"İhvan'a demokrasi ve modern toplumla ile yüzleşme fırsatı verilmedi"

Naman Bakaç'ın, Independent Türkçe için Prof. Dr. İlhami Güler ile yaptığı röportajın son kısmı

Prof. Dr. İlhami Güler ile gerçekleştirdiğimiz röportajın üçüncü ve son bölümünü yayımlıyoruz.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)


- 1960'larda fikri, 1990'larda ise siyasi olarak canlanan İslamcılık akımının Türkiye'ye sunduğu formu, epistemik ve ontolojik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye İslamcılığını; Mısır, İran ve diğer muadili havzalarla kıyaslandığında nasıl bir görünüm arzediyor?

Muhafazakâr bir yapı sundu Türkiye İslamcılığı. İran'daki gibi devrimci değildi. İhvan gibi de değildi. İhvan'ın hareketi, bir bakıma ıslah hareketi olarak görülebilir. Mısır'daki haliyle de toplumu ıslah etme yönünde bir sağduyusu, bir ahlak önermesi vardı.

İhvan modern dünyayı, modern kapitalizmi ve onun toplumsal formasyonlarını algılama ve alternatif üretme yönünde entelektüel bir tarafı olamadı ve maalesef şimdilik için de başarılı değil.

Muhammed Mursi'yi ele alalım. Mısır'da iktidara geldiklerinde Mısır toplumunun sorunlarını çözecek bir entelektüel kapasite ortaya koyduklarını söylemeyeyiz. Gerçi çok da fırsat verilmedi onlara. Batı darbe ile alaşağı etti İhvan'ı. Zaman olsaydı, demokrasi ile modern toplumla ile etkileşimi olabilirdi ama buna fırsat verilmedi.

Laiklik, hukuk devleti, insan hakları, çoğulcu toplum ile kuracakları ilişki ile etkileşim sözkonusu olabilirdi. Bu onların toplumsal formasyonlarının algılamasında ve alternatif üretme yönünde belki başarılı kılabilirdi. Bu süreyi de onlara çok gördüler tabiri caizse.

Türkiye'deki hareket ise, şeyhlerin ve şairlerin kontrolünde bir hareket oldu. Ama bizim sek, sert, seküler cumhuriyetin şöyle bir sonucu da oldu, Türkiye'deki İslamcı hareket şiddete başvurmadı, terörize olmadı. Demokrasi sınırları içinde kaldı.

Milli Görüş'ü düşünelim, son derecek barışçıl ve demokratik zeminler üzerinden ilerlemeye çalıştı. Toplumun sorunlarına odaklanan ve çözmeye çalışan bir yapısı vardı. Türkiye'nin ekonomisi zayıf ve kırılgan bir ekonomi. Kapitalist bir çağda yaşıyoruz, içgüdüler, arzular maşallah şelale akıp gürlüyor. Hepimiz tüketmek için canhıraş hali içindeyiz.

Biraz insaflı olmak gerekirse, Milli Görüş ve AK Parti'nin iktidar oldukları zaman performanslarını değerlendirirken bu background açısından bakıldığında "biraz da biz ölelim" tarzındaki yaklaşımlarını normal görmek lazım.

Çünkü iktidar olunduğunda, sanayi yok, teknoloji yok, kırılgan bir ekonomi var ve ekonomi de neredeyse tamamen sekülerler tarafından paylaşılmış zaten. Geriye tek kaynak olarak emlak-konut-beton kalıyor.

Belediyecilikten geldikleri içinde emlak rantını nasıl yöneteceklerini, nasıl satacaklarını iyi biliyorlardı. Dolayısıyla yirmi yıllık performansa bakıldığında biraz da biz ölelim yaklaşımın da olduklarını söyleyebiliriz.

Önceki iktidarlar ile kıyaslandığında vatandaşta şöyle bir algının olduğunu da söyleyeyim: "Çalıyorlarsa da çalışıyorlar bunlar kardeşim."  Hakikaten de vatandaşın bu ifadesi doğruyu ifade etmekte. Çalma denen şeyin arkasında da, ülkenin ekonomisinin kırılgan oluşu ve muhafazakârların da periferiden geliyor olmalarındandır.

Merkezi iktidara gelince elde gördükleri emlak-konut rantı ile bir zenginler sınıfı yarattılar. Anormal bir şey yok ortada. Başarıları da başarısızlıkları da ortada. İslamcı diyoruz bunlara, İslam deyince pür adalet, hakkaniyet, dürüstlük aklımıza geliyor ama bunlar yok ortada. Burada bir hayal kırıklığı var.
 


- 60'larda başlayan İslamcı akımın, Milli Görüş ve AK Parti dışındaki aktörlerine de bakışınızı öğrenmek isteriz.

Bunların dışında bir de sivil kanat var, tarikatlar ve cemaatler yani. Cemaat yapısı enteresan bir şekilde tarikatçı yapıdan geldiği için Türk İslam'ı aslında bir tür Tarikatlar ve cemaatler İslam'ıdır denilebilir.

Bu halin FETÖ olarak başımıza patlaması, Osmanlı'dan devraldığımız İslâmi teolojinin yani tarikat ve şeyh merkezli kişi kültünün ne denli sakat olduğunu bizlere gösteriyor. Bu tarikat ve cemaatlerin bir kısmı da şu anda AKParti içinde örgütlenmiş durumda.

Aynı şey devam ediyor diyebiliriz. Parti olarak Millî Görüş ve AKParti görsek de ikinci yanı da şeyhler ve tarikatlardır Türkiye'deki İslamcı hareketi oluşturuyor diyebiliriz. 
 


"Türkiye'de deizm, Avrupa'dakine benzer teolojik felsefi bir akım olarak ortaya çıkmış değil"

- AK Parti iktidarı demişken, AK Parti döneminde daha çok tartışılan şu deizm, ateizm, nihilizm ve sekülerleşme meselesini konuşsak. İktidarın 20 yıllık sürecinde kimi kazanımları ve başarıları kadar, İslam ve Müslümanlar adına olumsuz örneklik sergilediği, toplumda dine karşı soğukluğu ve tepkiselliği de meydana getirdiği şeklinde bir tespit var kamuoyunda. Sizin sahadaki gözlemleriniz bu şekilde mi? Bu bağlamdaki sekülerizm, deizm, ateizm ve nihilizm tartışmalarını bir ilahiyatçı olarak nasıl bir projeksiyona tabi tutuyorsunuz?

Avrupa'da deizmi, kilisenin teolojisi ve pratiği yarattı. Türkiye'de deizm, Avrupa'dakine benzer teolojik felsefi bir akım olarak ortaya çıkmış değil. Yani deizmi deniliyor ya öyle bir teolojik arayış yok.

Türkiye'de olan ne peki? Türkiye'de olan şu; Fetönün ortaya koyduğu din adına ülkeye yaşattıkları ile AK Parti'nin yirmi yıllık ortaya koyduğu icraatlerden kaynaklı bir tepkisellik diyebiliriz. FETÖ ve AK Parti'nin ortaya koyduğu temsil ve performans, yeni kuşaklarda özellikle Z kuşağında olumsuz etki yarattı.

Cumhuriyet kurulduğu zaman, Batılılaşmış kadrolar şeriat, Ortaçağa ait diye karşıydılar. El kesme, çarşaf gibi semboller ve ekstrem örnekler üzerinden, şeriatın gerici bir kategori olduğu ileri sürülerek, 50'lere kadar gelindi.

Şu anda olan ise, Türkiye'de İslam diye sunulan Sünniliğin ya da Ehl- Sünnetin imajının bu hale döndüğüdür. Sünnilik giderek pejoratif hale geliyor. Niye? Dili ve söylemi arkaik olduğu için. Terminolojisi ve uygulamalarına bakıldığında, kıyafet, dil ve medyada görünür din adamlarının konuşmaları görüldüğünde; gençler ve Z Kuşağı tarafından ilkel, bağnaz, dogmatik, arkaik görülüyor.  

İlahiyat camiası Z Kuşağına karşı bir dil geliştiremedi. Din üzerine konuşanların, din dili ve retoriği bugünün diline uyarlanamayınca, bu sefer temsil iddiasındaki insanların pratiğine odaklandı. Bu odağa baktıklarında da şunu söyleme noktasına geliyorlar artık insanlar: "Eğer bunlar Müslümansa, ben Müslüman değilim, nedir bu Allah aşkına, böyle Müslümanlık mı olur..."

Deist olduğunu söyleyen insanlarla konuştuğunuz zaman, Tanrıya ve ahirete inandıklarını görürsünüz. Hatta birçoğu Hz. Peygamber'e de inanıyor. Dinini kaybetmiş değiller. Bu yönüyle bakıldığında Batıdaki gibi bir deistlik yok. Çünkü Peygamberimizi inkâr etmiyorlar.

Deizmin koşullarından iki tanesi şudur, Peygamber ve vahyi kabul etmemeleri. Bugünün modern insanına, 7'nci yüzyıldaki bir hüküm iğretici ve korkutucu geliyor, ya da anlamıyor bu hükümleri. Benim de dâhil olduğum tarihselci perspektife, şayet ilahiyatçılar Kur'an'a, İslam'ın tarihteki yürüyüşünü yorumlatabilseler idi, antropolojiye, tarihe, politikaya ait birçok bagajı indirmek mümkün olabilirdi.

Bu konuda İlahiyat camiasının iyi bir performans sergilediğini söyleyemeyiz. Ama tarihselci perspektif benimsenmeyip, çağın yeni olgularını aklın ve vicdanın süzgecinden geçirmeden nasıl olsa her şey mutlak olarak Kur'an ve sünnette var ön kabulü ile din diye sunuluyorsa İlahiyatçılar/âlimler/yazarlar tarafından, Z kuşağının da bunu yutmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Çünkü bunlar derin ve etraflıca bir dini bilgiye sahip olmasalar da, mantıki taraflarıyla bu dini olgu ve sorunlara dair sorular sorabiliyorlar. Bunun üstüne bir de Tarikat ve kimi cemaatlerin sunduğu şeyin Ehl-i Sünnet tasavvuru olduğunu da eklersek, Z kuşağı "Bunlar Müslümansa ben Müslüman değilim" noktasına gelmiş oluyor maalesef. 


- Batıdaki gibi bir deizm değilse o zaman bunu bir arayış olarak mı görmeliyiz? Bir ara durakta olma hali olarak görebilir miyiz? Ya da İslam'ın sağlıklı anlaşılmasına yol açacak geçici bir durum olarak mı görelim?

Bir açıdan bakıldığında bu bir sağlık alametidir. Çünkü mevcut performanslarıyla din insanları tatmin etmiyor. Buna mevcut kavramsal ve kurumsal dillerini de eklediğimizde ortaya bir anakronizm çıkıyor. Dolayısıyla burada bir arayış sözkonusu olabilir. Bunun çok derin teolojik arayış olduğunu söyleyemeyiz. Sadece el yordamıyla bir arayış denilebilir. 


"İslamiyet'in metafizik ile ahlaki değerlerinin insanlığın sorunlarını çözeceğine inanıyorum"

- Görebildiğim kadarıyla, sorunları tespit eden tarafınız kadar çözüme odaklı önermeleriniz de var. Son kitabınız "Evrensel Ümmetçiliğe Doğru"da, Din istismarı, laiklik, dogmatizm ve kapitalizme karşı evrensel ümmetçilik ya da direniş teolojisi çözüm önerisi sunuyorsunuz. Bunlara karşın 2015 yılındaki bir söyleşinizde Laiklik vurgunuzu gördüm. İç savaş, totalitarizm ve din istismarından bizi kurtaracak tek bir şey vardır, o da laikliktir diyorsunuz. Ne dersiniz?

İslamiyet'in metafizik ile ahlaki değerlerinin insanlığın sorunlarını çözeceğine inanıyorum. Çünkü İslam'ın evrensel olduğuna inanıyorum. İslam ile kastım, Hz. Nuh'tan Hz. Muhammed'e kadar gelen İbrahim'i öğretiyi kastediyorum.

İbrahim'i öğretinin de birkaç ana önermesi var. Allah vardır, Allah âlemden ayrıdır, Allah insanı yaratmıştır. Burada insanı denemektedir. Denenme, adalet ve zulüm, iman-küfür üzerinden gerçekleştirilmektedir. İmanı ve adaleti tercih edenler kurtulur, küfrü ve zulmü tercih edenler ise ahirette kaybeder. Kısacası budur İbrahim'i öğreti.

Buradan yola çıkarak da, politik olarak "Rahmani Siyaset" dediğim kavramsallaştırmayı öneriyorum ben. Rahman ne demek? Rahman olan Allah, insanları denemek için insanlara özgürlük vermişse yani insanlar eşit davranıyorsa, devlet örgütlenmesi de öyle olmak zorundadır. Laiklik ile kastım, aslında dindarları tutan bir devlet yönetimi değil.
 


Aynı dine inanan insanların yönettiği bir devlet hali değil. İslam'ın böyle olmadığına inanıyorum. Evrensel ümmetçilik ile sunduğum önerme, kendini Medine Vesikası'nda ortaya koyar. İslam'ın siyasal pratiği, din ayrımı yapmadan dost-düşman ayrımını ise adalet zulüm üzerinden yaparak bir siyasal yapı kurmayı ifade eder.

Adalet-zulümde insanların dini sorulmaz. Mazlumder'in bir mottosu vardı: "Mazluma kimliği sorulmaz" diye. Devletin dini adalettir. İslam devletini anakronik buluyorum ve İslâmi açıdan doğru bulmuyorum.

Evrensel ümmetçilik demek, Medine Vesikası'nda olduğu gibi, hakkaniyete ve vicdana dayanan, Müslümanları da Müşrikleri de, Yahudi ve Hristiyanları da bağlayan ortak bir racon, ortak bir anayasa oluşturmaktır. Oluşturacağınız anayasa, adalet ve hakkaniyet ilkesine dayanmalıdır.

İslam, biz ve öteki ayrımını, adalet ve zulüm üzerinden yapar. Mümtehine 7-8. ayette geçtiği gibi. "Düşman olan; sizi yurtlarınızdan çıkaran, sizinle din hususunda savaşan kimselerdir" diyor bize ayet. Bakara süresi 193.ayetinde de "Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur" şeklinde bir kriter veriyor bize Kur'an.  Bu açıdan bakıldığında, aslolan insanların günahsızlığıdır.

Aslolan eşyada ibahadır, Yahudiliğin herşeyi yasaklayan, haram kılan şeriatına ters olarak, İslamiyet'te ve eşyada aslolan ibahadır. Haramların sayısı son derece azdır.
 


"Din dili; akli ve ahlaki olmalı. Makasıda ve maslahata dayanmalı"

- İbaha derken Hocam?..

İbaha, mubah demek. Helal demek istiyorum. Hanefilerin meşhur bir cümlesi var: "İsmet, ademiyetten gelir." Bunun anlamı şu. Âdem olan herkes, ismet sıfatıyla doğar yani temiz ve masum doğar demek isteniyor.

Esas olan buysa, bu İslam'ın doğal bir din olduğunu ortaya koyar. İddia edilenin aksine teokratik bir yapı İslam'da yoktur. Tanrı veya din adına ortaya çıkıp, temsil iddiasıyla ortalığı şiddetle terörize etmek, kilisenin yaptığı gibi bunlar İslam'da yoktur.

Tarihteki İslam'ın yürüyüşünde vardır, ama İslam'da yoktur. Bunun için diyorum ki, din adına siyaset yaptığınız zaman, Tanrı ve İslam adına konuştuğunuz zaman kaçınılmaz üç tane tehlike beliriyor. Bir, din istismarı. Muaviye'nin yaptığı gibi.

İki, Haricilerde olduğu gibi terör ve şiddet yaratabiliyor. Hariciler Hz. Aliyi niye öldürdüler? Kâfir olduğunu düşündükleri için. Bunda da samimiydiler. Kilise de çok samimiydi. Bir gecede 35 bin Protestanı kestiler. Bunu da Allah rızası için yaptıklarına inanıyorlardı.

Şunu söylüyorum, din adına ortaya çıktığınız zaman bunun üç büyük tehlikesi ortaya çıkar. Dogmatizm, totalitarizm ve iç savaş. Bunlardan kaçamazsınız. İŞİD, FETÖ bunun örnekleridir. Buradan kurtulmamız lazım.

Kurtulmak için laiklik dediğimiz zaman sekülerizm demiyorum. Kullandığımız dilin akli olmasını, ahlaki olmasını, maslahata dayanmasını ve makasıda dayanmasını söylüyorum. 
 


"Devlet modeli olarak laikliği değil, demokrasiyi tercih ederim"

- Bir devlet modeli olarak söylemiyorsunuz laikliği..

Devlet modeli desem, demokrasiyi tercih ederim. Laikliği değil. Neden mi? Şura ilkesini Kur'an'da bulduğum için. Şura ilkesi biliyorsunuz, Yemen'den geliyor. Şura, Sebe melikesinin uyguladığı senatodur. Hz. Süleyman tipik bir kraldır. Belkıs'a diyor ki: "Gelip, senin ülkeni yerle bir edeceğim."

Belkıs de, durumu anlıyor ve hemen senatoyu topluyor. Bu anlattıklarım Nahl süresinde geçer. Senatoyu toplayıp, "Siz olmadan ben asla karar veremem" diyor. Senatonun kararını alarak, Hz. Süleyman'a karşı tedbirleri alıyorlar böylelikle.

Şura, bugün için demokrasiye yakın bir şeydir denilebilir. İlla bir form olacaksa bu olabilir. Forma gerek yok diyorum ben yine de. Aslolan politik sorunları çözecek kişilerin dilinin akli, ahlaki, gerekçeli, kamu maslahatını temin etmeye dönük olmasıdır. Yani makasıdlı ya da hukuk felsefesinde olan Makasıdü'ş-şerîa'ya dayanmasıdır.

Böyle bir din ve dil ile; siyasi, iktisadi, hukuki… sorunları İslami olarak çözülebilir düşüncesindeyim. Bir yönüyle buna İslamcılık da denilebilir. Bu tip sorun çözen insanlarda, iki koşulun olmasını isterim.

Hasbi olmak ve muhasibi olmak. Yani dürüst olmak ve critical/kritikçi olmak. İkili davranmamak, ikiyüzlü olmamak. Niyetiniz halis olabilir ki bu yetmez, sonuna kadar kritikçi bir yapıya da sahip olacaksınız.


"Bana İbrahimist, Ömerist, Alevi ve Davudi diyebilirsiniz"

- Çağın sorunlarına karşı evrensel İslam'ın ya da "Rahmani Siyaset" diye formüle ettiğiniz çözüm öneriniz var. Bunlarda oldukça İslamcı kavramsallaştırmalar. Oysa sizin için; oryantalist, batıcı, Modern İslamcı, modernist, akılcı, Mutezile yanlısı vs deniliyor. Oysa Direniş Teolojisi kitabınızda geçen şu cümleyi konuşup, duruşunuzu merak ediyorum: "Seküler, kapitalist ve modernist yaşam tarzının yarattığı tahribata karşı gezegenimizi kurtaracak olanın İlahi nurdur." Ancak özgür irademizle, ahlaki olarak Tanrı'nın buyruğuna boyun eğersek diye de ekliyorsunuz.

Kötü söz sahibinindir demekle iktifa edeyim. Oryantalist, batıcı, aydınlanmacı nitelendirmelerini kabul etmiyorum. Ben kendimi nasıl tanımlıyorum? Ben, İbrahim'i, monoteist öğretiyi benimsiyorum. Bana İbrahimist diyebilirsiniz.

İbrahimist dediğim zaman, Hz.İbrahim Peygamberlikten önce bir düşünürdü biliyorsunuz. Önce düşünür olarak başlıyor. Genç iken, kendi toplumuna başkaldırıyor. İbrahim aynı zamanda hanifti (Hanif: Tevhide ve tek Tanrıya inanan) Toplumun geleneksel katı muhafazakâr değerlerini eleştiriyor. Bu yönüyle ilk önderim ve pirim Hz. İbrahim'dir.

İkincisi Ömeristim, bana Ömerist diyebilirsiniz. Hz. Ömer biliyorsunuz, muhafazakâr sahabelerin gerekçesiz, Kur'an'ın bütün ayetlerine sorgusuz sualsiz, tümüyle ve kimi zaman öylesine teslim olmalarına karşın, kendisi anlamacıydı, gerekçeciydi.

Hz. Ömer öyle derin bir ahlaki ve basirete sahipti ki, hem cesareti hem adaleti hem de hakkaniyeti ve vicdanı gelişkindi, dogmatik değildi. Gerekçeci oluşunu çok önemsiyorum. Peygamberimiz (as) Hz. Ömer hakkında şöyle demiş: "Allah hakikati, Ömer'in kalbi ve lisanı üzere kılıyor."

Ömerist olduğum kadar da Aleviyim aynı zamanda. Hz. Ali'de bulduğum kahramanlık veya savaşkan birisi olmasına rağmen aynı oranda da içli bir adamdı. Hz. İbrahim gibi maneviyatı derin bir adamdı. Hz. Osman gibi biraz dünyevi ya da deyim yerindeyse seküler değildi.

Bundan başka ben Davudiyim. Bana Davudi diyebilirsiniz. Hz. Davud askerdi ama aynı zamanda Zebur'u yazacak kadar içli ilahiler de söyleyen bir insandı. Zebur'u okursanız, Hz. Davud'un derin bir adam olduğunu görürsünüz.

Bütün bunlardan sonra şöyle nitelendirebilirim kendimi, aklı başında bir mücahit, militan ve bir müçtehid diyebilirsiniz bana.  


"Türkiye'de kimlik oluşturma; dayatma, dogma ve düşmanlık üzerinden ilerliyor. dinleme, düşünme ve diyalog ile değil"

- "Aklın İçindeki İlhamlar" kitabınızda geçen ifadelerinizle soracak olursam; "Din (vahiy/peygamberlik), bize yön (hidayet) göstersin yeter. Yolu (şeriat) biz bulacaz ve yürüyeceğiz. Çünkü nesiller ve toplumlar olarak birbirimize benzediğimiz kadar (tümeller), birbirimizden farklıyız da (tikeller)" diyorsunuz. Türkiye'nin farklı düşünce, inanç, mezhep ve etnik yapısındaki bu çoğulcu toplumda bu yolu nasıl bulmayı ve yürümeyi düşünüyorsunuz diye sorsak?

Kur'an-ı Kerim'de iki-üç defa geçen ve bence İslamiyet'i özetleyen bir ayet var. Ahirette cehennemlikler birbirleriyle konuşurken, biri diğerine diyor ki "Eğer biz akletseydik ve dinleseydik burada olmayacaktık." Dolayısıyla ben akletmeyi ve dinlemeyi İslamiyet'in özü olarak görüyorum.

İslamiyet nedir dersiniz? İslamiyet düşünme ve dinlemedir derim. Eğer biz düşünme ve dinlemeyi devam ettirirsek, düşünme ve dinleme sürecinde ihtilaflarımız ortay çıkabilir ama aynı zamanda beraberinde icma da yaratır. Yani konsensüs, müzakere oluşur.

Dolayısıyla ben tarihin yürüyüşünü bu iki kavrama bağlarım: İçtihad ve icma. Sürekli içtihad edeceğiz yani düşüneceğiz, karar vereceğiz, yeni hükümler vereceğiz ve bunları tartışacağız. Tartıştığımız oranda birbirimizi ikna ettiğimiz oranda da icma ile yürüyeceğiz.

İcma edemediğimiz durumda ise, herkes kendi yoluna gidecek. Yani dışlama yok, tehdit yok, hakaret yok, baskı yok dikkat edilirse sunduğum bu önermelerde. Yani birbirimizi zorlamayacağız, taklit yoluyla hakikati zorlayarak şiddete başvurmayacağız.  

Kamu hukukunu, kamu otoritesinin hakkaniyete dayalı şiddetini kastetmiyorum. Dini anlamdaki şiddeti kastediyorum. FETÖ ve İŞİD yaratmamamız gerekir. Tanırı adına insanları kesmeyeceğiz. Böyle bir hakkımız yok.

Yeni bir yazı yazdım, Karar gazetesinde. Yazının başlığı, Türkiye: Kabileler panteonu. Şu an kabileler ve kabilecilik var maalesef memlekette. Burada beş tane panteondan, kabilecilikten bahsettim. Türkiye'de eksiğimiz olan maalesef düşünmenin olmaması, bu da dinlemeyi ortadan kaldırıyor.

Düşünme olmayınca, dinleme olmuyor. Dolayısıyla müzakere de çıkmıyor. Mezheplerden, cemaatlere, oradan Tarikatlara son olarak da particiliğe evrildik. Türkiye'de parti demek, cemaat demek, tarikat ve mezhep demektir. Kapalı kabile demek sonuçta.

Cümleleriniz gidip duvara değiyor, sonra tekrar size geri dönüyor. Mezhepleri, tarikatları, partileri, cemaatleri bütün bunları aşarak; insanların düşünmelerini, birbirlerini dinlemelerini ve diyalog yürütmelerini öneriyorum.

Türkiye'de kimlik oluşturma; dayatma, dogma ve düşmanlık üzerinden ilerliyor. Kimliklerimizi dinleme, düşünme ve diyalog ile yenileyemiyoruz, bu yüzden de kimliklerimizi tekâmül ettiremiyoruz. Katı, gelenekçi, slogan atan, dogmatik ve çıkar örgütlenmesindeyiz neredeyse her birimiz. Bu cendereden çıkmamız gerekir. 


- Bu düşünme tarzından da sadra şifa bir şey çıkmaz zaten.

Bir şey değil, hiçbir şey çıkmaz. 


"Şu anda ortalıkta eli yüzü düzgün bir Aliya İzzetbegoviç göremiyoruz"

- Madem critical üzerinde çok duruyorsunuz 2015 yılındaki bir söyleşinizdeki şu tespiti konuşalım isterim. "Avrupa'daki Rönesans'ı, özellikle reformu; Luther ve Kalvin çıkıp kilisenin metodolojisini ciddi şekilde critical ettiler ve onu aştılar. Ama biz 200-300 yıldır Batı'nın baskısından başımızı kaldırıp, aklıselimle 'epistemeyi gözden geçirelim' diyemedik" diyorsunuz. Batının baskısı, sömürgesi ile epistemolojik yenilenme arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

19'uncu yüzyıla kadar kendi mağara uykumuzdan dolayı epistemik açıdan anakronik kalmıştık. "Et-tekraru ahsen velev kane yüz seksen" dediğimiz zaman kendi kendimizi uyutuyorduk. Bizden kaynaklanan geviş getirmemiz ya da cepten yememiz, imparatorluğu bitirdi.

Politik ve sosyal gövdeyi dağıttı. Direnemedik. Fakat ondan sonra kaybedişimiz, işgal edilişimiz özellikle İslam toplumlarında bir aşağılık psikolojisi, bir güvenlik/korumacılık duygusu geliştirdi. Üzerimize gelen dalga büyük olduğu için, korkumuzdan dolayı güvenliğe, varolan negatif dini değerleri de korumaya yöneliyoruz. Ne bulduysak, ona sarılıyoruz.  

Batı, bilim ve felsefe geliştirmiş, bu da yetmemiş teknoloji ve ekonomi geliştirmişti. Adeta şeytan gibi üstüne geliyor. Bütün cephelerde de yenilmişsin. Düşüncede, iktisatta, kültürde, mimari de yenilmişsin. Sorun olmak ya da olmamak mesabesine gelmiş artık.

Bu denli üzerimize gelen tsunami karşısında, elbette ki ideal olan, özeleştiri yapmak ve epistemeyi kritiğe tabi tutmaktı. Bunu yapamayınca da Osmanlı'daki teolojinin fosilleşmesi yani dini düşüncenin donması, mumyalanması gibi bir durumu yaşadık.

Cumhuriyet ise çok sert bir şekilde bu donmayı reddederek doğdu. Cumhuriyet kadroları; şeriatı, hilafeti, saltanatı ve tarikatı reddetti ve ilga etti. Bu reddi doğuran o fosilleşmeydi, donmaydı.

Mevcut değerlerin reddedilmesi, tarikat, hilafet, şeriatın kaldırılması muhafazakâr kitlelerde ne buldularsa, ona körü körüne sarılmayı ve korumayı/güvenliği beraberinde getirdi. Etkiye tepki yani anlayacağınız.

Bu refleksi bir yere kadar kitlelerin yapmasını anlayabiliriz. Ama entelektüeller, âlimler bu müktesebatı ya da epistemiyi yeniden gözden geçirelim demediler, tecdide yönelmediler. Yönelenlerin kısmı da, maalesef muvaffak olamadı.

Tecdit olamayınca da 1950'den sonra İslamiyet'i paçoz diyebileceğimiz kimi insanlar temsil etmeye başladılar ve bunlar da egemen oldu. Cumhuriyet kadrolarının devralınan mirası reddedişleri, refleksif olarak kitlelerin paçozlara teslimiyetini de beraberinde getirdi.

Çünkü bunlar dini, geleneği koruyan aktörler olarak algılandı. Yoksa dinin elden gidişi daha da hızlanacaktı veya artacaktı. Şu anda o paçozluğu maalesef hala yaşıyoruz.

Şu anda ortalıkta eli yüzü düzgün bir Aliya Izzetbegoviç göremiyoruz. Roger Garaudy göremiyoruz, aklı başında bir Ali Şeriati veya Mehmet Akif göremiyoruz.

Daha ilerisini de söyleyeyim; diyanetçiler, cemaatçiler, tarikatçılar, siyasetçiler de maalesef paçoz. Böylesi bir tabloyla karşı karşıyayız. 


- O halde, bu tablo daha uzun bir süre devam edecek gibi görünüyor. 

100'ü aşkın İlahiyat fakültesi var. Bu ilahiyatlar eğer ciddi bir şekilde modern bilimle, felsefeyle, sosyal bilimlerle mücehhez olup, bu nosyonlara bürünüp, İslam'ın temel değerlerini yeni bir entelektüel dile çeviremezlerse yani hala dogmatik ve sloganik bir şekilde devam edilecekse, bu iş olmaz.

Körün gözü açıldı. Z kuşağı öyle sloganla, vaazla yetinmiyor. Soru ve cevabını almak istiyor. Aynı Kur'an'ın indiği dönemde soruların sorulması, Allah'ın soru alması gibi.

Allah soru alıyordu biliyor musunuz? Müslüman âlimler, ilahiyatçılar, entelektüeller maalesef soru almıyorlar. Soru alıp, mantıklı, gerekçeli cevaplar vermek gerekiyor oysa insanlığa. 


"Çağımızın postmodern nihilist pozisyonu, örümcek ağı ya da koza gibidir"

- Yüzden fazla ilahiyatlar bu durumda ise ufukta bir karartı bir ışık belirmez mi diyorsunuz yani.

Allah'tan umut kesilmez. Kur'an'da Ankebut süresi var. Bu sürede Allah'tan başka dost edinenlerin durumu örümcek ağına benzetilir. Evlerin en zayıfının örümcek evleri olduğu ifade edilir.

Çağımızın şu andaki postmodern nihilist pozisyonu, tekno-citylerin oluşması ve yapay zeka ile birlikte insanların bir tür bu kozanın içinde olduklarına inanıyorum. Bu koza ile Ankebut süresinde geçen zayıf ev olan örümcek ağları bence aynı şeylerdir.

Yani bu durumu aşabiliriz demek istiyorum. Çünkü örümcek de bu koza da zayıftır. İnsanın tekrar Tanrıya yönelmesi lazım. Kur'an'da bir ayet var. Allah yeryüzünün ölümünden sonra onu tekrar diriltir şeklinde.

Bugün bu postmodern nihilist dönem, örümcek ağının içinde sıkışma hali veya insanlığın ölümünü biz tekrar Tanrıya ve İbrahim'i öğretiye özgür irademizle ve aklımızı kullanarak dönersek şayet, yeryüzünü tekrar diriltebiliriz.

Kuşaklar veya toplumlar Tanrıyı unuturlarsa, Allah'da insanları unutur, onları kendi başına bırakır. Kur'an'da geçen ifade de Allah'ın unutulmasıdır zaten. Allah kendini insanların gözüne sokmaz.

İnsanın bizatihi kendisi Tanrıyı aramalıdır. Bu yüzden insanlık Tanrıya ve doğaya yöneldiği takdirde, Tanrının rahmet elinden şifa bulacağına inanıyorum. Yeter ki üzerine düşeni yapsın.


"Müslüman halkların entelektüel performansların yetersizliği ile birlik içinde olamamaları hazin bir durum"

- 'Direniş Teolojisi' makalenizde "ABD ve Avrupa Ortadoğu'daki Müslüman halkların direnişini Siyasal İslam, Fundamentalizm ve Terörizm olarak yaftalamaktadır. Bu hareketin terörle ilişkisi ve teolojisi bazı yönlerden problemli olmasına rağmen, totalinde emperyalizme ve Siyonizm'e karşı bir direniş ve başkaldırıdır" diyorsunuz. Arap intifadasını da belki böyle okuyorsunuzdur. Bugün itibarıyla da böyle mi düşünüyorsunuz?

Son geldiğimiz nokta, "Arap Baharı"yla İslamcı iktidarların performanslarının çok iyi olmaması ve Suriye'deki durum ile baharın kışa dönüşmesi oldu. Bu dönemde çok kötü iki aktörde ortaya çıktı. FETÖ ve İŞİD.

Türkiye'deki İslamcı düşünce FETÖ diye Amerikan kucağında bir örgüt yarattı. Arapların selefiliği de Amerika ve İsrail'in kucağında İŞİD diye bir örgüt yarattı. İslam toplumlarına bu iki örgüt çok zarar verdi.

Her ne kadar Telos olarak, bir direniş ruhu olarak İslam'ın ahlakı ve metafiziği İsrail ve ABD gibi bölge üzerinde tasallut kurmaya çalışan güçlere karşı direnmeyi salık verse de, bu iki örgütün teröre varacak tarzda kendi akli muvazenesini yitiren hareketleri şimdilik için buna engel oldu.

11 Eylülden, Avrupa'nın kimi şehirlerinde patlatılan bombaları bu çerçevede okuyabiliriz. Bugüne baktığımız zaman ise, Müslüman halklarda entelektüel ve düşünsel performansın eksikliği, kapitalizm ve emperyalizmin meydan okumalarına karşı İslam coğrafyasını ve Müslüman toplumları kendi içinde örgütleyemeyip, ortak bir dil oluşturamaması, ortak bir İslam birliği kuramaması hazin bir durumdur.

Oysa bir Telos olarak İslam'ın metafiziği bunu yapmaya mukadderdir. Maalesef şu anda olan ise, ABD ve İsrail'in etnik ve dini olarak bölgemizi paralize etmesi, paramparça etmeyi başarması ve bunun sonucunda ortaya çıkan kapışma ile beliren istikrarsızlık hala devam ediyor.

Bunu salt ABD ve İsrail'e bağlamak yanlış olur. Burada demin belirttiğim gibi, Müslüman halkların birlik oluşturamamaları, son 50-60 yıl içinde üretmiş olduğu literatür ve dilin yetersizliği İslamcı diyebileceğimiz bir praksis yaratamamasına da yol açtı. 


- Bu söylediklerinizden, emperyalizme karşı Ortadoğu halklarının direnişe dair bir başarısızlık mı var yoksa bir geri çekilme mi ya da sizin ifadenizle mağara uykusuna girme mi demek lazım? 

Bir başarısızlık var. O da anlaşılır bir şey. Çünkü iki yüzyıldır bir arayış ve çaba içinde. İslam dünyasının mağara uykusu çok uzun sürdü.  Toplamda aradaki mesafe çok çok uzun.

Avrupa'nın ise, 300 yıllık bir çabası var, entelektüel, politik ve iktisadı açıdan. Şu anda İslam dünyasının bu mağara uykusundan çıkması ya da dünyaya meydan okuması gibi bir şey yok maalesef. 


"İslamcılığı Kur'an'ın yaratmaya çalıştığı o Telosun sürekli yeni söz söylemesi ve dogmatik biçimde boyun eğmemesi olarak anlıyorum"

- "Muhafazakârlığın Soykütüğü" makalenizde Türk muhafazakârlığını çok iyi resmetmişsiniz. Bu makalenizde bariz bir şekilde Muhafazakâr ile İslamcıyı ayırt ediyorsunuz, muhafazakârlık ile İslamcılığı da. Nedir aralarındaki fark? Muhafazakâr aktör ile İslamcı aktöre örnek vermenizi istesek ne dersiniz?

Ben İslamcılık derken, İslamcılığı Kur'an'ın yaratmaya çalıştığı o Telosu yani sürekli yeni söz söylemeyi, söylenmiş sözlere taklidi veya dogmatik olarak boyun eğmeyi değil, bu boyun eğmemeyi anlıyorum.

Muhafazakârlık ise taklidi olmayı ve boyun eğmeyi ifade eder. Muhafazakârlık, konservetizimdir. Olanı korumadır. Olanı korumada taklit ile olur. Bu matah bir şey değil. Muhafazakârlık biraz konformizmdir, biraz üçkâğıtçılıktır, biraz çıkarcılıktır. Yani Tanrının gözüne girme, bu arada menfaatinden taviz vermeme gibi ahlaki olmayan bir tarafı da vardır muhafazakârlığın.

Müslümanlığı ise daha ziyade bilinç hali, muhasibi olma durumu, hasbi olma hali, kül yutmama, tetikte olma, uykusuz kalma, vicdanı diri olma, dinleme, düşünme, müzakere, diyalog hali olarak görüyorum. Normal olan da budur bence. Hayat ancak böyle deruhte edilir.

İslam'ın özünü burada görüyorum. Allah da tarihi süreç içinde muhafazakâr ya da statik değil, sürekli neshederek, şeriatleri birbiriyle değiştirerek, yenileyerek toplumsal ve siyasal hükümler vaz eder.

Bir bakıma tecditten yanadır. İslamiyet tecdit yanlısıdır, muhafazakârlık bunun tam tersidir. İslam özü itibarıyla bid'at çıkarmadır. Bid'at demek yeni bir şey çıkarmak, yaratmak demektir. Dikkat ediniz, bid'atı bugünkü anlamıyla kullanıyorum.

Bunu söylerken mutlak bid'atçi olmak, her şeyi yenilemek gibi bir şeyi kastetmiyorum ki bu doğru değildir. Geleneği koruyabilirsiniz. Oysa benim söylemeye çalıştığım ise geleneği tecdit etmek, yenilemektir.

Batının yaptığı budur. Rönesans, reform, aydınlanma batıda varolan önceki değerlerin yenilenmesidir, evrilmesidir, onların yeni formlara kavuşturulmasıdır. Doğru olan da budur. Bizim de yapmamız gereken budur.

İslamiyet bunu gerektirir. Hz. Muhammed, kendinden önceki Peygamberlerin söylediği davayı savunuyorum dedi. Mevcut Arap katı gelenekçiliğini, atalarından ve babalarından aldıkları yolu savunmadı.

Dolayısıyla iki arada bir derede müteyakkız olmak, sürekli yeni söz söylemek, söylenmiş olan sözleri yeniden dinlemek, onlara yeni formlar kazandırmak çabasının daha doğru olduğu kanaatindeyim. Bunun için muhafazakârlığı matah bir şey olarak görüyorum. 


"Muhafazakârlık, tanrının gözüne girme, bu arada menfaatinden de taviz vermeme zihniyeti"

İslamcı aktöre örnek olarak, Aliya İzzetbegoviç'i örnek verebilirim. Mehmet Akif, Roger Garaudy, Ali Şeriati'yi söyleyebilirim. Dikkat edilirse bu İslamcılar sürekli dinamiktirler, kendilerini yenilerler, eşikte dururlar, külyutmazlar, değişimden yanadırlar, aklı başında olan insanlardır.

Muhafazakâr için de şu anda Türkiye'deki mevcut cemaatçi, tarikatçıları örnek verebilirim. 


- Bir söyleşinizde "Sol teoriye İslami bir aşı yapmak bana pek makul gelmiyor. Bu sistem de yeryüzünde cennet kurma peşinde koşuyor" diyorsunuz. İslami sol tartışmalarına bakışınızı bu vesileyle öğrenmek istiyoruz?

- Birikim'deki İslami sol tartışmalar esnasında Tanıl Bora, benden bir yazı istemişti. Yazıyı yazdım fakat yazıyı Tanıl Bora bilerek yayınlamadı. Orada İslami sol tartışmalarına eleştirel bir bakışım vardı. İslam'ın kapitalizme ve liberalizme indirgenmesi kadar İslam'ın sola indirgenmesinin de doğru olmadığını yazmıştım.

Muhtemelen bundan dolayı yazı dergiye konulmadı. İster liberalizm olsun ister sol olsun, neticede bunlar her ne kadar politik iktisadi teoriler olsalar da arkalarında bir metafizikleri var. O metafizik de büyük ölçüde yaşamın sadece bu dünya olduğuna veya biricik yaşamamızın burası olduğunu savlıyor.

Burada nasıl mutlu oluruz, burada nasıl refah içinde yaşarızın formülünü arıyorlar. Liberal teori özel mülkiyete, özgürlüğe vurgu yapıyor. Sol teoride, kamu mülkiyetine, emeğe vurgu yapıyor.

Ben İslamiyet'i ve Kur'an'ı az çok tanıyorsam şayet, şunu diyebilirim ki Kur'an bu ikisine de uymaz. Kuran iki dünyalı bir yapıyı vazeder. Ahiret ve dünya yani. Bu iki dünyalı yapı, sadece metafizik olarak değil, politik ve iktisadı da buna göre doğuruyor.

Yıllar önce bir makalemin başlığı idi, İktisad İtikaddır şeklinde. Şimdi tek dünyalı bir metafiziğin doğurduğu politik ve iktisat ile iki dünyalı metafiziğin doğuracağı politik ve İktisad kesinlikle birbirinden farklıdır.

Çünkü çift dünyalı dediğiniz zaman, bu dünyada özel mülkiyet tamam, bu dünya nimetlerine evet, içgüdülere evet ama bununla birlikte bir de ötekini düşünme var. Yani infak var Kur'an'da. Mesela ayet der ki: "Sizin mallarınızda yoksulların ve mahrum olanlar için bir hak vardır." Bu da infaktır.

Zekâtın dışında bir şeydir infak. Zekât zorunlu vergidir. İnfak ise gönüllü olarak özel mülkiyetinden denenmek için ötekine verdiğin bir şeydir. Özel mülkiyetinden, kazancından, kapitalinden demek istiyor.

Niçin yapılıyor bu? Karşılığını öteki dünyadan almak için. Kur'an'ın bu dili son derece açık. Mekke ve Medine'nin ticari dili olduğu gibi Ahirete transfer edilmiş, adeta tercüme edilmiş. İslam; ticaretten, borçtan, kardan, zarardan bahsediyor.

Bu veresiyeli bir ekonomidir, Ahirette tecil bir ekonomidir. "Allah'a güzel bir borç verecek olan kimdir?" diyor bir ayet. Bu Kur'an'ın karşılığını yani tecilini Ahirette alacağımızı bildirmesi demektir. 


"Sol teoriye İslami bir aşı yapmak bana pek makul gelmiyor"

İkili dünyaya sahip olan İslam'ın yaratacağı politik ve iktisadı düzen ile tek dünyalı liberal veya sosyalist düzenin yaratacağı politik ve iktisadı düzen aynı olabilir mi? Sol teoriye İslami bir aşı yapmak bana pek makul gelmiyor dememin sebebi de budur.

Çünkü bu iki sistem, sadece yeryüzünde cennet kurma peşinde koşuyor. Bugüne kadar da savaş, kriz, yoksulluk, ekolojik tahribat sundu insanlığa. Özgürlük, adalet, hakkaniyet, eleştiri, emeğe saygı, zulme karşı olmak, sömürüye karşı olma gibi açılardan solun etik değerleri ile İslam arasında bir paralellik olduğu söylenebilir.

Buna hayır demem. Ama bunu söylerken, solun metafiziğindeki; tek dünyalı, ilerlemeci, materyalist anlayışının da olduğunu da bilmemiz lazım.


- İslam ile sol arasında epistemik bir ayrım var diyorsunuz. Hak ve batıl gibi. Peki, etik olarak birlikte sömürü, zulüm ve emperyalizme karşı ortak hareket edilemez mi?

Dediğiniz gibi epistemik olarak çok önemli bir fark var aralarında. İslamiyet özel mülkiyeti kabul ediyor. Sosyalizm ise kamu mülkiyetini. İslam ile sol arasında burada büyük bir çelişki var. Kur'an bize özel mülkiyete dair olumsuz bir şey söylemiyor.

Kapitalizm ile İslam'ın paralelliği ise, her ikisinde de özel mülkiyetin ve vergi vermenin olmasıdır. Vergi derken yani zekat.. Fakat ayrıştıkları nokta ise, İslam'ın emeğe, alın terine saygısı, infakı vazetmesi ve ahiret hayatı.

İnfak ve ahiret işin içine girdiğinde İslamiyet liberalizmden ya da kapitalizmden çok ciddi bir şekilde ayrılıyor. İslam ötekinin yoksulluğunu, sorumluluk olarak üstlenmek veya onun içinde bulunduğu mazlumiyet, fakirlik durumunu gidermeyi zorunlu kılıyor.

Bunu söylerken sürekli fakirlere beleş vererek onları besleme tarzında bir şeyden bahsetmiyorum. Yani onların mağduriyetini giderecek istihdam yarat, iş ve aş temin et derken,  infaka bugün böyle bir anlam verebiliriz.

İnfak, insanların kendi kendine, elleriyle, onurlarıyla, geçimlerini sağlayacakları bir iş kurma düzeni sağlamak demektir. Bu da zengin Müslümanın ahlaki sorumluluğundadır. İnfakı bugün için salt bir şeyi beleş olarak vermek olarak anlamak yanlıştır.

Bunu tecdit etmemiz gerekir bence. Nasıl mı? Şöyle olabilir. Allah diyor ki Kur'an'da "Kimdir bana güzel bir borç verecek olan" İslami terminoloji ile konuşacak olursak, Karz-ı Hasen.

Allah'a borç vermek ne demek? Yoksulun, yoksulluğuyla ilgilenmek demektir. Ona sermaye vermek, istihdam yaratmak, iş bulmak demektir. Ben Karz-ı Hasen'ı bugün için böyle anlıyorum.

Aslında bakılırsa çağın olgu ve sorunlarına karşı Kur'an'ın bir perspektif sunduğunu görüyoruz ancak bunu aklı ve vicdanı düşünerek yaptığımızda bu perspektif peydâh olur. Geviş getirerek, mağara uykusuna yatarak değil.


- Epistemik ya da itikadı olarak İslam ve sol farklı hatta olsa bile, bu topraklarda ortak hareket etme, muhalefet etme, adaleti ikame etme veya zulme beraber karşı çıkma hususunda bir sakınca görmüyorsunuz değil mi? Teolojik terminoloji ile soracak olursam caizdir değil mi Hocam? (Karşılıklı gülüşmeler)

Kur'an'da bir ayet var. Diyor ki: "Herkesin yöneldiği bir yön vardır." Bugünün terminolojisiyle ifade edecek olursak, herkesin bir ideolojisi, bir davası, bir dini vardır diye okuyabiliriz bunu.

Ondan sonra gelen ayet ise ilginç: "Birbirinizle iyiliklerde yarışın, dayanışın" diyor. Başka bir ayette de "Günah ve düşmanlıkta değil, takva ve iyilikte birbirinizle yardımlaşın" diyor. Tabi ki farklı ideoloji, dava ve dinde olan insanlarla iyilik ekseninde biraraya gelip, dayanışabiliriz, ortak hareket edebiliriz.

Dolayısıyla bu anlamda dediğiniz doğru. Yani emperyalizme, zulme, sömürüye karşı her zaman işbirliği yapılabilir. Buna mani bir şey yok.


- Hazır Ramazan ayı içindeyken size oruç-şeriat-ibadetle ilgili şunu sormak isterim. İbadet/ahlak dinin sabitelerinden şeriat ise dinamiklerinden diyorsunuz bir yazınızda. İbadet-din-şeriat bu üçlü kavram arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunları birbirinden ayıracak mıyız, yoksa bütünsellik içinde mi görmeliyiz hocam?

İslam hepsini birlikte ortaya koyar ve böyle bakmamız gerektiğini söyler. Bunların birbirinden ayrılır hiçbir tarafı yoktur. Namaz kılmak ile herhangi bir iktisadi veya politik faaliyet arasında hiç bir fark yoktur. Neticede Allah'a itaat etme, insanlara adil ve hakkaniyetli davranmadır.

İman etmek ki bu temelde Allah'a karşı vazifemizdir, Namaz kılmak, oruç tutmak, şükretmek, hamd etmek vs gibi. Bunlar İslam'ın önemli parçasını teşkil ederler. Bunlar olmazsa İslam olmaz.

Kitlelerin eğitiminde bunlar pedagojik unsurlardır. Kimlik teknolojileridir diyebiliriz bu rükunlar için. Müslüman kimlik, bu kimlik teknolojileriyle ortaya konulur. Dolayısıyla İman, ibadet ve şeriat içiçedir.

Şeriat denildiğinde ise aklımıza gelen, toplumsal hayat. Yani insanlara karşı sorumluluğumuz. Orada da merhamet ve adaletle davranmamız gerekiyor. İslamiyet bir bütündür. Çoğu insanın bunu anlamamasını ben anlayamıyorum.

Eğer yaşam anlamlı bir prosesse, bu anlamlı prosesin içinde kompartmanlar yaratmanın hiçbir anlamı yok. En genel anlamda iki şey var İslam'da. Bir, Tanrıya karşı sorumluluğumuz.

İki, İnsanlığa ve doğaya karşı sorumluluğumuz. Dini ben etik pratik olarak görüyorum. Fakat son zamanlarda şöyle bir şey var. Din deyince aklımıza kutsal, dogma, irrasyonel, şiddet, bağnazlık ya da her türlü kötü imgeler geliyor.

Bundan kaçmak için de insanlar, hümanist olmaya, etiğe kayıyorlar ya da kaçıyorlar. Dini etiğe indirgemeye çalışıyorlar. Bana sorarsınız, din kavramı Kur'an'da özü itibarıyla etiktir zaten. İmanın kendisi etiktir. İman etmek, şükretmektir.

Kur'an bunu yüzlerce kez tekrar eder. Der ki: "Ya Allah'a şükredersiniz, Allah'a inanırsınız. Ya da nankörlük, kâfirlik" Bu da ahlaksızlıktır, zulüm demektir. Din demek özü itibarıyla ahlaktır, yarısı Allah'a karşı ahlaktır. Diğer yarısı da insanlara karşı ahlaktır. Bu yönüyle de bakıldığında İslamiyet bir bütündür. 


"İman, ibadet ve ahlakın tarihsel olarak ete kemiğe bürünmesi, yani praksise dönüşmesi dinamiktir, şeriattır"

- Şöyle bir ayrım yapılıyor, tarihselci çizgide olanların bir ayrımı gibi duruyor. Siz kendinizi bu ayrımın içinde görüyor musunuz bilemiyorum tabi. Şeriat ile ibadeti, ayırıyorlar. İbadet esas olandır, vazgeçilmezdir. Şeriat ise hukuktur, fıkıhtır, değişime tabidir. Dolayısıyla da modern olabilir şeklinde. Buna katılıyor musunuz? Yoksa katılmıyor musunuz?

Hayır hayır. Sabit Din Dinamik Şeriat kitabımın ismidir. Orada da yazdığım gibi din üç şeydir: İman, ibadet ve ahlak.
 


Burası evrenseldir. Hz. Nuh'tan Hz. Muhammed'e kadar bütün peygamberler bu üç şeyi vazederler. Bunların tarihsel ete kemiğe bürünmesi, yani praksise dönüşmesi, hayata dönüşmesi dinamiktir, şeriattır.

Bunu zaten Kur'an söylüyor. Her birinize ayrı bir şeriat verdik diyor, ayet-i kerime. Şeriatın dinamik olması onun seküler olmasını gerektirmiyor. Millet din deyince, akla dogma, dinamik deyince de aklına nedense dünyevilik geliyor.

Oysa durum böyle değil. Akli olan bir şey dindışı olmalı gibi bir savunu var. Din aynı zamanda dinamiktir, din dünyevidir, din uhrevidir, din aklidir, din lahutidir, din nasutidir (insanidir). Kur'an'a baktığımız zaman bunu açık bir şekilde görürsünüz.

Ama maalesef her üç din, İslam, Yahudilik ve Hristiyanlığın yaratmış oldukları mezhebi ortodoksiler, tarihi süreç içinde dini saydığım bu niteliklerden çıkarıp; bağnaz, yobaz, dogmatik, taklitçi, kutsayıcı, mutlakçı, şiddete teşne, neredeyse cahillikle bir özdeş hale getirdiler, hala da getiriyorlar.

Bu insanın trajedisidir bence. Bu yüzden Kur'an'ın doktrini ile tarihte yürüyen İslam'ın aynı olmadığını ısrarla belirtiyorum. 


"HAS parti'nin çok iyi bir kadrosu ve manifestosu vardı"

- Kitaplarınız ile Karar gazetesi ve Perspektifonline sitesindeki makalelerinizi okuyunca sizi muhafazakâr değil, İslamcı olarak tanımlıyorum desem yanılıyor muyum? Sizin biraz praksis tarafınız güçlü gibi geliyor bana. Bir de HAS parti kurucularından birisiniz diye biliyorum. HAS parti sürecinde aktüel siyasete dair neyi hedeflediğinizi ve neyi yapıp-yapamadığınızı sorarak bitirmek isterim söyleşiyi…

HAS Parti 2010 yılında siyaset sahnesine çıktı bilindiği gibi. Ben de kurucular kurulu üyesiyim. HAS Parti kadrosu, bana sorarsan çok iyi bir kadro idi. İçinde soldan gelen arkadaşlar vardı ki soldan gelen arkadaşların hepsini tanırım. Evliya gibi adamlardı bunlar. Vatan ve millet için, hakkaniyet ve adalet için çok ahlaklı insanlardı.

Kurucu kadro çok iyiydi. Ankara İlahiyat'tan Hayri Kırbaşoğlu'nu da ben götürmüştüm HAS Parti'ye. Çok iyi bir manifesto da ortaya koymuştuk. Ümmete bir fayda, millete fayda olur diye siyaseti dürüst olarak yapmaya çalışıyorduk.

Ben parti çalışmalarına veya seçim çalışmalarına gittiğim zaman diyordum ki: "Allah aşkına bize cansuyu verin. Bize zekatınızı verin." Metafor olarak söylüyorum buradaki zekâtı. İlk seçimlerde şöyle yüzde bir-iki falan alırsak, siyaset yapmak cesaretimiz olur düşünüyorduk.

HAS Parti'nin ayırt edici özelliği siyasetin finansmanına ilişkin yaklaşımıydı. Siyasetin finansmanını şeffaf hale getirmek ile ahlaka ve hakka dayalı bir pratiklik yaratmak.

Seçimlere girdik. Parti olarak halkımıza gittik, kendimizi anlattık. Millet de anladı bana göre. Ama maalesef destek vermedi. Destek vermeyince, ilk genel kurulda ilk sözü ben aldım ve şunu söyledim oradaki arkadaşlara: "Vallahi, biz halkımıza ne istediğimizi söyledik. Halkımız da bizim ne yapmak istediğimizi anladı. Fakat bize prim vermedi. Onun için bundan sonra yalakalığın ve yavaşaklığın âlemi yoktur, partiyi hemen kapatalım. Bir düşünce kuruluşu olarak devam edebiliriz" dedim. 


- Ondan sonra da HAS Parti kapanma sürecine girdi sanırım.

Evet, öyle oldu. Bazıları kapatalım dedi. Partinin finansmanını sağlayamıyorduk. FETÖ'nün kucağına, eline düşme tehlikesi vardı. Ben de partinin kapatılmasından yanaydım.

Numan Bey dursun partide dedik. Konferans ve sempozyumlar düzenleyerek, zaman zaman raporlar ve açıklamalar yaparak bir müddet götürelim düşüncesindeydim ben. AK Parti yıpranma sürecine girdiği zaman tekrar partileşiriz diye düşündük.

Fakat o tartışmalarda bir kısmı AK Parti'ye katılmaya karar verdiler. Öyle olunca da mecburen kapandı HAS Parti. 


"Muhafazakâr değilim, politik kimliği olan bir Müslümanım"

- Sorunun diğer kısmına dair ne söylersiniz. Duruşunuza dair, yarım kalmasa iyi olur bu kısmı.

Ben muhafazakâr değilim. Çünkü muhafazakârlık çok matah bir şey değil. Daha ziyade bilinçli, aklı başında, duyarlı, tutarlı, gerekçeli, vicdanı diri, dolayısıyla hayatı dünya-ahiret diye ayırmayan, ahireti kazanmanın dünyanın ıslah ve imardan geçtiğine inanan biriyim.

İmam Gazali'nin yaptığı gibi dünyayı terkeden zahid bir öğreti ile değil, bizzat dünyanın içine dalarak, dünyadaki zalimlerle karşı karşıya gelmeyi göze alarak, gerektiğinde savaşı göze alarak, adaleti ikame etmek ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışan bir Müslümanım.

Nedir Müslümanlığın hedefi? Yeryüzünde zulmü azaltma ve adaleti kaim kılmadır. İslamiyet'in kallavi sevapları politik, iktisadi ve hukukudur. Geri kalan ise küçük sevaplardır. Bu anlamda politik kimliği olan bir Müslümanım. 

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU