Dosya/Soruşturma: Türkiye'de sağlıklı bir eleştiri ortamı ve sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mı? (7)

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Dersim Katliamı, Hz. Ali ile Mustafa Kemal Atatürk'ün aynı duvardaki portreleri bize neyi anlatıyor?

Bir duruma, bir olaya ya da bir ana değer katmanın en önemli yollarından biri yüzleşmekten geçiyor.

Yüzleşmenin sınırları genişledikçe, hem toplumsal eleştirinin hem de bireysel eleştirinin yöntemi de gelişir.

Kahramanlık çağının bittiği, bir kahramanın artık çıkıp gelmeyeceği, geçmişte kahraman unvanına büründürülenlerin insani zaaflarını, zalimliklerini de unutmamak gerek.

Dersim Katliamı'nın üzerinden seksen üç küsur yıl geçti. Sadece Dersim Katliamı değil, geçmişe döndüğümüzde olayların sayısı artar.

Şuna geleceğim: Dersim Katliamı'nın bizatihi emrini veren Mustafa Kemal Atatürk'tür. Dersim Katliamı, bir toplumu derinden sarsan, yıkımlardan bir tanesidir.

Siyasetin malzemesi olmaktan öteye geçmemektedir. Devlet ise hiçbir zaman yüzleşmeye yanaşmadı, siyasi partilerin oy malzemesi haline gelmekten de kurtulamadı.

Dersim'de çoğu evin duvarında hâlâ Hz. Ali ile Mustafa Kemal Atatürk'ün portreleri yan yana durmaktadır. Bu durum hiçbir zaman eleştiri konusu haline gelmedi.

Toplumun psikolojik, sosyolojik yapısına eğilen çalışmalar yapılmadı. Bu yüzden Dersim ve Dersim Katliamı'na dair edebi eserler bir elin parmak sayısını geçemedi.

Nitekim bunda, eleştiri ortamının sağlıklı işlememesi, resmi ideolojiyle birleşen araştırmaların dışına çıkılmamasının etkisi vardır.

Süngüden geçirilen kadınlar, çocuklar, erkekler, yaşlılar, gençler. Munzur'un kana bulanan suyu. Ve evlerin duvarlarında yan yana duran Hz. Ali ve Mustafa Kemal Atatürk portreleri:

Eleştirmenlerin ilgisini çekecek bir sorun haline gelmemişse, o çerçeveli fotoğrafın neden orada olduğu sorusuyla ilgilenilmediyse, buna dair toplumsal bir eleştiri yolu açılmadıysa, yazarın da bu konuya dair, herhangi bir eserde kendini ileriye taşıması, geleceğe yönelik saptamalarda bulunmasının önüne geçilmiştir.

Aynı zamanda, yaşanan bu trajik olayların hiçbir değişim geçirmeden aynı şekilde kalmasına neden olunmuştur.

Ayrıca toplumun geniş kesimlerinin "yüzleşme" evresini hiç geçirmeden, resmi bayramların gölgesinde aynı sesle, aynı savaş nidalarıyla tepki vermelerinin önüne geçilmemiştir.

Burada edebiyatın gücüne yeterince inanılmıyor sonucu çıkmaz, aksine edebiyatı gücü biliniyor. Bu yüzden, eleştirmenler ve yazarlar da birbirini memnun eden konular etrafında dönüp dolaşmaya devam ediyor. 


Editörlük meselesi piyasanın koşulları arasında gölgelense de, bunun bir tür bahane ve kaçış yolu açtığını da görebiliyoruz.

Bu yüzden zorluklarla örülmüş zamanlarda daha iyi işlerin ortaya çıktığı tarihte yazılıdır. Nasıl bir gelişme kaydedecek bilinmez, ama bilinen tek bir şey var:

Zamanla çorap söküğü gibi çoğu şey ortalığa saçılır. Özgünlüğün yerini başka şeylerin alacağı keskinleşir. 

Bu bölümde, Esra Özdemir Demirci, Kerem Görkem, Mehmet Fatih Özbey ve Senem Gezeroğlu soruları yanıtladı.

Soru 1:  Rus eleştirmen Belinski'nin 19'uncu yüzyılın ortasında, Rus edebiyatına katkıları büyük olmuştur.

Dostoyevski'nin İnsancıklar romanı hakkında yazdıkları edebiyat camiasında bir yazarın adım adım gelişini müjdelediği gibi, pek çok yazarın önünü açacak tahliller yapmıştır.

Yazılarının pek çoğunda yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici bir eleştirel mecra yaratmıştır.

Dolayısıyla kendi dönemi ve pek tabii ki sonrasında bu açıdan önemli bir rol üstlenmiştir. Sonraki yıllarda Belinski'nin edebiyatta üstlendiği rol, Rus yazını dışında da karşılık bulmuştur.

Tolstoy'un ilk romanı Rus Fransız savaşını anlatan Sivastopol romanında, Fransızca konuşan Rus subayların kendilerine yabancılaşmış halleri, İvan Turgenyev'in Babalar ve Oğullar romanındaki toplumsal meseleler ve kuşak çatışması, Fyodor Miyailoviç Dostoyevski'nin İnsancıklar romanındaki ezilen insanları, Nikolay Gogol, Mihail Lermontov, Saltıkov Şçedrin ve daha pek çok yazar bu edebiyat ortamından etkilenmiştir.

Bugün Rus yazını diye bir kanondan bahsedilecekse o dönemin eleştirel ortamının payı çoktur bunda.

Size soracağım soru şu olacak:

Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü sizce? Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı?

Metinlerinizi eleştirel bir gözle analiz ettiğinizde kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?  

Bunu sorulara, kitap veya kitaplarınızdan yola çıkarak cevap verirseniz memnun olurum.  
 

Soru 2: Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugün pek çok yazarın yayınevlerinin editörleri dışında profesyonel yardım aldığı biliniyor.

Wladimir Nabokov'un eserlerinde bir nevi editörü olan eleştirmen Edmund Williams'ın önemi oldukça büyüktür.

Yine J. D. Sallinger'ın hem yayıncısı hem de editörünün yazarlığı üzerindeki etkisinin önemi biliniyor.

K24, 2015 yılında bu konuda bir dosya hazırladı. "İyi bir okur değilseniz, iyi bir editör olamazsanız" başlıklı yazısında, Çiğdem Uğurlu şu çarpıcı tespitte bulunur:

Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…

Yine bu konuda Armağan Ekici, Selahattin Özpalabıyıklar, Murat Yalçın, Levent Cantek etraflıca yazılar kaleme aldı.

Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum, bir yazar olarak siz de bu müessesenin bir parçasısınız. Dolayısıyla bu konuda fikrinizi almak istiyorum;

Sizce Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar- editör ilişkisi var mıdır? 


Esra Özdemir Demirci: Eleştirel ortamlardan kaçınmamızın nedeni onları sağlıklı bulmamamız gibi görünüyor
 

 

1) Maalesef mümkün görünmüyor. Hâl böyleyken, benzer bir edebiyat gelişiminden söz edemeyince yüzümüzü geriye, önceki kuşaklara dönüyoruz. Bu ve benzeri soruların cevabını ancak onların eserlerinde bulmakla göneniyoruz.

Günümüz edebiyat ortamında, yazarın toplumuyla kurduğu ilişkiden ziyade kendi içsel yolculuğu, kendisiyle olan mücadelesi ön planda.

Bu çabanın, eseri görünür kılmak adına yapılan haklı bir hamle olduğu da düşünülebilir elbette. Önceki kuşaklarda var olan basitliğe, somutluğa erişebilme çabasının gölgesine rastlasak sığınacak pozisyondayız.

Eleştirel ortamlardan kaçınmamızın nedeni onları sağlıklı bulmamamız gibi görünüyor olsa da genel itibariyle eleştiriye kapalı durumdayız. Bunun en önemli sebebi yapısal eleştiriye olan gereksinimimiz. Eleştirinin dünü ve bugünü kıyaslaması yapıldığında, bu gerçeğin daha da açığa çıktığı görülmektedir. 

Tahsin Yücel'in "Yapısal Eleştiri" başlıklı yazısında, bu konuda çok önemli bir noktaya vurgu yapılır:

Eleştiri, tutarlı ve nesnel olmak istiyorsa, her şeyden öne belirtgeler -ya da terimler-  sorunuyla bu belirtgeler arasındaki ilişki sorununu çözüme kavuşturmak zorundadır. İncelediğimiz yapıtta karşımıza çıkan her terim ya da belirtgenin özelliklerini alışılmış dilsel anlatım düzeyinin üstünde aramak zorunda olduğumuzu görürüz.

Bu açıklama yapısalcı eleştirinin ne olduğu kadar, günümüze ne denli aksedebildiğini de anlamak adına başvurabileceğimiz nice önemli kaynaktan sadece biri aslında. 

Herhangi bir edebiyat kanonuna yaslanmıyorum. Böyle bir iddiam ya da duruşum hiçbir zaman olmadı. Öykü ve yazılarım şu veya bu bakış açısıyla yazılmadı.

Her zaman genele hitap eden, tek bir görüşü ünlemeyen ve hep aynı noktadan bakmayan yazılar kaleme almaya çalıştım.

Özümde de bu yatkınlığa sahip olduğumdan yazdıklarım ve yaşadıklarım her zaman birbiriyle örtüştü diyebilirim. 

Belli bir alanda geçerli olan kurallar edebiyatı ne denli kapsıyor? Kapsayabiliyor mu? Ya da biz edebiyatı kanonlar üzerinden mi dikkate almalıyız? Bunun bendeki karşılığı hayır.

Edebiyatı bu çelişkin kavram kapsamında değerlendirdiğimizde, tek tarafından bakıldığı için diğer tüm ayrıntıları atlanmış, dolu gibi görünse de içerik olarak sesi ancak bir yere kadar yankı bulacak bulanık eserler çıkıyor ortaya.

Bunlar da sanat ve özellikle edebiyatın evrensel ve bütüncül yapısına zarar veren habis birer ur olmaktan öteye geçemiyor maalesef.


"Bu yolda kişisel anlamda tek yol arkadaşı ise editörü olacaktır"

2) Olsa bile yeterli değil. Bunun en büyük nedeni ise yayınevi-yazar- okur bütünlüğünün tamamlanamayışı. Ortaya konulan eser için, her ne kadar yazarından çıktığı andan itibaren artık okura aittir gibi bir yargıya varılıyor olsa da burada atlanılan çok önemli bir detay olduğu kesin.

Yazar ile okur arasındaki bağı kuran elbette yayınevleridir. Eser, yazardan çıktığı andan itibaren kaderini belirleyecek yola girmiş olur. Bu yolda kişisel anlamda tek yol arkadaşı ise editörü olacaktır.

Yazarın editörle kurduğu, kuracağı bağlantı, ortaya konulan eserin ilk ve en sağlam adımını oluşturduğu için bilhassa önem arz eder.

Bu, başlangıcı belli ancak gidişatı birlikte oluşturulacak bir yolculuktur. Ve ancak iyi tamamlanmış bir yolculuğun sonunda arzu ettiğiniz hedefe yaklaşmış olursunuz. Asıl tamamlanma ise elbette, eserin okuyucu ile buluşacağı o son durakta gerçekleşecektir.

 

Kerem Görkem: 50 kuşağının edebiyat ortamında alan çok daha genişti
 

 

1)  Cumhuriyet öncesi dönemi çağdaş edebiyatın öncülü saymak aldatıcı, bugün kalkıp da Tanzimat'ı, Servet-i Fünun'u Türkiye edebiyatının bir parçası olarak değerlendirmek zorlama olacaktır.

Bu bakımdan sorunuzu Türk modenleşmesinden sonraki dönemi kapsayacak şekilde yanıtlamak istiyorum: Türkiye'de Rus yazınındakine benzer bir gelişimden söz etmek çok zor.

Bu ifadeyi 2000'li yıllar için kullanıyorum; modern Türkiye'nin özellikle ilk elli yılı için daha zengin bir ortamdan söz edebiliriz.

Akla tabi öncelikle Ataç ve Memet Fuat gibi isimler geliyor. Kendi dönemleri için bana göre çağının ötesinde bir eforla çalışmış, deyim yerindeyse hayatlarını yazına adamış kişiler bunlar.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte hem kurgu, hem eleştiri niteliğinde değerlendirilebilecek düzyazıları birlikte üretmiş isimleri de anmalı.

Aklıma ilk gelen Erdal Öz olur. Onu, yalnızca Can Yayınları'nın kurucusu ya da becerikli bir yayıncı olarak hatırlamak haksızlıktır.

Aynı zamanda büyük bir romancı ve deneme ustasıdır da. Eleştiride Ataç geleneğini sürdürme çabasında olmuş, dil üzerine çok kafa yormuştur.

İnternet gazeteciliği ve sosyal medyanın hayatımızın merkezine yerleşmesiyle bugün imkanlar iyice gibi görünüyor; fakat bana göre, 50 kuşağının edebiyat ortamında alan çok daha genişti.

Yazdıkları gerçekten satır satır okunan, gerek edebiyat dünyası içerisindeki emekçilerin, gerekse edebiyat okurunun sıkı sıkıya takip ettiği isimler vardı.

Örnekse, dönemin eleştiri yazılarına cevaben kaleme alınmış karşı tezleri, böylelikle birkaç yazı ömründe uzayan giden bir tartışma ortamından söz edilebilirdi.

Bugün, Orhan Koçak'ın başını çektiği, ne yazık ki, yalnızca yazarı, editörü ve ilgili akademisyenlerce okunabilen, "sıradan" okura kendini kapayan akademik metinlerin dışındaki fikir yazılarını tükaka etme gibi bir durum söz konusu.

Fikir yazıları ifadesini özellikle kullanıyorum, zira kitap tanıtım yazıları büyük ölçüde ticarileşmiş ve birer pazarlama stratejisi konumuna gelmiş durumda.

Adına eleştiri diyelim ya da bundan imtina edelim, ben bir kitap üzerine düşünen, kurmacayı eşeleyen, metinlerarası ilişkiler üretme çabasında olan çalışmaları kıymetli buluyorum.

Romanlarım dışındaki düzyazı üretimlerimda, ben de bunun üstesinden gelmeyi deniyorum. 


"Yazarın son noktasını koyduğu metninden uzaklaşması zaman alır"

2) Türkiye'de yazar-editör ilişkisinin sağlıklı olup olmadığını genellemek bana göre kolaycı bir yaklaşım olur. Fakat şunu tespit etmekte bir sakınca yok: Çağdaş telif eserlerin büyükçe bir bölümünde editoryal hizmet sunulmadığı görülüyor.

Burada, metinlerine el sürülmesine müsaade etmeyen birkaç "baba"dan söz etmiyorum, sınırlı bir okur kitlesi bulunan, kitapları yeni çıkanlar rafından indikten sonra depoya kaldırılan çağdaşlarım ve editörleri arasındaki ilişkidir değinmek istediğim.

Ben kendimi şanslı addedenlerdenim, zira İlknur Özdemir gibi dönemimizin en nitelikli editör/yayın yönetmenlerinden biriyle çalışma şansına sahibim.

Benim kabul ettiğim edebiyat anlayışında bir kurmaca eserin editörü kitabın ikinci yazarı konumundadır, metni temkinli bir biçimde ele alıp yeniden üretmekle mükelleftir.

Yazarın son noktasını koyduğu metninden uzaklaşması zaman alır ve inanın yeni baştan bir çalışma içerisine girmesi işkence gibidir.

Editör tam da bu noktada, az önce de ifade ettiğim gibi, temkinli bir göz olarak neredeyse ortak yazarlığa soyunmalıdır.

Oysa pek çok yayınevinde, editörün görevi bir düzeltmenden öteye gitmiyor. Bu durumun, büyük ölçüde editörden ziyade yayınevi yönetimlerinden kaynaklı olduğu biliyor, duyuyorum.

Gelgelelim, iyi birer okur olmayan edebiyat editörlerinin sayısı da az değil. Bana göre tıpkı yazar gibi, editörün de sıkı bir okur olması gereklidir.

Metin ancak böyle olgunlaşabilir. Bunu söylüyorum, çünkü oldukça ham metinlerin çok konuşulduğu bir edebiyat ortamının tam da içerisinden konuşuyorum.

 

Mehmet Fatih Özbey: Az sayıda akademisyenle birlikte çok değerli eleştirmenlerin de güncel eleştiriyi ayakta tuttuğunu söylemek mümkün
 

 

1) Bizde modern edebiyatın gelişimi kuşkusuz Rus edebiyatındakine benzer bir gelişim çizgisi izlemedi.

Belirli eleştirmenlerin yönlendirdiği bir edebiyattan bahsetmekten ziyade yazarların aynı zamanda eleştirmen görevi üstlendiği bir inşa sürecinden bahsetmenin daha doğru olduğu kanaatindeyim.

Elbette 20'nci yüzyılın ilk yarısından itibaren eleştiri bizde de bir disiplin haline gelmiş; Nurullah Ataç, Fethi Naci, Memet Fuat gibi isimler dönemin güncel edebiyatı hakkında önemli tenkitlerde bulunmuşlar.

O günlerden günümüze eleştiri çok yol katetti. Bugünse eleştirinin çoğunlukla akademi çevrelerinde ve geriye dönük yapıldığı bir gerçek olsa da günümüz yazınını takip eden az sayıda akademisyenle birlikte çok değerli eleştirmenlerin de güncel eleştiriyi ayakta tuttuğunu söylemek mümkün.

Ancak yeterli düzeyde olmadığı da bir gerçek. Bunda belki de en önemli etken, görünür olmanın yüceltildiği postmodern dönemde üretimin oldukça artması.

Eleştiriden çok kitap tanıtımlarının, alıntıların, görsel olanın rağbet gördüğü bir dönemdeyiz diyebilirim; artık okurun tercihi çoğunlukla tüketim kodları üzerinden belirleniyor.

Günümüzde yol gösterici bir otoriteden bahsedemesek de iyi eleştirmenlerin dikkatleri metni ileriye taşıyacaktır.

Bununla birlikte, yazarların birbirlerini takip etmelerinin de eleştiri ortamının oluşması açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Gerçi bizde -öykü yazarlarını düşünecek olursak- eleştiriler pek paylaşılmıyor olsa da gözlemlediğim kadarıyla herkes bir şekilde kim ne yazmış diye okumaya çalışıyor.

Bunun da yazar açısından kendi kritiğini yapabilmek adına bir şans olduğu kanaatindeyim. Yaslandığım bir edebiyat kanonu var mı? Hayır.

Buna benim karar verebilmem de pek mümkün değil açıkçası. Yaptığım tek şey, iyi olduğuna inandığım, sevdiğim metinlerin izini sürmek, dönüp dolaşıp onları yeniden okumak, sonrasında da okumaktan keyif alacağım metinler ortaya koymaya uğraşmaktır.


"Yazarın kendi metninin editörü olması, bunu yapabilmeyi öğrenmesi gerektiği kanaatindeyim"

2) Bu sorunun tek bir yanıtı olmadığını düşünüyorum. Benim söyleyebileceklerim kişisel deneyimimden fazlası olmayacaktır.

Ancak, yazarın da editörün de iyi birer okur olması işlerin yolunda gitmesi için elzemdir diye düşünüyorum.

Bir de tarafların egolarını bir kenara bırakıp ortak bir amaç için çalıştıklarını unutmamaları gerekir.

Öncelikle, yazarın kendi metninin editörü olması, bunu yapabilmeyi öğrenmesi gerektiği kanaatindeyim.

Bunun yanında, okurluğuna güvendiği insanlarla yazdıklarını paylaşması, onlardan gelen eleştirileri dikkate alması da önemli. Editörün önüne giden metnin rafine olması sürecin daha sağlıklı işlemesini sağlayacaktır diye düşünüyorum. 

Kendi deneyimimden söz edecek olursam, editörüm Barış Cezar'dı. Metne odaklanan, fikir veren, yapıcı eleştirileri ile yol gösteren bir editörle çalışmış olmak benim için şanstı.

 

Senem Gezeroğlu: Oysa eleştirinin de yazar olarak kendini geliştirmenin de yolu derinleşmekten geçiyor.
 

 

1) Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü? Oldukça geniş kapsamlı bir soru. Cevap verebilmem için eleştiri türünün her iki ülkedeki tarihi gelişimine değinmem gerekecek. 

Rusya'da 18'inci yüzyılda gerçekleşen Petro reformları kültürel hareketliliği de beraberinde getirdi. Yeni yayınevlerinin kurulması, kitap basımının ve okuryazarlık oranının artması edebiyatın ve buna bağlı olarak edebi eleştirinin gelişmesini sağladı.

Rus edebiyatında oldukça etkili olan sanatsal akımlar, edebi eleştirinin de atardamarıydı. Edebi eleştiride klasisizm, sentimentalizm ile başlayan süreç romantizmin, realizmin kendini göstermesiyle devam etmiş; 19'uncu yüzyılda önce dekabrist sonra gerçekçi edebiyat eleştirisiyle yükselişe geçmiştir.

Belinski işte tam da bu dönemde realist akımın programını oluşturmuş, metin eleştirileri ve yönlendirmeleriyle Rus edebiyatını önemli ölçüde etkilemiştir.

Sonraki süreçte gazeteler ve dergiler aracılığıyla iyice büyüyen; estetik, demokratik, organik, halkçılık gibi yeni eleştiri akımlarıyla ilerleyen bir edebiyat eleştirisi Rus edebiyatının merkezine yerleşmiştir. 20'nci yüzyılın başlarında artık köklü bir eleştiri geleneği vardır. 

Şimdi dönüp kendimize bakalım. Bizde yazılı edebiyatın ilk eleştiri formları olan muahezeleri, takrizleri, hicviyleri saymazsak (ki bunların da çoğu metni değil yazarı hedef alır) Batılı anlamda ilk eleştiri yazıları Tanzimat'la başlar ve sonrasında ivme kazanır.

Bu dönemde gazeteler aracılığıyla büyüyen atışmalar, tartışmalar, Demdeme-Zemzeme'ler, abes-muktebesler edebiyatın gündemini oluşturur. Ancak bunların çoğu genellikle şiir türüne yönelik, izlenimci ve öznel eleştirilerdir.

Zaten bu dönemde hikâye tahkiye geleneği devam etmekte, Batılı anlamda romanlar ise yeni yeni yazılmaktadır. 

Dolayısıyla 1960'lara gelinceye kadar metin merkezli, nesnel, gerçek bir eleştiriden söz etmek pek mümkün görünmüyor.

Bu tarihten sonra Batıda eğitim gören, onların ekolünü benimseyen akademisyenlerin etkisiyle nesnel eleştiri ön plana çıkar.

Bilimsel, nesnel eleştiri ifadesinin kısaltması olan BİNES'çiler bu dönemin eleştiri alanındaki en önemli adımıdır bana kalırsa.

Çünkü kendilerinden sonra gelen nesli de etkilemiş, bir metne bilimsel olarak nasıl yaklaşılır'ın altını çizmişlerdir. 

Edebiyat eleştirisinin iki ülke tarihindeki serüvenine kısaca baktığımızda bile karşımıza bariz sebepler çıkıyor: Çağ ve coğrafya farkı, zaman ve mekân farkı var. Bunları saf dışı bıraktığımızda mesele bitmiyor.

Bizde köklü bir eleştiri geleneğinin olmayışı, yani temelin sağlam olmayışı üzerine bina kurmayı da zorlaştırıyor.

Bunun temelinde ise başka bir sorun yatıyor: Edebi türlerin doğuşu, gelişimi ve değişimi ise her ülkede aynı şekilde, aynı anda, aynı hızda gerçekleşmez.

Edebi eleştirinin malzemesi edebi türlerdir, ana malzemeniz nasılsa ortaya çıkaracağınız şey de onun etkisindedir. 

Bu açıdan bakıldığında edebi türlerin Rus edebiyatındaki tarihsel serüveniyle bizimkisi aynı değildir elbette. Buna bir de metin eleştirisi ekleyince Belinski'ye benzer bir ekolden söz etmek pek de mümkün görünmüyor.

Tabi böyle düşünüp sıyrılmak yok. Hadi diyelim ki her şeyde olduğu gibi burada da geriden takip ediyoruz, ama Rus edebiyatında neredeyse iki yüz yıl önce yakalanan şeye bizim en azından şimdi ulaşmamız gerekmiyor muydu? Biz bunca yıl ne yaptık? 

Maalesef burada da devreye eleştiri anlayışlarından doğan farklılık ve bilimsel değerlerin göz ardı edilişi giriyor.

Resme tekrar baktığımızda şunu göreceğiz ki Rus edebiyatında edebi eleştirinin seyrini sanat akımları belirlerken bizde ve özellikle günümüzde kişisel kavgalar ya da "çete"ler belirliyor. Yani eleştiri, metinler değil ilişkiler üzerinden yürüyor, kör topal. 

Çok da kötü düşünmemek lazım. 1960-2000 yılları arasında metin merkezli eleştiri etiği kısmen de olsa yakalanmıştı.

Az önce bahsettiğim BİNES'çiler gibi. Çalışmalarıyla hem çağdaşlarına hem de sonrasına ışık tutan eleştirmenlerimiz oldu. Nitelikli edebiyat eleştirisi yapanlar günümüzde de var, ama ne yazık ki sayıları az. 


Peki neden böyle? Soruşturmanın başından beri üzerinde durduğum nedenlerin yanına bir yenisini daha ekleyelim: Tür olarak eleştirinin zorlukları.

Ama her şeyden önce şunu ayıralım. Kitap tanıtım yazısıyla edebi metin eleştirisi birbirinden farklıdır, birini överken diğerini gömmek yersizdir, ikisine de ihtiyaç vardır.

Özellikle matbu dergilerde uzun uzun edebi eleştirilere ve makalelere yer açmak pek mümkün değildir. Bunun yerini hem yazarın hem okurun hem de editörün işini kolaylaştıracak kitap tanıtım yazıları yer alır.

Evet, bunlar yüzeysel metinlerdir ama işlevseldir de. Ta ki "güzelleme"ye dönüşmediği sürece. Yani bizler kitap tanıtım yazılarına değil kitap güzellemelerine, gereksiz övgülere, şişirilmiş cümlelere karşıyız.

Edebiyat eleştirisi ise bambaşka bir şeydir. Metni derinlemesine incelemek, analiz etmek birikim ve kültür ister, edebiyat teorisi ister, felsefe- psikoloji-sosyoloji ister.

Eline her kalemi alan şiir- öykü yazmaya cesaret edebilir (ki son yıllarda bunun örneklerini sıkça gördük) ama herkes metin eleştirisi yazamaz.

Yazdı diyelim, bunu her dergide yayınlatamaz, hadi bu engel de bir şekilde aşıldı, bu sefer de yazar egosu eleştiriyi kaldıramaz (Burada şunun altını çizmeliyim, bahsettiğim eleştiri türü şahsa yönelik olmayan, edebi eseri merkez alan, nitelikli eleştiridir; öbür türlüsü zaten eleştiri değildir).

Yazarımız, hem metninin hem de kendisinin gelişimini isteyen olgun bir yazardı ve eleştiriyi kaldırdı diyelim, yazdıklarınızı kitap dosyası hâline getirdiğinizde bu sefer de yayınevi basmaz, risk almaz, çünkü bilir ki satmaz. Türün çıkmazları böyle böyle birikir ve eleştirmenin yoluna tek tek dizilir. 

Modern insanın öncelikleri, çağın getirdikleri ve okurun beklentileri bizde eleştiriyi tıkayan diğer etmenlerden. Artık hız, teknoloji ve sosyal medya çağındayız.

Kimselerin durup da uzun bir eleştiri yazısı okumaya ya da okuduğu metni tekrar tekrar inceleyip üzerinde düşünmeye vakti yok, sabrı da. Oysa eleştirinin de yazar olarak kendini geliştirmenin de yolu derinleşmekten geçiyor.

Avantajları ve dezavantajlarıyla yeni bir dünya var artık önümüzde: Sosyal medya. Her şeyin şeffaflaştığı, herkesin her şey olabileceği bir yer orası.

Dakikalar içinde bir sosyal medya hesabı açıp bionuza "şair, yazar" yazabilirsiniz, profilinizde birkaç yazı ve şiir yayımlayıp dakikalar içinde siz de edebiyatçı olabilirsiniz.

Şartlar böyleyken okuduğunuz kitaplar hakkında görüşlerinizi yazabilir, postlar paylaşabilir, diğer kitapseverlerle etkileşime girebilir ve hatta "eleştirmen" olabilirsiniz.

Bunları asla küçümsemek için söylemiyor, tam tersi, içinde bulunduğumuz dünyayı ve değişen şartları kabul ediyor, kendimizi de buna göre yenilemek/güncellemek, çağı yakalamak gerektiğine inanıyorum.

En azından işi gücü kitaplar olan bir topluluk var önümüzde. Burada okurla kitap arasında kurulan ilişki biçimini (dikkat edin okurla yazar arasında demiyorum) oldukça önemsiyor ve benimsiyorum.

Gerçek okurun sezgisine ve zekâsına güveniyorum. Kitapları değerlendirenler, birbirlerine tavsiye edenler, hakkında yazı yazanlar, o kitabı birlikte okuyanlar, okuma grupları, atölyeler, metin çözümleme dersleri ve dahası… Seçenek çok.

Okur, bu çok sesli ortama kendi sesini de ekleyerek, okuduğu/okuyacağı kitabın "eleştirmen"i olabilir. Ama sosyal medyanın rüzgârına kapılıp çöplüğüne de düşebilir. 


Yaslandığım bir edebiyat kanonu var mı? Hayır. Her şeyden önce tabiatıma ters. Bununla birlikte yazmanın getirdiği özgürlüğü ve yazarın kendini bile tekrar etmeyen özgünlüğünü seviyorum, bunun peşindeyim.

Bütün imkânlardan, ortamlardan, çıkar ilişkilerinden, hırslardan, teptiğiniz yollardan, idealize ettiğiniz dünyadan ve hatta edebiyatın kendisinden bile vazgeçip o boşluk anında, o huzur kırıntısında, hani uzayda yüzüyormuş gibi, şimdi ölecekmiş ama sonsuza kadar da yaşayacakmış gibi, boş bir sayfayla baş başa kaldığınız o anda yeşeren yalnızlığa, yaratıcılığa ve yarınlara inanıyorum.

Bu "yarın"lar da kendi öznel zamanım. Kendimi teskin etme şeklim, ayakta durma ve direnme biçimim. Çünkü zamanın en iyi eleştirmen olacağına dair inancımı çoktan kaybettim.

Zamanın akışında ve dişlilerin arasında kalıp kırılan ve yok olan kalemlerin sayısı öyle çok ki. Kalem gerçekten de kılıçtan keskinmiş.

Her şeye rağmen, bu savaşta sadece yazıyor olmanın verdiği hazzı ve akıl sağlığımızı koruyabilir; kendi kalem/izi kurtarabilirsek ne âlâ. 


"Türkiye'de sağlıklı yürüyen bir şey kaldığını düşünmüyorum açıkçası"

2) Türkiye'de sağlıklı yürüyen bir şey kaldığını düşünmüyorum açıkçası. Toplumsal, kurumsal olarak topyekûn bir çürümenin içindeyiz.

Edebiyat çevresinde kurulan ilişkiler de buna dâhil. Peki sağlıklı yürüyen yazar- editör ilişkisi var mıdır, elbette vardır ama nadirdir, genel olarak olumlu şeyler söylemem çok zor.

Her ne kadar sorunun kökünde "yazar ve editör" varsa da ikisi arasında kurulan ilişkinin temelini yayınevleri oluşturuyor.

Yayınevlerinin politikaları, dünya görüşleri, ticari kaygıları, kitaba yönelik algıları (bir nesne olarak mı yoksa edebi kriterlerle mi yaklaştıkları), piyasanın koşulları, kâğıt masrafları, hatta bazen matbaada yanlış basılan bir harf bile editör ile yazar arasındaki ilişkinin seyrini değiştirebiliyor.

Burada durup rolleri ve görevleri netleştirmek gerekiyor. Redaktör nedir? Eleştirmen nedir? Editör nedir? Editörün görevleri nelerdir, editörün görevi olmadığı hâlde sorumlu tutulduğu işler nelerdir?

Bunların neticesinde ortaya çıkan sorunlardan ve yayınevi-yazar-okur baskısından nasıl sağ çıkabilir? Tanımlar, görevler, sorular, sorunlar iyice birbirine girer çünkü bu konular üzerinde pek durulmaz.

Durulsa ve kurumsal etik ilkelerle hareket edilse bile çözüm bulunmaz, her şeyde olduğu gibi değneğin ucu gelir yine ekonomiye dayanır. 

Yayınevinden kaynaklanan sorunları çemberin dışında tutup sadece yazar-editör ilişkisine odaklanırsak, tecrübelerimden ve gözlemlerimden hareketle bu ilişkiyi üç editör tipi ile üç yazar tipine indirgeyip çeşitli kombinler oluşturabilirim: 

Y1: Metnini kutsal sayan, tek bir cümlenin dahi değişmesine izin vermeyen tanrı yazar tipi

Y2: Henüz bitmemiş (ama nasıl olduysa ön elemeden ve yayın kurulundan geçmiş) dosyayı ne de olsa editör halleder diyen oldukça rahat yazar tipi

Y3: Artı ve eksilerini kabul eden, editörün tavsiyelerini süzgeçten geçirip kendi değerleri ve ilkeleriyle birleştiren, metnini daha iyi ve güçlü hâle getirebilmek için önerilere açık olan ve sıkı çalışan ideal yazar tipi.


E1: Yazarın metnini a'dan z'ye değiştirerek onu kendine göre yeniden biçimlendirmek isteyen aşırı müdahaleci editör tipi

E2: Ne de olsa dosya basılacak, hatalar da beni ilgilendirmez yazarına aittir diye düşünen ve önündeki metni yüzeysel bile değerlendirmeyen tembel editör tipi

E3: Dosyayı okuyup inceleyen, olumlu ve olumsuz yanlarını tespit edip yazarına görüş bildiren, metni daha iyi bir yere getirebilmek için ona emek veren profesyonel editör tipi.   

Kabataslak böyle. Gelen her yeni dosya ile birlikte, yazar ve editör tipleri birbiriyle çeşitli şekillerde eşleşebilir. Bazen parçalar cuk oturur, bazen uyumsuz olur.

Birinde editör mükemmelliyetçi olur, yazar kaygısız; diğerinde yazar idealist olur editör sallamaz; bazen ikisi de tembeldir bazen tam tersi.

Her zaman uygun kombinasyonu bulmak elbette mümkün değildir. Bir editör, aynı anda on farklı yazarla çalışıyorsa bu on farklı serüven demektir.

Ya da yazar, dosyasının kabul edildiği yayınevinde idealindeki editörü bulamayabilir, yayınevinin ilkelerine uyuyorsa dışarıdan bir editörle çalışmak isteyebilir.

Buradan nereye geleceğim: bağımsız ve geliştirici editörlere. Aslında bunlar, bir önceki soruda bahsettiğimiz ve yokluğundan yakındığımız eleştirmenin rolünü üstlenirler.

Onlardan farkları, görüşlerini herhangi bir yerde yayımlatmayıp sadece dosyanın yazarıyla paylaşmalarıdır.

İşini iyi yapan destekleyici-geliştirici editörleri faydalı buluyorum açıkçası. Bununla birlikte her yazarın öncelikle kendinin editörü olması gerektiğini düşünüyorum.

Her yazar, editörü isterse kusursuz olsun, yine de kendini geliştirmek için edebiyat teorisi, kuram ve deneme-inceleme türünde kitaplar okumalı.

Hatta gerekiyorsa okuma/yazma/edebiyat odaklı gruplara, atölyelere, sohbetlere, seminerlere katılmalı.

Kendine körleşmemek için metnini başkalarına inceletmeli, gözlerini daha iyi açmak için başka metinleri incelemeli.

Ve hatta imkânı ve isteği varsa dergilerin mutfağına girip deneyim kazanabilmeli. Tabii bunlar kişiden kişiye ve yazarın kendi ilkelerine, etik değerlerine göre değişen şeyler.

Sonuçta hem okur hem yazar hem de eleştirmen olarak hepimizin yolculuğu biricik.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU