Birleşik Krallık seçimlerinin gösterdiği: Sol ya değişecek ya değişecek

Derin Koçer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: DPA

Gazeteler için kişileri tartışmak çok kolay. Twitter'da dolaşırken bir insanın paylaşımının altındaki o ufak sembole basıp, en sertinden bir mesaj yazmak da hiçbir efor gerektirmiyor.

Doğrusu, siyasi tartışmayı bu eksende yapmak da herkesin işine geliyor: Medya, karmaşık siyasi değerlerle uğraşmak yerine partilerin içinden dedikoduları yazıyor; partiler, kökten değişimler yapmak yerine hedef tahtasına konacak yeni bir kişi bulup, olağan işleyişine geri dönüyor; Twitter'da bir takımın trolleriyle diğeri yer değiştirdiğinde de bağrışma yarışması kaldığı yerden devam ediyor. 

Geçtiğimiz hafta Birleşik Krallık'ta gerçekleşen yerel seçimler, bu döngüden bir türlü kurtulamayan Britanya İşçi Partisi'ni hakikate çağırıyordu aslında.

Tablo açık, net ve sol siyaset için kapkaraydı: İşçi sınıfını temsil etme iddiasıyla kurulan Labour, işçi sınıfıyla duygusal ilişkisini iyiden iyiye kaybetmiş; orta sınıf, eğitimli gençlerin partisi hâline gelmişti.

Son İşçi Partisi hükümetinde bakan olan hemen hemen herkesin seçim bölgeleri, ki en garanti yerlerdir bunlar, artık Muhafazakâr Parti'nin elinde.

Bu, her ne kadar kimi 'özgürlükçü' azınlık için kulağa gelse de, ülkeyi yönetmeye talip bir parti için olabilecek en kötü senaryo. Zira bu yeni taban, en kalabalık haliyle bile, İşçi Partisi'ne seçim zaferi getirebilecek kadar kalabalık değil.

Normalde hemen hemen her seçimde Labour kırmızısı olan, hatta bu yüzden 'Kızıl Duvar' olarak anılan seçim bölgeleri Muhafazakarlar'a oy vermeye devam ettikçe, İşçi Partisi'nin de iktidar iddiası gerçekçi olamayacak. 


İşin bir parti, kişi ya da spesifik bir politikaya bağlı olmaması (Brexit de buna dahil), ilerici-sol siyasetin bütün Avrupa'daki önlenemez çöküşünden anlaşılıyor: Avusturya, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda ve İspanya'da da sosyal demokrat partiler son 80 yılın en güçsüz pozisyonlarındalar.

Labour'ın en son seçim kazanan lideri Tony Blair'ın bu tabloya bakıp, ''bütüncül bir değişim haricinde çıkış yolu göremiyorum'' demesine şaşırmamak lazım.

Solun kişileri ya da parti içindeki klikleri konuşmak yerine, tekrardan fikirleri konuşması ve ne olursa olsun değişmesi gerektiği açık.

(Misal bu paragrafı okuyan bir solcunun Blair'ın adını gördüğü için yazının gerisini ciddiye almama ihtimali, ilerici siyasetin nasıl bir çıkmazda olduğunu da gösteriyor.)


Aslında Matthew Goodwin ve Charlie Kaufmann gibi popülizm çalışan siyaset bilimciler epeyi bir zamandır bu değişimin neye benzemesi gerektiğini anlatıp duruyordu:

Ekonomik olarak siyaset sola kayıyordu ama özellikle Avrupa'da, sol partileri iktidar yapan işçi sınıfı diğer siyasi meselelerde sağ siyasetin de sağına yol alıyordu.

Evet, küreselleşmenin yurt dışına taşıdığı fabrikalarda çalışan insanların ve mahallelerinin daha kamucu siyaset talepleri arttı. Ama aynı zamanda göç ya da suçla mücadele gibi meselelerde de radikalleştiler.

Bu sıradaysa üniversite kentlerindeki, çoğunlukla orta sınıfa mensup gençlerin sol siyasetle flörtü başladı: Onlar da kamuya daha çok kaynak ayıran yönetimler talep ediyorlardı; ama bütün diğer değerlerde işçi sınıfıyla tam zıt taraftaydılar (Ekonomik solculukta da işçi sınıfından daha solda durmaları işi sadece daha da karmaşık hale getiriyor.)

Kimlik siyasetinin diliyle konuşuyor, o dili anlamayanları 'ırkçı' ilan etmekten çekinmiyor, Avrupa hayaline inanıyor, suçla mücadelede devletin bir güvercin gibi bağışlayıcı olmasını bekliyorlar.

Bunun doğal sonucu ileri ve genç siyasetle, işçi tabana yaslanan geleneksel sol siyasetin birbirinden kopması oldu. 


İngiltere'de 2016 yılında gerçekleşen Brexit referandumu, bu bölünmenin neye benzediğini açıkça gösterdi: İşçi Partisi'ne her iktidar olduğunda seçmen çoğunluğunu sağlayan işçi sınıfı kentleri, yani Kızıl Duvar, ülkenin Avrupa Birliği'nden çıkması için oy verdi; genç, ilerici seçmenin yoğun olduğu, orta sınıf seçim bölgeleriyse Brexit'in karşısında durdu.

O gün bu gündür Labour, bu iki seçmen kitlesini bir arada tutabilecek altın formülü arıyor. Fakat elde var sıfır. 

Muhafazakârlar ise bu bölünmeyi en etkili şekilde kullanmanın yolunu buldu: Boris Johnson liderliğinde parti, kamu harcamalarını son 10 yılın en yüksek noktasına çıkaracak -bir nevi sol- ekonomik programla, sağ kültürel değerleri aynı anda temsil eden bir partiye dönüştüler.

Anladıkları ve JL Partners'ın da kamuoyu araştırmalarıyla açıkladığı temel şey şuydu: İşçi Partisi'nin kazanmak için elde etmesi gereken koalisyon ile Muhafazakârlar'ın Brexit ile beraber sıkılaştırmaya başladığı seçmen koalisyonu arasında temel bir fark vardı; Muhafazakâr Parti'nin geleneksel oy tabanı, orta-üst sınıf seçmen, işçi sınıfıyla 'değerler' ve 'kültür' bakımından bir araya gelebiliyordu.

Ve bu, Jonathan Heidt gibi siyaset psikolojisi çalışan akademisyenlerin yıllardır anlattığı üzere, insanları bir araya getirmenin en güçlü yoluydu.

Zira çoğunlukla rasyonel olmayan seçmen, çıkarlarda değil, değerlerde buluştuğu insanlarla beraber hareket etmeye çekinmiyordu.

Üstelik YouGov'un anketlerine göre de işçi sınıfı zannedilenden ekonomik olarak daha az solda ama kültürel olarak Labour'ın umduğundan çok daha sağda yer alıyor.

IPSOS Mori'nin paylaştığı veriler, kopmanın boyutlarını anlamak için epeyi etkili: Sol siyaset, kendi ülkesinin geçmişiyle gurur duyduğunu söylemekten imtina ederken; işçi sınıfını da içine alan yeni sağ koalisyonun, ezici çoğunluğu imparatorluk tarihiyle övünüyor.

Ayrı dünyaların insanlarını sol bir arada tutamazken Muhafazakârlar, geniş bir seçim koalisyonu kurabiliyor. 


Zira bir önceki yerel seçimde İşçi Partisi'nin bu defaki gibi bir ezici mağlubiyetle karşılaşmamasının sebebi de o dönemki Jeremy Corbyn yönetiminin ortaya koyduğu radikal sol program değil; 'Britanyalı Trump' Nigel Farage'ın liderliğindeki Bağımsız Birleşik Krallık Partisi'nin (UKIP) hâlâ güçlü bir siyasi yapı olmasıydı.

Onların göç, AB ve suçla mücadeledeki şahin siyaseti, işçi sınıfı oylarının bölünmesine sebep oldu ve Muhafazakârlara çoğunluğun geçmesini engelledi.

Ancak Brexit'in gerçekleşmesiyle beraber siyasi sahneden silinen UKIP'in seçmenleri bu defa blok halinde Muhafazakârlar'a geçti ve Kızıl Duvar'ı tekrardan Johnon Mavisi'ne boyadılar. 


Her seçim zaferinde (ki 120 yıllık parti tarihi içinde seçim kazanan ve hâlâ hayatta olan tek Labour lideri Blair; dolayısıyla çok olmuyor bu) Labour'ın iktidara ciddi bir aday olmasını sağlayan bu seçmen kitlesinin öncelikleriyle ve değerleriyle barışamayan bir İşçi Partisi'nin tekrardan iktidar için ciddi bir aday olması matematiksel olarak mümkün gözükmüyor.

Dolayısıyla son 10 yılda ve özellikle Corbyn döneminde radikal bir değişim yaşayan Labour'ın, tekrardan sistematik ve yapısal bir dönüşüme ihtiyacı var.

Üstelik bu bile tek başına iktidar olmaya yetmeyecektir: Zira şu an İşçi Partisi'nin Meclis'teki ağırlığına baktığımızda, şu ana kadar ki bütün seçim zaferlerinden çok daha büyük bir sıçrama yaparak kazanması gerekecek. 


Öyleyse sol siyaset için çıkar yolu ne? 

Öncelikle kişiler üzerinden siyaset yapma kolaylığını bırakmak gerekiyor. ABD'de Başkan Joe Biden'ın, Donald Trump'ı yenmesine bakarak 'kişiliklerin' siyasetteki önemine dair konuşanların, Trump'ın oy adedini artırmasını (hatta baştan bir defa seçilebilmiş olmasını) açıklaması zor.

Benzer şekilde Britanya'da da Başbakan Boris Johnson'a insanlar Meryem Ana olduğunu zannederek oy vermediler; Johnson'ın bütün hayatını toplumun önünde yaşamış, milyonların gözünün içine baka baka yalan söylemekten imtina etmemiş bir insan olduğunu herkes biliyor. Pek az insan umursuyor.

Asıl mesele, yönetme yeteneğidir. Trump örneğinde de Başkan'ı zora sokan, pandemiyle beraber bütün ülkeye bir fiyasko yaşatması oldu.

Benzer şekilde Johnson da Kovid-19'la mücadeleyi eline gözüne bulaştırdığı zamanlarda Labour'ın anketlerdeki ağırlığı, Muhafazakârları yakaladı, zaman zaman geçti bile.

Ama ülkenin yüzde 60'ı aşı olmuş, hayat tekrardan normale dönmeye başlamışken gerçekleşen seçimlerde süreci iyi yönetmenin ödülünü aldı Johnson. 


Dolayısıyla kültürel bölünmeyi suiistimal etmeyi iyi beceren iktidarlara karşı muhalefetin elindeki en temel koz, aklıselim ve daha iyi yönetme iddiasıdır.

Bu, aslında siyasi tartışmayı ideoloji zemininden çıkarıp, 'mesele siyaseti' üzerinden politika üretmek anlamına geliyor. Yani çözüm siyasetini inşa etmenin gerekliliğini gösteriyor.

Zira İngiltere'de Muhafazakâr Hükümet her ne kadar kamu harcamalarını artıracağını ilan etmiş olsa da elinde yaratıcı bir program değil; iyi bir iletişim malzemesi var. Uzun vadede de hükümetin anlamlı bir 'eşitlenme ajandası' ortaya koyup koyamayacağı; yani işçi kentlerine anlamlı yatırım getirip getiremeyeceği meçhul.

Hükümetteyken partilerin yönetme çabaları, fikir üretme zaruretinin ötesine geçiyor. Muhalefetteyken solun, daha iyi fikirler ve daha çağdaş politikalarla bir alternatif olabilmesi gerekiyor.

Hele ki dünyanın tarihi bir teknoloji devriminden geçtiğini düşününce, 'geleceği inşa etme' iddiasındaki sol siyasetin kendini somut politika bazında da yenilemesi gerektiği açıkça ortaya çıkıyor.

Yeni işçi sınıfını anlamak için 100 yıllık sendika hareketlerine bakmak pek de akıl işi değil artık. Ama herkesin korktuğu 'bürokrasi' meselesini çok daha efektif hâle getirmenin yollarını sol bulabilir, örneğin. 


İkincisi, solun kendi tabanının öncelikleriyle ve değerleriyle barışması elzem. İşçi sınıfının vatansever dahi kabul etmediği bir İşçi Partisi'ne oy vereceğini zannedenler hayal görüyor.

Ayrıca 'çözüm'den bahseden bir siyasetin, insanların 'sorun' olarak tanımladığı konuları ana siyasi meseleler haline getirmeden seçime girmesi hem mantıksız hem de yanlış.

İnsanları UKIP gibi radikal bir partiye oy verdirecek kadar kafalarını kurcalayan göçmenler, suç konularına karşı sessiz kalan bir Labour'ın çıkar yolu yok.

Kendi genç tabanını kızdırarak da olsa net fedakarlıklarda bulunmak, yeri geldiğinde şahinleşmek zorundalar. Siyasetin merkezi ekonomik olarak solda olsa da kültürel konularda sağa kayma net bir şekilde yaşandı.

Bununla kavga etmek de bir seçenek; hakikatle yüzleşip seçim kazanmak için kendinden feragat etmek de. Kavga eden yol alamaz; iktidar olansa daha toleranslı bir toplum yaratmak için çalışabilir.

Aradaki ayrım bu. Ama bütün bunları bırakıp bir kültür savaşının tarafı olmaya kalkan, dayak yemeyi de göze almış olur.

Zira Brexit konusunda her ne kadar seçmen yarı yarıya ayrılmış gibi gözükse de, Meclis'te milletvekili sayısını belirleyen seçim bölgelerinin yüzde 60'tan fazlası Brexit için oy vermişti.


Üçüncü konuysa, sol siyasetin kurumsal olarak yapısal reformlar uygulaması gerekiyor. Şu anda işçi sınıfının temsilcisi olması gereken İşçi Partisi'nde mavi yakalı bir işte çalışmış vekil sayısı sadece 7.

Benzer şekilde partinin kapı kapı gezip oy isteyen aktivistleri de Labour'ın seçim kazanmak için ihtiyaç duyduğu işçi sınıfına hiç benzemiyor.

Özellikle Corbyn döneminde partiye akın eden gençlerden oluşan bu örgüt yapısının yüzde 77'si kentli, iyi eğitimli gençlerden oluşuyor. İşçi sınıfıyla değerleri ve öncelikleri uyuşmuyor; dolayısıyla duygusal bağ da kuramıyorlar.

Fakat ülkeyi yönetme iddiasındaki bir siyasi partinin de o ülkeye benzememek gibi bir şansı yok. Dolayısıyla temel bir temsiliyet sorunu olduğu anlaşılıyor. 


Son olarak önemli bir rol de merkez liberal siyasete düşüyor. Zira Muhafazakârlar'ın uygulayacakları kamucu ekonomi politikası, geleneksel tabanlarında orta vadede huzursuzluğa sebep olacaktır.

Zira kamu harcamalarını anlamlı bir şekilde artırmak için Johnson hükümetinin, bu kesimlere daha çok vergi yüklemesi anlamına gelecek ve Liberal Demokratlar'a gözler çevrilmeye başlayacak.

Oysa şu anda parti, yönetmeye hevesli ve iddiasını ortaya koyan bir yapıya benzemiyor. Fakat liberaller ve sosyal demokratların ortak bir yönetim anlayışında buluşma ihtimali, kısa vadede siyasetin dengelerini değiştirmek adına elzem.

Blair'ın da sol siyasetin geleceğine dair konuşurken liberal-ilericilerle kader birliğine özellikle dikkat çekmesi tesadüf değil. Muhafazakar hegemonyayı kırmak için sadece sol siyaset yeterli olmayacakmış gibi gözüküyor.

Zira en son Başbakan Margaret Thatcher, Johnson gibi bir koalisyonu partinin seçmeni olarak bir araya getirdiğinde partisinin oylarının erimesi 17 yıl sürmüştü.


Ayrıca tarihçi Niall Ferguson gibi birtakım yazarlar, dünyadaki sol hareketlerin bu yeni genç ve eğitimli tabanlarıyla uzun vadede zafere gideceğini konuşmaktan çok zevk alıyor.

Bu da sol için epeyi konformist ve tembel bir yaklaşım olabilir elbette. Ancak bu, şu anki seçmen profillerinin uzun vadede değişmeyeceğine dair bir umuttan beslenen bir bakış açısı.

Yani içinde saf bir optimizm de var. Halbuki işçi kentlerinde Muhafazakâr siyasetin başarısı kısa vadede kalmaz, hükümette yaptıklarıyla daha kalıcı ilişkiler kurulursa, bu umudun da boşa çıkma ihtimali artar.

Ayrıca Chicago Üniversitesi'nde yapılan ve geçtiğimiz yıl yayımlanan bir araştırma da ilericilerin yaşlandıkça muhafazakârlaşma ihtimalinin; muhafazakârların daha ilerici hâle gelmesinden çok daha mümkün olduğunu gösteriyordu.

Bu arada Muhafazakâr siyasetin de artık katı bir tutuculukla anılmadığını da göz önünde bulundurmak gerekir:

Özellikle İngiltere özelinde LGBT haklarında geri adım atmak isteyen ya da iklim değişikliğini reddeden bir politik yapı değil Muhafazakârlar.

10 yıllık iktidarlarında kendini yenileme ve güçte kalabilmek adına pragmatik olmakta ustalıklarını da gösterdiler.

Dolayısıyla sosyal demokrat ve ilerici siyasetin de beyhude umutlarla gençlerin büyümesini beklemek yerine Muhafazakârlar'dan bir şeyler öğrenmesi gerek. 


Her ne kadar buraya kadar sol siyasetin İngiltere'de yaşadıklarına bakarak birtakım sonuçlar çıkmış olsa da uluslararası siyasette epeyi feci bir duruma düşen sol siyasetin de görmesi gereken temel birkaç nokta var aslında:

Radikal ilericilikle tanımlanmak, sol siyaseti kazanamayacağı bir değerler savaşının tarafı haline getiriyor.

Fakat çözüm odaklı, yüzünü geleceğe dönmüş ve insanların hakiki sorunlarına gerçekçi çözümler üreten bir solun, özellikle de toplumun kamucu ekonomi beklentisi ve ihtiyacı artarken şansı yükselecektir.

Bütün bunların da ötesinde, artık gazete köşelerinde ezberlere dayanan, gündelik siyasi dedikodulardan büyük anlamlan devşirmeye çalışan 'yorum'lardan uzak durmak ve kişilerden önce temel fikir ve değerleri tartışmak gerekiyor. Yani ya değişmek ya da değişmek gerekiyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU