AP seçimleri ve Türkiye-AB ilişkileri üzerine imaları

Prof. Dr. Ali Tekin Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 14 Mayıs’ta Politico gazetesi için bir yazı yazdı. Çavuşoğlu, Avrupa Birliği kurumlarına ve üye ülkelerine “Türkiye’nin AB üyelik sürecini yeniden rayına koyalım” başlığı altında, Brexit sonrasında Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde önemli bir boşluğu doldurabileceğini, Türkiye’nin AB için öneminin stratejik olmanın da ötesinde olduğunu belirttikten sonra, “Eğer Türkiye çoktan AB üyesi olmuş olsaydı, yüz yüze olduğumuz ortak sorunlarımızı çok daha kolay, çok daha etkin olarak çözebilirdik” diye ekledi. Sonrasında ise “30 yıl daha beklemeyelim” diye de noktayı koydu. 

Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde Bakan Çavuşoğlu’nun çizdiği tabloyu aşırı iyimser ve günümüzün gerçeklerinden tamamen kopuk olarak değerlendirenler oldu. Hatta daha ileri giderek Bakan’ın çizdiği tabloya “fars” diyenler bile oldu.

Peki, “günümüzün gerçekleri ışığında” Türkiye-AB ilişkileri için nasıl bir tablo çizilebilir? Temelsiz bir iyimserliğe ya da kötümserliğe kapılmadan, günümüzün yalın gerçeklerini hesaba katarak ne tür çıkarımlar yapabiliriz?

Dün tamamlanan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin taze sonuçları “günümüz gerçekleri” ile sağlıklı bağlar kurmamıza yardımcı olabilir. 

Seçim sonuçları: Batı cephesinde “çok fazla” yeni bir şey yok

Seçimlerde Avrupa siyasetinin iki büyük partisi olan merkez sağ Avrupa Halk Partisi (EPP) ve merkez sol Sosyalist ve Demokratlar (S&D) grubunun her ikisi de 37’şer sandalye kaybettiler. İki grubun toplam sandalye sayısı 329’a düştü ve böylece 751 üyeli Avrupa Parlamentosunda “işlevsel çoğunluk” olarak adlandırılan 376 sayısına ulaşamadılar.

Oysa bu iki parti grubu, işbirliği yaparak, 2014 seçimleri sonrasında parlamentoda çoğunluğu sağlamışlardı. 

Ancak bu kayıplar seçimlerden önce korkulduğu üzere popülist partilere değil, büyük ölçüde Liberaller (ALDE) ve Yeşiller’e (Greens/EFA) gitti. ALDE grubu, 39 yeni sandalye kazanarak toplamda 108 sayısına ulaştı ve parlamentoda üçüncü en büyük grup olmayı başardı. Yeşiller de 16 yeni sandalye kazanıp, toplamda 68 sayısına ulaştılar.

Popülistler ilerleme kaydetmelerine rağmen AB’ye damga vuracak bir tsunami yaratmayı başaramadılar. Popülist hareketin kalbi haline gelen İtalyan Lig Partisi lideri Matteo Salvini’nin İttifakı (ex-ENF) sandalye sayısını 35 arttırarak toplam 79 sandalyeye ulaştı. Le Pen’in Ulusal Ralli’si Fransa’da birinci parti olmayı başardı. İngiltere’de Farage’ın Brexit Partisi seçimlerden birinci çıktı. Ancak yine de Avrupa’nın gördüğü popülist patlama kabusu, gerçeğe dönüşmedi. 2014 yılında %20 alan popülist partiler bu seçimlerde %25 civarında sandalye kazandılar.

Ülke liderleri açısından bakıldığında Merkel ve Macron gibi bazı ılımlı liderlerin elinin zayıfladığı görülüyor. Elbette, popülistlerden Fransa’da Le Pen, İtalya’da Salvini, Macaristan’da Orban başarı kaydettiler, ancak diğer yandan İspanya, Portekiz, Hollanda, Avusturya gibi bazı Avrupa ülkelerde ise tutunmakta zorlandılar. 

Parlamentodaki merkez partiler liberallerle ya da yeşillerle bir çoğunluk ittifakı oluşturup yola devam edecekler. AB’nin popülizm-karşıtı siyaset aktörlerinin önünde, var olan devasa sorunlara çözümler getirmek için 5 yıllık yeni bir süre var. 

Düzensiz göçün önlenmesi, terörizm tehlikesinin en aza indirilmesi, 2008 krizinin etkilerinin (gelir dağılımında bozulma, zayıf büyüme gibi) giderilmesi, siyasi kurumlarla halk arasındaki bağların güçlendirilmesi ve özellikle de çevre sorunlarına anlamlı, etkili ve sürdürülebilir çözümler üreten yeni bir toplum ve ekonomi modeline geçilmesi bu aktörleri bekleyen meydan okumaların öne çıkanları. 

Merkez partilerin egemenliği Türkiye için ehven-i şer

AB’de merkez partilerin güçlerini görece koruması en iyimser tahminle, 2014-2019 döneminde olduğu üzere, AB -Türkiye ilişkilerindeki “askıda olma” halini devam ettirmeyi sağlar.

Yeni dönemde, Komisyon Başkanı olması beklenen merkez sağ tandanslı (seçimlerde EPP liste başı) Manfred Weber, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin ilerlemesi bir yana, yerinde saymasını ve hatta yerinde kalmasını bile “eşyanın tabiatına ters” olarak değerlendiriyor.

AB kurumları zaten yaklaşık 10 yıldır Türkiye’den beklentilerini - özellikle de demokratikleşme beklentilerini - gözden geçirmiş durumda. Gerçi AP, yayımladığı ilerleme raporlarında Türkiye’deki popülist otoriterleşmeyi açık sözlü olarak eleştirmeye devam ediyor ama Avrupa Birliği Konseyi‘ndeki ülke liderleri Türkiye’ye karşı daha yumuşak bir dil kullanmayı tercih ediyorlar.

Bunun iki ana nedeni bulunuyor. 

Birincisi, Türkiye’yi tümüyle dışlayıp bundan AB ve Avrupa ülkelerinin de zarar görmesinin önüne geçme saiki. Şansölye Angela Merkel ve diğer bazıları Türkiye’yi Avrupa’ya sağladığı/sağlayabileceği önemli jeo-stratejik avantajlar (Ortadoğu’dan Avrupa’ya sığınmacı ve göç akımlarının önlenmesi, enerji hatları, Rusya’nın dengelenmesi, Ortadoğu’daki gelişmelere nüfuz gibi) nedeniyle dışlanmaması gereken bir ülke olarak gördü. 

İkincisi de, bazı AB ve Avrupa ülkelerinin kendilerinin de önemli bir demokrasi kriziyle karşı karşıya olması ve sahip olduklarını varsaydıkları “etik üstünlük zemini”nin (moral high ground) zafiyet geçiriyor olması. Popülizm Polonya’dan Macaristan’a, İtalya’dan Fransa’ya yaygınlaşırken Avrupa’nın normatif liderliği elbette “yaralı” hale geldi - böylece Türkiye’deki popülizmi daha sıradan bir olgu olarak değerlendirmek durumunda kaldılar.

Kısacası, Türkiye-AB ilişkilerinde var olan “resim” devam edebilir. 

Ya da var olandan birkaç doz daha negatif bir seyir izleyebilir. Bu olasılığın birkaç nedeni var.

Merkel ve Macron gibi Türkiye’nin stratejik önemini özümsemiş liderlerin bu seçimlerden bir oranda zayıflamış olarak çıkmaları, Türkiye-AB ilişkilerine görece daha olumlu yaklaşan İngiltere’nin Brexit ile AB dışında kalması, yeni dönemde, Türkiye-AB ilişkilerini daha da “kısır” bir rotaya sokabilir. 

Ayrıca devam eden Brexit sürecinin Türkiye’ye bakışı olumsuz etkileyeceğini bekleyebiliriz. Avrupa merkez siyasetinde, Gaullist bir yaklaşımı çağrıştıran, İngiltere gibi Türkiye’nin de ulusal egemenlik tasavvurunun “Avrupa içinde” değil, “Avrupa artı” biçiminde olduğu algısı giderek yaygınlaşıyor. Bir zamanlar ABD’nin AB içindeki “Truva atı” olarak görülen İngiltere birlikten çıkarken, günümüzde Doğu’nun Truva atı olarak değerlendirilecek bir Türkiye’nin müzakere sürecinin “daha uzun” ve “daha ince” bir yol olması beklenir.      

Avrupa ve Türkiye popülizmlerinin kardeşliği mi, çatışması mı?

Popülist partiler Avrupa Parlamentosu’nda bazılarının beklediği %30 civarındaki sandalyeyi elde edemedi. 

Seçimlere katılım oranının uzun bir aradan sonra %50’yi aşmış olması bunun önemli nedenlerinden birisi oldu. Popülist olmayan partiler, özellikle genç seçmeni bu seçimlerin AB için “beka” seçimleri olduğuna ikna edebilmiş görünüyor. 

Ancak, Avrupa için popülizm tehdidinin geçmiş olduğunu söylemek mümkün değil. Tam tersine, bu seçimlerde beklentilerin gerisinde kalmalarına rağmen popülist hareketlerin dinamizmi hala oldukça yüksek. Avrupa merkez siyasetinin sorunlara etkin çözümler geliştirememesi halinde, bir sonraki seçimlerde halkın - her şeye rağmen - popülistleri denemek istemesi sürpriz olmaz. 

Avrupa popülist hareketlerinin bir araya gelerek bir “popülist enternasyonel” (Halkların ve Ulusların Birliği) kurma hedefi var. En son 6 Mayıs’ta Milan’da, İtalyan Lig Partisi’nin lideri ve Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini ile Fransız Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen tarafından öncülük edilen bu hareketlerin birkaç ortak özelliği var.
 
Bunlardan birincisi, sığınmacı ve göç karşıtlığıyla anlamlandırılan bir yabancı düşmanlığı ise, ikincisi, ülkelerindeki siyasi (merkez partiler) ve finans elitlerinin sıradan halka sırtını dönmüş, yabancılaşmış olduğu iddiası - bu son konuda epeyce haklı oldukları da teslim ediliyor. 

Üçüncüsü ise, bu hareketlerin hemen hepsinin Rusya ve Putin yönetimi ile oldukça sıcak ilişkiler içinde olmaları ve hatta maddi ve manevi destekler aldıkları yönünde ciddi işaretlerin olması. Bir yazar bu durumu, “Ruslar geliyor” diye özetliyor. 

Rusya’nın pek çok Batı ülkesindeki seçimlerde sağladığı fonlar, trol orduları ve gizli ya da büyük veri tabanlarına sızarak manipülasyonlar yaptığı sır olmaktan çıktı. Trump kampanyasına yönelik destekleyici faaliyetler hala tartışılıyor. 2016 Brexit referandumunda “ayrıl” kampına, 2017 Fransız seçimlerinde Le Pen’e, bu AP seçimlerinde İtalya’da Salvini’nin Lig Partisi’ne destek verildiğinin basına yansıması önemli. Son olarak, Avusturya’nın aşırı sağcı başbakan yardımcısının ortaya çıkan kayıtları, popülist partilere Rusya’nın sağladığı desteği gösteriyor.  

Bu ortak özellikler yanında, popülist/milliyetçi partilerin her konuda hemfikir olduğu da düşünülmesin. Aralarında önemli farklılıklar da var: Kimisi ekonomik korumacılığı savunurken kimisi serbest piyasa yanlısı, kimisi AB’ye tamamen karşıyken kimisi ulus-devletlerin rolünün arttırıldığı bir AB projesinden yana, vs.   

Avrupa popülizmlerinin Türkiye’de vücut bulan “yerli ve milli” popülizm ile de önemli bazı ortak yönleri var (ama onulmaz bir farkı da var). 

Türkiye’de son yıllarda genel olarak ama özellikle de Cumhur İttifakı’nın siyasi söyleminde, ırkçılık, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığının yüksek dozlara ulaştığını görüyoruz. Avrupa’dakilere benzer biçimde, bürokratik elit karşıtlığının tarihi kökenleri varsa da, AK Parti son yıllarda elit kavramını nerdeyse itiraz eden herkesi kapsayacak şekilde genişletmiş ve elit karşıtlığını “düşmanlaştırma” boyutuna taşımış durumda. 

Son olarak, ilginç bir biçimde Türkiye’nin popülist liderliği özellikle “uçak düşürme hadisesi” sonrasında Putin ve Rusya ile sıcak ilişkiler kurmaya özel bir önem atfediyor. Bu bağlamda, Suriye’de, Ortadoğu’da, Balkanlar’da ve Kafkasya’da yaşanan çıkar çatışmalarına rağmen, S-400 satın alımı gibi bazı stratejik kararlar alınmış durumda.       

Bütün bu benzerliklere rağmen, Avrupa popülizmleri ile Türk-tipi popülizm arasında “onulmaz” bir sorun olduğu da açık. Her şey bir yana, Avrupa popülizmlerinin en önemli varlık nedeni Avrupa kıtasına güneyden ve doğudan gelen Müslüman göçü ve buna karşı geliştirilen yabancı ve İslam düşmanlığıdır. Avrupa popülistlerinin gözünde sorun yaratan ülkelerin başlıcası da Türkiye’dir son tahlilde.

Statükonun korunması günümüz gerçekleri ışığında fena bir yaklaşım olmayabilir

Eğer AP seçimlerinde popülist partiler büyük bir “siyasi dalga” yaratmayı başarmış olsalardı, AB-Türkiye ilişkileri üzerinde oldukça olumsuz sonuçlara yol açacağı açıktı. 

Bir defa, karşılıklı olarak, hem Türkiye’de hem de Avrupa’da, ayrımcılığa ve yabancı düşmanlığına yaslanan popülist siyasi akımlar tezlerinin teyit edildiğini ileri süreceklerdi. 

Türkiye’de Erdoğan yönetiminin Batı karşıtı, ülkenin Batı’ya karşı bir “beka mücadelesi” içinde olduğu söylemi daha fazla rezonans bulabilirdi. Avrupa’da ise, Türkiye’nin bir mem (çağrıştırıcı kod) olarak, “mülteciler ve göç”, “terör tehlikesi”, “din ve kültür çatışması”, “kimlik aşınması” gibi başlıklarda popülist sağ tarafından sömürüsü sonuç vermiş olurdu.         

Böylesi bir durumda, AB-Türkiye ilişkileri bir zamanlar Nicholas Sarkozy’nin önerdiği “özel ortaklığın” bile gerisine düşmüş, sıradan, çatışmacı, yıkıcı milliyetçiliklerin yarışına sahne olurdu. En kötü senaryo herhalde bu olurdu.           

Ancak, Avrupa’da merkez partilerin egemenliğinin sürecek olması, ne yazık ki, AB-Türkiye ilişkilerinin olumlu ilerleyeceği anlamına da gelmiyor.

Türkiye’nin liberal demokrasinin hızla gerilemesi ve belirgin olarak Avrupa-dışı bölgesel çemberlere yönelmesi, Türkiye’nin üyelik sürecine destek veren Avrupalıları (özellikle Sosyal Demokrat ve Yeşilleri) hayal kırıklığına uğratırken, Türkiye’ye “görece” daha mesafeli bakan (özellikle Hıristiyan Demokrat) Avrupalıları ise sahip oldukları kuşkuların teyit edildiği değerlendirmesine yöneltmiş durumda. 

Seçimlerde Avrupa merkez partilerinin hegemonik gücünü korumuş olmaları elbette Türkiye için arzu edilir bir gelişmedir. Ancak bu durumda bile Avrupa’daki merkez partilerinden AB-Türkiye ilişkilerinde “yeni açılımlar” yapmalarını beklemek gerçekçi olmaz. Tam tersine, bu merkez partilerden çoğunun Türkiye ilişkilerini sıradanlaştırma eğiliminde olacaklarını da öngörebiliriz. 

Bu öngörü, merkez partilerin popülist siyaset akımlarıyla mücadele yöntemleriyle de ilgilidir. 

AB-Türkiye ilişkilerinin “sıradanlaştırılması”, Avrupa’nın merkez partilerine popülist partilerin söylemlerine karşı bir hareket alanı sağlayacaktır. Daha doğrusu, Türkiye politikası üzerinden popülist atakları daha etkisiz hale getirmeye yarayacaktır. Eski Amerikan Hazine Bakanı Lawrance Summers gibi bazılarının önerdiği “yapıcı”, “sorumlu” milliyetçilik yoluyla popülizmin silahlarını etkisizleştirme yaklaşımı, merkez sağın popülist sağa görece yakınlaşmasını gerektiriyor. Bu yaklaşımın Avrupa siyasetinde etkilerini zaten epeyce bir süredir görüyoruz. 

“Günümüz gerçekleri” çerçevesinde - belki de daha doğru kelimeler kullanırsak, kısa ve orta vadede - Türkiye-AB ilişkilerinin “askıda” olma halinin en ideal hal olmadığını kim iddia edebilir? 

Belki, Bakan Çavuşoğlu edebilir.
 
Oysa “günümüz gerçekleri”, AB-Türkiye ilişkilerinin izleyeceği rotanın, Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin rayına girmesi yönünde değil, “içişlerine karışmama” ilkesine yaslanan “ikili ilişkiler” yönünde olacağını ima ediyor. 

Sayın Bakan’ın farkında olmadığı şey, belki de kendi hükümetinin de zaten tam da bunu istiyor olması olabilir.       


 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU