyanın verdiği imkânlar dâhilindedir.
 

 

Sümerlere baktığımızda ise; en geç M.Ö 4500 yıllarında ilk yerleşmelerin başladığını görüyoruz. Zamanla bu yerleşimler köylere ve daha sonra şehirlere dönüşmüştür.

Değişen ve gelişen şehirleşme yapısı beraberinde bir idareci zümresini ortaya çıkarmıştır. Kurulan her bir şehir idareci ve güvenlik teşkilatını da aktif hale getirmektedir.

Beylerin idaresinde olan şehirlerin sayısı artıkça sınırlar da yeniden çizilmekteydi. Elbette sadece dışarıdan gelen saldırılar için değil, beyler arasında yaşanan çatışmalar da şehrin etrafına sur örmeye neden olmuştur.

Bu noktada yine karşımıza coğrafya faktörü çıkmaktadır. Bulunduğu coğrafyaya göre güvenlik önlemleri alan devletler için kale ve surlar oldukça önem arz ediyordu.

Bir kaleyi almak o şehri almak anlamına gelirdi. Zira şehirleşme kale içlerinde veya yüksekçe olan bölgelerde gelişme göstermekteydi. Urartular döneminde yapılan Harput Urartu Kalesinin zapt edilmesi oldukça güç olmakla birlikte kalenin arka surları uçuruma bakmaktadır.

Olası saldırıda sadece tek yönlü saldırılar olabilmekteydi… 2015 yılında tesadüf eseri bulunan bir rölyefte kale saldırısının tasvir edildiğini görmek mümkündür.

Bugünün şartlarında bir kalenin varlığı ancak bulunduğu coğrafyanın tarihi ile ilgili bilgiler vermekten öteye gitmemektedir.

Bazı kalelerin müzelere ya da zindanlara dönüştürüldüğünü söylemek de mümkündür. Bugünün teknolojisinde kale savunmasını yapmak gereksiz olduğundan mevcut idarecilerin bir siyasi malzeme olarak kullanması da mümkün değildir.

İlkçağlardan beri süre gelen kendini korumu içgüdüsü önce küçük çaplı surları daha sonra da müstahkem kaleleri beraberinde getirmiştir. 
 

 

Bugün antik bir kente gittiğimizde o yerin birden fazla adının olduğuna dair birçok örnek vardır. Bu örnekler mevcut iktidarın ve yerel halkın istekleri doğrultusunda sürekliliğini sağlamıştır.

Antik dönemde Troya olarak bilinen yerin aslında bugün Çanakkale olarak adlandırılması tarihin getirmiş olduğu bir süreçten çok mevcut halkların isimlendirilmesinden ileri gelmektedir.

Bugün Türkiye sınırları içerinde yer alan Çanakkale şehri, idari bir taksimat içerisinde kendine özgü şehirsel nitelikleri taşımaktadır.

Antik dönemde birçok halka ev sahipliği yapan bu şehrin dönem dönem adının değişiyor olması tamamen kültür emperyalizminden kaynaklanmaktadır.

İki farklı halkın bir savaş neticesinde bir bölgeye yerleşmesi ve akabinde yer adlarını kullanması tamamen doğal bir unsurdur. Burada asıl sorgulanması gereken husus mevcut yer adının köken bakımından ne anlam ifade ettiği.

Bugün Troya'lı kavramını kullanmak doğru bir tanımlama olmamakla birlikte birçok antik yazarının kullanmış olduğu yersiz terminolojiden kaynaklanmaktadır.

Troya adını ancak dönemsel bir yazıda ya da betimlemede kullanmak en doğal bir durumdur. Örneğin Truva savaşını anlatırken veya izah ederken Troya ya da Troya'lı kavramını kullanmak terminolojiye aykırı bir durum değildir.

Bugün birçok tarihçinin düştüğü en bariz hata da budur aslında. Çoğu verilen seminer ya da konferansta tarihi bir olay anlatılırken mevcut terminoloji üzerinden dile getirilmektedir.

Bu durum hem bilim etiğine hem de dönemin terminolojisine aykırı bir durumdur.

 

Devam edecek…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU