Sedat Anar: İnsan, ömrünün sonuna kadar çocukluğuna komşu olur

Mustafa Orman, Independent Türkçe için Sedat Anar ile konuştu

Sedat Anar'ın ilk romanı Hallerin Esiri'nde, mekan geçmişten günümüze hem birey hem de toplumun konumunu aktaran yönüyle soyut bir biçimde karşımıza çıkar.

Mekan, karakterin çocukluğundan yaşadığı ana dek, arka perdede onun düşünsel dünyasını veren, şu anki hayatıyla cebelleşmesinde etkilidir.

Hafızaya ve yüzleşmeye dair, karakterin sınırlarının dışına çıkamaması yaşadığı savaşa sürekli başka savaşlar da ekler.

Karakterin giriştiği bu çarpışmada, mikrofon şairlere geçer. Şairlerin dizeleriyle karakterin deneyimleri metne şiir yoluyla akar.

Hatırlamanın lanetli havası böylece daha da derinleşir, yeni olayların eklenmesiyle karakterin yüzleşme sancısı çoğalır, tedirginliklerle dolu bir yaşamı Hemo'nun kucağına bırakır.

Unutma isteğinin hatırlamayı daha da belirginleştirdiği, hatırlamanın unutmayı ve yüzleşmeyi ağırlaştırdığı, toplumun her daim yüzünü gösterdiği bir roman 'Hallerin Esiri'.

Sedat Anar ile 'Hallerin Esiri' üzerine konuştuk.
 

 

- Enrique Vila-Matas'ın Bartleby ve Şürekâsı kitabı, yazma tutkusunu konu edinen bir romandır. Yazarların yazmayı reddetmelerini ele alırken, yaşamlarındaki kırılma anlarına dek uzanır. Yazma eyleminin başladığı kırılma anına dair önemli anekdotlara da rastlarız. Enrique Vila-Matas,"Resim yapmak, resimlenemeyen her şeyden vazgeçmekten başka bir şey değildir" der. 'Hallerin Esiri' romanınıza gelirsek, Enrique Vila-Matas'ın cümlesini yazıya uyarlayıp cevaplayabilir misiniz?

Aslında çok anlaşılır bir soru değil. Anladığım kadarıyla cevaplamaya çalışayım. Yazı ile benim aramdaki dostluk, uzun yıllardan beri devam eden bir şey. Sadece insanlarla yazdıklarımı paylaşmıyordum.

Öykü, roman, günlük gibi farklı türlerde eser veren Ali Teoman'ı çok severim. İyi bir okuruyum. Ali Teoman'ın "Herkes yazıyor artık, bana kalırsa bir tek yazmadan duramayanlara yazar denebilir'' diyor.

Bu da bir nevi Vila- Matas'ın bahsettiği gibi vazgeçmektir. Ama her şeyden vazgeçip yazıdan vazgeçememektir. Sanırım ben de bu cümlede anlatılmak istenen kişi olma yolundayım. Ha bire yazıyorum.

Eskiden yazma işini uzun aralıklarla yapardım. Artık hayat telaşesinden, okumaktan ve müzik yapmanın dışında boş bulduğum vakitlerde yazmaya çalışıyorum.

Sessizliğe ve müziğe sığındığım gibi yazıya da sığınıyorum. Santur çalarken hissettiğim rahatlığı yazarak da hissediyorum. Bir nevi duygu ve düşüncelerimin rahatlama şekli bu.

Sabah uyanınca kitap okurum, yazmaya çalışırım. Tekrar başa dönersek. Alıntıyla sormuş olduğunuz soruda Vila-Matas'a katılmıyorum. Bir ressam çok iyi resim yapar, ama evini boya badana yapamaz.

İlk etapta sanat, ince işleri yapmaktır diyebiliriz. Ama kime ve neye göre. Boya badana yapmak kaba bir iş mi?

Ya da Tarkovski'nin deyimiyle, sanat dünyayı iyi bir yer yapma çabası ise boya bodana yapan işçi de en büyük sanatkarlardan birisidir. Bu nereden baktığımızla ilgili bir durum.

Batı resminde, modernizm öncesinde gerçeğe en yakın resimler başarılı kabul edilirdi. Ama şu an bir tuvali tamamen sarıya boyamak da bir sanat eseri sayılıyor. Tıpkı bant ile muzu duvara asan sanatkar gibi.

Arthur Koestler, "Önceleri devrimci gibi görünen her sanat akımı daha sonra bıkkınlık verir, bayatlar" derken belki bu örneğimi anlatmak istemiştir. Benim için en güzel sanat, yaşama sanatıdır. 


"Müziğin daha çabuk ve kolayca duyguları ele geçiren bir tarafı var"

- Müzikle olan ilişkiniz herkesin malumu. Müziğin edebiyatla olan iç içeliğini de biliyoruz. Müzikte yaşam deneyimini yansıtabiliyorsunuz. Müziğin anlatamadığı neyi romanla anlatmak istediniz? Öte yandan müziğin bir edebi metne olan etkilerini, yine deneyimlerinizden yola çıkarak açıklayabilir misiniz?

Bir şairin elinde tuttuğu kalem ile bir orkestra şefinin elinde tuttuğu baton, aynı duyguları anlatır. Tabii ki ben, anlatmak istediklerimi müzikle daha iyi anlattığıma inanıyorum. Çünkü müzisyenliğim yazarlığımdan önce geliyor.

Müziğin daha çabuk ve kolayca duyguları ele geçiren bir tarafı var bence. Tabi bunu bir müzisyen olarak söylüyorum. Yazıda bu duyguyu bürünmek uzun bir serüven istiyor.

Bir şiiri ya da metni okurken ahengini ve ritmini de hissedersiniz. Ama müzik olunca bu ahenk ve ritmi iliklerinize kadar hissedersiniz.

Mesela Yunus Emre şiirini müzik olmadan okumayı deneyin. Şiirdeki ritmi hissedersiniz ama işin içine müzik girince bu daha da hissedilen bir hale bürünür.

Geçtiğimiz yıllarda Sait Faik öykülerinden yola çıkarak 'Sait Faik' adlı edebiyat ve müzik buluşması sahnelenmişti.

Bu tiyatronun metni Sait Faik öykülerinden yola çıkarak çok sevdiğim usta yazar Özen Yula tarafından yazılmış ve sahnelenmiş. Müziklerini de Fazıl Say yapmıştı.

YouTube'de var. Oradan dileyen izleyebilir. O kadar güzel ki. İşte iyi bir metnin müzikle daha da belirgin ve muhteşem bir şekilde ortaya çıkışını görüyorsunuz. 
 

 

- 'Hallerin Esiri' romanınızda, Hemo karakterinin merkezinde her daim bir hatırlama eylemi var. Çocuklukta yaşanmış bir tarih, yazar için sadece bir imgeden mi ibarettir, yoksa yazarlık serüveninin başlangıç yeri çocukluk mudur? Çünkü yaşanmış tarih, resmi tarihten şu yönüyle ayrılır: Yeniden keşfetmek ve arayış. Tekrar çocukluğa dönelim. Çocukluk eğer her daim bu kadar yeşermeye götürüyorsa, çocukluğu yazarlık serüveninizde sansürlediğiniz durumlar var mıdır? Nedenlerini söyleyebilir misiniz?

İnsan, ömrünün sonuna kadar çocukluğuna komşu olur. Hayatı, yaşamayı; kısacası dünyayı anlamaya başladığımız an çocukluğumuz da başlar.

Hatırlamak yaşamaktır aynı zamanda. Ülkü Tamer'in de dediği gibi hatırlamak, yalnızlığın en büyük düşmanıdır.

Hemo karakterinin bir özelliği de yalnız olmasıdır. Sebebi ise en büyük düşmanı hatırlamak. Unutamıyor. Çocukken yaşadıkları zihninde çakılı kalıyor, bunun savaşını durmadan veriyor.

Victor Hugo "Hiçbir şey bir çocuğu mutsuzluk kadar susturamaz" diyor. Mutsuz çocuk susar ve bu suskunluk onunla ölene kadar devam eder. 


"Hallerin Esiri bir Kürt köyünde geçiyor"

Hangimiz babamızın çocukken attığı tokatı ömür boyu unutur? Hangimiz şiddet görerek geçirdiği çocukluğunu ömür boyu unutabilir? Bu gibi durumlar biz ölene kadar devam eder.

Tabi herkesin çocukluğu kötü geçmiyor. Mesela arkadaşlarımın çocukluk hikâyelerini dinlerken kıskanıyorum.

Onların bisiklete bindiği zamanlar ya da oyuncakları ile oynadığı zamanlarda, ben köyde inekleri dağa otlatmaya götürüyordum. Tarlada fıstık topluyordum.

Bu gibi sebeplerden ötürü bu romanı yazdım. Normal bir çocuk gibi çocukluğunu yaşamayan Hemo'nun derdini anlatmaya çalıştım.  Hölderlin, "Çocukluğunu tam yaşamamış insan, kolay kolay tam bir insan olamaz" diyor. 


'Hallerin Esiri' bir Kürt köyünde geçiyor. Türkiye'de Kürtlerin yaşadığı köy ve şehirlerde geçen öykü ve romanlarda, neredeyse tamamında politik bir konu işlenmiş.

Romanı yazmadan evvel, uzun bir okuma yaptığımı söyleyebilirim. Şu yüzden: Kimse yirmi yaşlarında dul kalan, ailesinin zoruyla kendisinden kırk yaş büyük biriyle evlendirilen kadınları (Kitaptaki Dicle karakteri) yazmıyor.

Kimse engelli çocuklarla alay edildiğini, onların aşağılandığını yazmıyor (Ömür karakteri). Yine kimse, babalarının zoruyla çocuk yaşta çalıştırılmış ve ha bire babalarından dayak yiyen çocukları yazmıyor (Hemo ve Salih karakteri).

Bu romanı yazma sebeplerimden birkaçı da bu saydıklarım. Öte yandan, politik olarak zorlukların yaşandığı yerler burası, köyler boşaltılmış, yakılmış, yıkılmış. Suçsuz insanlar kaçırılmış, öldürülmüş.

Bunların dışında, yaşayan insanların hayatlarının romana, öyküye, şiire konu edinsin istediğim için 'Hallerin Esiri'ni yazdım.

Haklı oldukları halde, söylemek istediklerini ciğerlerine sarkıtan insanların hikayelerini anlatmaya çalıştım.

Çoğunluğun çocukluğunda anlatamadığı, izah edemediği -sizin de soruda belirttiğiniz gibi- sansürlediği konular var.

Hayatın gülümsemelerle dolu, güzelce bir hayalden ibaret olduğu bir zamandır çocukluk. Hemo'nun hiç yaşamadığı çocukluk da bu zaten. Bu yüzden, ne yaparsa yapsın çıkamıyor işin içinden.

Ne kadar dönüp dolaşsa da, yine başladığı yere, yani çocukluğuna geliyor.
 

 

"Bir daha roman yazmayı düşünmüyorum"

- 'Hallerin Esiri' bir ilk roman, 'Gargantua', 'Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri' ve 'Don Kişot'tan bu yana biçim değiştirerek roman sanatında ayırt edici değişimler yaşandı. Bizdeki roman sanatında geçmişe ve şimdiki zamana baktığımızda bir zirveden bahsedebilir miyiz? Ahmet Hamdi Tanpınar, romanın gelişimine dair şöyle bir cümle kurmuştur, "Doğrusunu söylemek lazım gelirse fikir hayatımız gündelik gazetelerin elindedir." Günümüz koşulları değişti, sizce fikir hayatının yaslandığı yer de değişmiş midir? Bir de şunu sormak istiyorum: 'Hallerin Esiri'ndeki zaaflarınızı biliyor musunuz? Biliyorsanız, önümüzdeki dönemlerde yazacağınız eserlerde size ne tür yararlar sağlayacaktır?

Öncelikle şunu belirtmek isterim: Ben roman yazmak için bir eğitim almadım. Edebiyat ve yazı atölyelerinden bahsediyorum. Bu atölyelere hiç gitmedim.

Liseden itibaren okumaya başladım. İyi bir okur olduğumu, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Çevremde, sosyal medyadan beni tanıyanlar az çok bilir bunu.

Ankara'da sekiz yıl boyunca sokak müzisyenliği yaptım. Geri kalan zamanda ise fırsat bulduğum her an okudum. Okumak ufkumu açtı.

Roman yazma konusu ise şöyle gelişti: 2016 yılında İstanbul'a taşındığımda, Saadet Özen vasıtasıyla editörlerin piri Selahattin Özpalabıyıklar ile tanıştım. Bir kafede beş saat oturduk. Aklımdakileri anlattım.

Zaten hep bir şeyler karalıyordum. Selahattin Özpalabıyıklar da bana yol gösterdi. "Eğer bir roman yazacaksan ilk önce omurga yarat. Romanı insan bedeni gibi düşün. En önemli şey omurgadır insanda. Bedeni ayakta tutandır. Omurgan senin ayrılmaman gereken yolun. Yani romanın asıl ana konusu. Bazen ellerin, ayakların kafan konuşur ama hep omurgaya bağlı kal" demişti.

Ben de dediğini yaptım. Yazdığım her bölümü gönderdim Selahattin abiye, bana canı gönülden yardım etti. Zaten dostluğumuz da böyle başladı.

Roman bittikten sonra İletişim Yayınlarına gittim. Dosyam kuruldan geçince Emre Bayın ve Kıvanç Koçak dosyamı okudular. Beni karşılarına alıp hangi bölümlerde ne yapmam gerektiğini iki saat boyunca anlattılar, ben de ses kaydı aldım.

Adım adım ne yapmam gerektiğini az çok onların söylediklerinden biliyordum. Ses kaydını deftere geçirdim önce. Sonra da dosyam üzerinde çalışmaya başladım.

Bu süreçte de Emre Bayın ile beş ay boyunca dosyayı çalıştık. Çalışmanın sonuna doğru, roman nasıl yazılır sorusunun cevaplarını da öğrenmiş oluyordum.

Bazıları ilk kitabımın anı kitabı olmasından ötürü, romanın kahramanı Hemo'yu ben zannediyor. Halbuki mizah hikâyeleri ve deneyimlerimin süzgecinden geçmiş meseleler olmasına rağmen, yüzde sekseni kurgu.

Yukarıdaki soruda da anlatmıştım. Kendim de bir Kürt köyünde doğup büyüdüğüm için oradan yola çıkarak kurguladım.

Bir daha roman yazmayı düşünmüyorum. Eğer yazarsam da daha deneyimli olduğumu açıkça söyleyebilirim.

Şu an için roman yazmayı düşünmüyorum. Çünkü inanılmaz derecede vaktinizi alan bir şey. Çalışmam gereken başka şeyler var☺

'Hallerin Eseri'ni yazarken romanın nasıl yazıldığını ve nasıl bir yol izleneceğini ustalarım sayesinde öğrendim. 


"Ben herkesin yazmasında bir sorun görmüyorum"

- Günümüz koşullarında eserlerin hem yayımlanması hem de piyasaya sürülmesi, neredeyse okurdan çok yazanın olması, "Niçin yazıyorsunuz?" sorusunun cevabındaki hakikati de ortadan kaldırmaktadır. Belki de netlik ve bir bilinç kazanması için soruyorum ve soruyu da tersten söylemek istiyorum: "Niçin yazmamalısınız?" sorusunun karşılığı varsa edebi eserlere baktığımızda, bunun cevabı neler ve ne olmalıdır?

Türkiye'de birçok insan yazar. Bu yazanların yüzde doksanı da şiir yazar. Yani ben "Neden yazmamalısınız?" sorusunu doğru bulmuyorum.

Etrafımda yani daha çok dinleyicilerim, konser sonrası kitaplarını imzalıyorlar ve hediye ediyorlar. Müthiş bir eser beklemiyorum. Ama okuyorum keyifle.

Bu kitapların çoğunu yazar ya da şair kendi parasıyla bastırıyor. Yazmak ona iyi geliyor. Maaşıyla zorla geçinirken kitabını bastırıyor. Dostlarıyla paylaşıyor, bundan daha güzel ne olabilir ki.

İşte ben burada işin hakikat kısmına bakıyorum. Hakiki ve samimi bir iş benim gözümde güzeldir. Bazı insanlar da hunharca eleştiriyorlar, alay ediyorlar.

O zaman diyorum, "Siz yazın da görelim. Yazmak şifaysa bırakın yazsın herkes." Zaten iyi bir metin ya da şiir varsa o kendiliğinden ortaya çıkıyor zamanla.

Ben herkesin yazmasında bir sorun görmüyorum. İlla kitap olarak bastırmanıza da gerek yok. İnsana iyi geliyorsa neden yazmasın. 
 

 

- Şairlerin 'Hallerin Esiri'ndeki sesleri kaçınılmazdır. Celal Sılay, Behçet Necatigil, Ülkü Tamer, Oktay Rifat, Baki, Şeyh Galip gibi şairlere metinde rastlıyoruz. Şairleri metin aralarında görmek, metne ne gibi katkılar sağlıyor?

Kitapta en çok bahsettiğim şair Celal Sılay; bunun en önemli sebebi şiir aşığı Deli Bilal karakterini tamamen Celal Sılay'ı düşünerek yazmış olmam.

Birçok arkadaşım bana romanı okuduktan sonra "Celal Sılay'ı sayende tanıdık" dediler. Beni mutlu ediyor tabii ki.

Melami meşrep dedelerin olduğu sohbet bölümünde de Melami meşrep şairlerin dizelerine yer verdim. 

Romanda asıl dertlerimden birisi de ölümü ve intiharı anlatmaktı. Bunun için şairlerin dizelerine ihtiyaç duydum. Kitap sonuna alıntılarımı yazdım. Okurlarım da görsün istedim.

İyi bir şiir okuruyum. Edindiğim beş yüze yakın şiir kitabı var kütüphanemde. Bazen evde sesli okuyorum. Bazen ses kaydı alıp yürüyüş yaptığım zaman dinliyorum.

Ben mükemmel bir yazar değilim, daha yolun başında bile değilim. Okurken beğendiğim dizeleri defterime not ederim. Konu konu, başlık başlık not ederim.

Mesela hatırlamak ile ilgili bir şey yazdığım zaman Ülkü Tamer'in şiirinden çok beğendiğim bir dizeyi oraya koyarım. Çünkü ben onun kadar güzel anlatamam, tabi böylelikle o alıntıyla birlikte yazmaya devam ederim çünkü bana feyz verir.


- Toplumsal yüzleşme ile bireysel yüzleşme arasında ne gibi zorluklar var? Günümüzde, şiddet, baskı ve acının ağır birikimleriyle yüzleşmemiş ve hesaplaşmamış toplumlarda kutuplaşmanın önüne geçilmediği açıkça görülmektedir. Şuna geleceğim: 'Hallerin Esiri'ndeki Hemo karakteri geçmişiyle yüzleşmesi bir çarpışmaya dönüşüyor aynı zamanda. Hemo'nun bu durumda olmasında toplumun rolü nedir? Çünkü bireysel iradesini gösteremeyen toplumsal yüzleşmeye katkıda bulunamaz.

Toplum, bireyin kötü ve uyumsuz davranışlardan uzaklaştırmasına yardımcı olur. Onun kurallarına uygun davranışlarımız olmak zorundadır.

Ama bu davranışların yanlış olduğunu söylediğiniz anda toplumla yüzleşme süreciniz başlar. Hemen din ya da adet ve görenek diye başlarlar konuya. Haklı olsan da haksız bulunursun.

Bu yüzden güçlü olmak zorundasın. Çünkü bu baskı altında psikolojik olarak ezilirsin. Herkes bireysel yüzleşmesini verirken Hemo kadar güçlü değil.

Ki zaten Hemo'nun abisi Salih karakterinde bu yüzleşmeyi verememesinin sonuçlarının ağır olduğu ortaya çıkıyor. Herkes güçlü değil.

Yukarıdaki yanıtlarda Hugo'nun "Hiçbir şey bir çocuğu mutsuzluk kadar susturamaz" alıntısını yapmıştım. Durum tam da bu, her insan suskunluğunu yenemiyor. Bu yüzden intiharlar oluyor.

Romanda geçen bir cümle var, "Dünyada iyiler kendini sakladı. Çünkü kötüler o kadar çok ki korkar oldular."

Toplum ne zaman duyarlı olur, sorusu bence hep sorulur ki zaten yıllardır da soruluyor.


- Bir de son olarak sizden türkü listesi alabilir miyim?

  1. Emin İgüs: Bu Dünya Bir Pencere
  2. Hüseyin Korkankorkmaz: Güldür Gül
  3. Ali Rıza ve Hüseyin Albayrak: Kalmışsın bir kış içinde
  4. Ahmet İhvani: Vahdet Kaynağından Dolu İçerler
  5. Derya Çağlayan: Seher Yeli
  6. Barış Güney: Karadır Kaşların
  7. Tahir Palalı: Bülbülün Feryadı
  8. Nesimi Çimen: Daha Senden Gayrı Aşık mı Yoktur
  9. Aşık Mahzuni Şerif: Buldular Beni
  10. Gülseven Medar : Bugün Güzellerin Şahını Gördüm.
  11. Sedat Anar: Çaresi Ne (de benden gelsin☺)

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU