"Tarafsız" Cumhurbaşkanı Gül ile iktidar iş birliği: Üniversitenin yeni dönemi… (2)

Celalettin Can'ın Independent Türkçe için Prof. Dr. Tahsin Yeşildere ile yaptığı röportajın ikinci kısmı

Celalettin Can: Bıraktığımız yerden devam edelim Hocam... 2007 yılında siyasi iktidarın kendi içinden Cumhurbaşkanı seçtiği Abdullah Gül'e YÖK ve üniversite meselesini bırakıyor.  Böylece Abdullah Gül'le birlikte yeni bir cumhurbaşkanlığı ve yeni bir YÖK dönemi başlamış oluyor. Bu dönemin genel çizgileriyle uygulamaları ve ayırt edici özellikleri nelerdi?
 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Prof. Dr. Tahsin Yeşildere: Öncesinde rektör atamalarından rahatsızlığını belirtmesine rağmen Gül de diğerleri gibi geleneği sürdürdü. Kendi siyasi görüşlerini benimseyen adayları sıralamaya bakmaksızın rektör olarak atamaya devam etti.

Bu arada AKP iktidarı, küresel sermaye ile iç sermayenin bütünleşmesi aşamasında hiçbir üniversiter kritere bakmaksızın, bilinçli bir politikayla yaygın bir şekilde birçok ilde yeni üniversiteler açmaya başladı.

Gül, yeni açılan üniversitelere bir yandan dönemin iktidarının ideolojisini benimsemiş rektörleri atarken, diğer yandan da Sezer döneminde atanıp da süresi dolan rektörlerin yerine bilimsel liyakata bakmaksızın "ideolojik" rektörler atadı. Böylece üniversiteleri, dolayısıyla da Üniversitelerarası Kurul'u kendi siyasi ideolojileri doğrultusunda biçimlendirmiş oluyordu.

Öte yandan YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç sonrası YÖK Başkanı olarak atanan AKP yanlısı Yusuf Ziya Özcan ve Gökhan Çetinkaya beklenenleri veremediler. Akabinde kendi siyasi/dini ideolojilerini benimsemiş olan Yekta Saraç YÖK Başkanı yapıldı ve ona uygun YÖK üyeleri atandı. Böylece "Yeni! YÖK" kadrosu kurulmuş oldu.

Özellikle son dönemde Cumhurbaşkanı talimatı ile üniversiteler açıldı. Üniversitelerin ismi keyfi biçimde değiştirildi. İstanbul Üniversitesi örneğinde görüldüğü gibi üniversiteler keyfi biçimde bölündü

Yine Cumhurbaşkanının talimatı ile yardımcı doçentlik kadrosu kaldırıldı. Öğretim üyesi statüsündeki bu değişiklik sadece isim değiştirilmesi olarak kalmadı, öğretim üyesi sayısı da nicelik olarak arttırıldı ve doktor öğretim üyesi statüsü getirildi.  Yapılan bu düzenleme ile doktoralı öğretim elemanları hiçbir kritere bakılmaksızın bir gecede öğretim üyesi yapıldı ve öğretim üyesi sayısı böylece arttırılmış oldu.
 

Akademisyenlere özgürlük Çağlayan adliyesi.JPG
"Akademisyenlere özgürlük" protestosu, Çağlayan Adliyesi

 

- Barış Akademisyenlerinin tasfiyesi var. 11 Ocak 2016'da 1128, destek amaçlı imzalarla birlikte 2212'ye ulaşan akademisyenin imzaladığı "Bu suça ortak olmayacağız" başlıklı bildiriye karşı, Cumhurbaşkanının ve birçok rektörün gösterdiği tepki, büyük bir akademik boşluk pahasına, üniversitede siyasi tasfiyeye dönüştü. Ayrıca Barış Akademisyenlerinin bilinir talimat yöntemiyle üniversiteden uzaklaştırılmaları ile yetinilmedi, birçoğu yargılandı, hatta bazıları cezaevlerine gönderildi. Aynı zamanda bir imzacı olarak bu gelişmeyi nasıl değerlendirirsiniz Hocam?

Barış sorunu çok önemli. Daha önce görülmemiş bir biçimde Akademisyenlerin savaşa toplu karşı çıkması, bu sorunun yakıcılığını ortaya koyuyor.

Belki biraz uzun olacak ama… Türkiye o dönemde Ortadoğu'da Suriye merkezli devam eden sınır ötesi savaşın taraflarındandı. Savaşı adeta bir zorunluluk olarak dayatan hükümet etme anlayışı üniversite kampüslerine doğrudan yansıyordu. Savaşın tırmanmasıyla birlikte güvenlikçi idare tarzından kaynaklanan şiddet daha önce görülmemiş boyutlara ulaştı.

Çeşitli üniversitelerde hemen her gün fakülte binaları yüzlerce çevik kuvvet ve özel tim polisi tarafından basılıyor, öğrenci ve öğretim üyeleri tehdit ediliyordu. Öğretim üyelerinin ders içerikleri ve sınav sorularına müdahaleler, bu nedenle açılan soruşturmalar ve ceza davaları yaygınlaşırken akademik özgürlükler tamamen yok ediliyordu.

Türkiye'nin son 40 yılına damgasını vuran iç çatışma ve toplumsal kutuplaşmalar yaşadığımız coğrafyanın halkları üzerinde de tarifi imkânsız kayıplar yarattı. Doğa, insan ve toplum onarılamayacak derecede hasar gördü ve görmeye de devam ediyor. Şiddet ilkesel sınır tanımadan kuşaktan kuşağa kanıksanarak aktarılıyor, yıkıcı toplumsal bir travmaya yol açıyordu.

Temmuz 2015'te ise yurt içinde, yaklaşık iki yıldır devam eden çatışmasızlık hali sona ermişti. Sadece 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri arasındaki askeri operasyon, çatışma ve katliamlarda yüzlerce insan yaşamını kaybetti. Yeni hükümet oluşumunun ardından özellikle Kürt illerinde uygulanan sokağa çıkma yasakları, çatışmalar ve halkın yaşam hakkını ihlal eden idari ve askeri uygulamalar artarak devam etti.

1 Kasım'a doğru giden süreçte ve sonrasında sivil insanlara yönelik saldırılar, seçimlerle katlanarak artan gerginlik ve ardından ortaya çıkan o korkunç, yine yoğun bir şekilde sivil kayıplara yol açan ablukalar, yerle bir edilen evler, yaşamını yitiren kadınlar yaşlılar, çocuklar, yerlerinden zorunlu göç ettirilen insanlar...

İşte bu sürece sessiz kalmak istemeyen akademisyenler yukarıda ifade ettiğimiz gibi "Bu suça ortak olmayacağız! Em ê nebin hevparên vî sûcî!" başlıklı bildiriyi 11 Ocak 2016'da kamuoyuna açıkladılar. Bildiride, sokağa çıkma yasakları döneminde devlet eliyle gerçekleştirilen ağır insan hakları ihlalleri eleştiriliyor ve Kürt sorununda kalıcı barış için müzakere koşullarının oluşturulması talep ediliyordu.

10 gün boyunca imzaya açık kalan bildiri, 21 Ocak 2016'da 2210 Türkiyeli akademisyenin imzasıyla TBMM'ye sunuldu. Akademisyenlerin ülke sorunlarıyla ilgili ifade ettikleri görüşler her zaman tartışmaya açıktır, doğal olarak eleştirilebilir, eleştirilmelidir de.

Ancak bu görüşlerin ifade edilmesini yasaklamaya ve cezalandırmaya yönelik girişimler, ifade özgürlüğüne ağır bir darbe oluşturur. İfade özgürlüğü, en aykırı, kimimize en ters gelecek fikirlerin de ifadesini kapsar, hatta özellikle bunları kapsamalıdır. Üniversitenin, yani akademisyenlerin bu tavrı evrensel kriterdir, ilkeseldir.

Bildirinin açıklanmasını takiben, Cumhurbaşkanı'nın ve hükümetin yönlendirmesi, üniversite yöneticilerinin iş birliği, savcılıkların ve kolluk güçlerinin teyakkuzu, basında ve sosyal medyada yürütülen kara propaganda ve nihayet ırkçı/saldırgan grupların tehdit ve tacizleri eşliğinde Barış Akademisyenleri'ni susturmak, sindirmek, itibarsızlaştırmak ve üniversitelerden tasfiye etmek üzere uzun erimli bir baskı süreci başladı.

Bu süreçte, 70 akademisyen gözaltına alındı, 4 akademisyen tutuklandı. OHAL kapsamında çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerle 406 imzacı akademisyen kamu görevinden ihraç edildi, 89 akademisyen başka yöntemlerle işten çıkarıldı, 72 akademisyen istifaya ve 27 akademisyen emekliliğe zorlandı. 822 akademisyene ise Terörle Mücadele Kanunu'nun 7/2. maddesinde düzenlenen "terör örgütü propagandası yapma" suçlamasıyla Ağır Ceza Mahkemelerinde dava açıldı.
 


AYM kararı öncesinde sonuçlanan 204 davanın tamamında imzacı akademisyenler 15 ay ile 36 ay arasında değişen sürelerde hapis cezalarına mahkûm edildi. Prof. Dr. Füsun Üstel hakkındaki mahkûmiyet kararı 25 Şubat 2019'da kesinleşti. Prof. Dr. Üstel 8 Mayıs 2019'da cezaevine girdi. Anayasa Mahkemesi (AYM) Genel Kurulu 26 Temmuz 2019'da "Zübeyde Füsun Üstel ve Diğerleri" başvurusunda ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi.

"Bu suça ortak olmayacağız!" başlıklı bildiriyi imzalayan akademisyenlerden 406'sı OHAL döneminde kanun hükmünde kararnamelerle kamu görevinden ihraç edildi. İhraç işlemlerinin 392'si devlet üniversiteleri, 7'si vakıf üniversiteleri ve 7'si de bakanlıklar tarafından gerçekleştirildi.

Üniversitelerce imzacı akademisyenler, sürekli itibarsızlaştırılmak istendi. Öte yandan bu akademisyenlerin, ulusal ve uluslararası birçok demokratik kitle örgütü ve dünyanın önde gelen birçok üniversite ve bilim kuruluşları tarafından desteklendiği ve bu desteklerin halen devam ettiği de bir gerçek... 

Barış akademisyenleri metnini imzalamış akademisyenlerle ilgili tasfiyelerin siyasi bir uygulama olduğunu, soruşturmaların haksız ve hiçbir hukuki zemine dayanmadığını vurgulayan Anayasa Mahkemesi'nin bu kararının, üniversitede 'olmazsa olmaz' olan düşüncenin özgür ifadesini teyit etmiş olduğu gerçeği de var.

Ancak gerek Cumhurbaşkanı gerek YÖK ve rektörlerin bazıları keyfi ve hukuk dışı uygulamaların yapılmasını maalesef destekledi ve sürdürmeye de devam etti. Tasfiye edilen akademisyenlerin işlerine geri dönmelerini engelleyenler hukuka aykırı davranmakta ve görevlerini kötüye kullanmakta ısrar etme gücünü merkezi ve otoriter rejimden aldı. Bir an önce bu hukuk dışı davranıştan vazgeçilmesi ve Barış Akademisyenleri'nin üniversiteye geri dönmeleri gerekirken, bu sağlanmadı.


- 15 Temmuz darbe girişimi yanı sıra 20 Temmuz OHAL rejimi ilanının sonuçları ne oldu?

FETÖ darbe girişimi sonrası OHAL ilanı ile üniversitelerin bu olumsuzluğu zarar görmeden, hukukun üstünlüğü ve demokrasi ile aşması mümkün ol(a)madı. AKP iktidarı ve  Cumhurbaşkanı OHAL ile üniversitelerin zapturapt altına alınması konusunda, askeri darbelerde dahi örneği olmayan antidemokratik uygulamaları hayata geçirdi.

Son aylarda Doçentlik Sınav Sistemleri değişikliği, Üniversiteye Giriş Sınavları, rektör atamaları ve üniversitelerin bölünmesinin, yukarıdan verilen talimatlara göre YÖK tarafından hazırlanan yasal düzenlemelerle, meclisten geçirilerek yasallaşmaları sağlandı. Böylece üniversitenin öncelikli ‘vazgeçilmezi' olan akademik özgürlük ağır bir darbe almış oldu.
 

 
- KHK'ler nasıl uygulandı?

KHK'ler OHAL üzerinden uygulandı. 21 Temmuz 2016'dan itibaren ilan edilen OHAL aynı zamanda KHK'lar dönemi oldu diyebiliriz. KHK'larla yapılan siyaseten tasfiyeler ile 7 bine yakın öğretim elemanının keyfi ve hukuksuz bir biçimde üniversite ile ilişkisi kesildi. KHK'larla aynı zamanda bir günde hukuksuz biçimde 15 üniversite kapatıldı ve binalarına el konuldu. Ayrıca bu üniversitelerdeki öğretim elemanları ve çalışanlar sorgulama yapılmadan hukuka aykırı biçimde KHK ile tasfiye edildi.


- İktidar Kovid-19 pandemisi ile akademik özgürlükler ilişkisini nasıl değerlendirdi ya da şöyle sorayım, hayatın diğer alanlarında yaşanan hak ve özgürlükler alanını daraltma üniversitelerde yaşandı mı?

Yaşandı…İktidar Kovid-19 pandemisini fırsata çevirdi. Yüksek Öğretim Yasası'nda en son yapılan değişikliklerin içindeki disiplin cezalarında yapılan düzenlemeler ile üniversiteler artık iyice siyasetin ve dini vesayetin baskısı altına, yasakçı zihniyetin insafına bırakıldı.

Akademik özgürlükler ve üniversite özerkliği kavramları ağır bir siyasi darbe aldı. Hatta Covid-19 ile ilgili yapılacak bilimsel araştırmaların Sağlık Bakanlığı iznine tabii olması ile bilimsel özgürlük ortadan kaldırıldı. Salgın bahanesi ile özellikle vakıf üniversiteleri başta olmak üzere, devlet üniversitelerinde uygulanan uzaktan eğitim eşitlik ilkelerine ve akademik özgürlüklere darbe niteliğinde bir fırsatçılığa döndü. 

Rektör seçimleri Cumhurbaşkanı talimatı ile kaldırıldı ve Rektör atama yetkisi Cumhurbaşkanı'na verildi. Böylece tam bir keyfiyet dönemi başlatılıldı, hatta Cumhurbaşkanı'nın yandaş rektörleri atayabilmesi amacı ile "rektör olarak atanmak için üç yıllık profesör olmak" şartını içeren madde üç gün içinde keyfi olarak değiştirildi. 

Rektör ataması yapıldıktan sonra ise yasa tekrar eski haline getirildi.

 

(Devam edeceğiz...)

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU