İslam düşüncesinin krizi; teolojik kırılma, metodolojik kırılma ve politik kırılmadan ibaret

Naman Bakaç, Independent Türkçe için Prof. Dr. İlhami Güler ile konuştu

İslam düşüncesi ve İslam dünyasının uzunca bir süredir bir kriz içinde olduğu söylenir. Buna dair aydın, akademisyen, ulema, entelektüel ve siyasetçilerin farklı bakış açıları ve çözüm çabaları söz konusu.

Bu krizin teolojik, felsefik ve bilimsel nedenleri ve çözüm önerileri üzerine otuza yakın kitabı ve yüzlerce makalesi olan, Ankara Üniversite İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Dr. İlhami Güler ile uzun bir söyleşi gerçekleştirerek analiz etmeye çalıştık.

Sadece bununla kalmadık; aydınlanma, rönesans ve reform ile birlikte Batı düşüncesinin de teolojik kodlarını, modernizmi, Osmanlı'daki teolojik ve fikri serüveni, Kur'an ile tarihte şekil alan İslami uygulamaları, Kur'an'ın mahiyeti ve yorumunu, din dilini, mezhepleri, Atatürk'ün kurduğu yeni Cumhuriyeti, FETÖ'yü, Türkiye İslamcılığını, milliyetçiliği, İslami sol tartışmalarını, ulus devlet ve emperyalizmi, kurucusu olduğu HAS Parti'yi ve son olarak kendi fikri ve politik duruşunu konuşmayı da ihmal etmedik.


- İslam düşüncesi ve İslam dünyasının bir kriz içinde olduğunu uzunca bir süredir yazıp çiziyorsunuz. Bir ilahiyatçı olarak bu krizin tarihsel başlangıcını nerede görüyorsunuz? Krizin teolojik arka planına ve çözüm önerilerinize dair neler var? sorusuyla başlayalım.  

Soru esaslı olduğu için biraz uzun tutabilirim. Düşünce krizinin arkaplanında Kur'an'ın indiği Arap toplumunun antropolojik yönlerinin çok büyük bir etkisi var. Kur'an Arap yarımadasında Araplara nazil oldu. İlahi hikmetin Arapları seçmesinin şüphesiz önemli sebepleri vardır.

Yani rastgele bir seçim değildir. Muhtemelen Arapların karakter yapıları, Arap dilinin önemi, coğrafyanın önemi gibi hususlar ilahi hikmetin mesajını Arap diliyle indirmesinde hikmeti olan unsurlardır denilebilir. Kur'an nazil olduğunda Arapların antropolojik olarak üç yönleri veya üç genetikleri vardı. İslam'ın tarihi süreç içerisindeki krizini anlamak için Arapların bu antropolojik niteliklerini bilmek gerekiyor.

Bu antropolojik veya genetik yapının ilki, kabilecilik. Arap toplumu kabileci bir yapıya sahipti. İkincisi, çölün doğurduğu ekonomik koşularından dolayı çapulcu bir yöne sahiptiler. Yani ganimet ekonomisine dayanan iktisadi bir yapıları vardı.

Her ne kadar Yemen ile Şam arasında ticaret yapan bir tüccar yapısına sahip olsalar dahi. Üçüncüsü Arapların şiddete teşne bir toplum olmaları. Demem o ki, kabilecilik, çapulculuk, şiddete teşne olma yapıları, Hz. Muhammed'in ölümünden sonra adına büyük fitne dediğimiz hadisenin veya travmanın ortaya çıkmasını doğurdu.

İkincisi İslam toplumu daha doğarken maalesef karpuz gibi üçe bölündü. Allah'ın asla murat etmediği bir bölünmedir bu. Çünkü Kur'an "Dinlerini paramparça ettiler, her bir grup kendinde olandan memnun oldu" diye içine düşülen durumu eleştirdiği halde, İslam'ın daha ilk döneminde bu bölünme meydana geldi.

Nedir bu bölünme? Haricilik, Şiilik ve Sünnilik. Bütün İslam tarihi de bu üç Ortodoksinin, bu üç mezhebin tarihidir adeta. Bunun, Tanrının istediği bir şey olduğunu söyleyemeyiz. İslam'ın bu üç mezhep ile tarihe doğmuş olması, birtakım sorunları ortaya çıkardı. 


"İslam düşüncesinin krizi, İslam'ın tarihteki yürüyüşü ile Kur'an doktrini arasındaki çelişkiyle başlar"

İslam'ın krizinden bahsedeceksek, daha doğuş anında Kur'an ile tarih arasında, İslam'ın tarihteki yürüyüşü ile Kur'an'ın doktrini arasındaki bu çelişkiyi görmemiz gerekir. Bu çelişki görülmeden İslam düşüncesi üzerine konuşmak biraz zor geliyor bana.

Birincisi şu, Kur'an'a baktığımız zaman Kur'an, baştan sona kadar düşünmeyi, insanın vicdanını harekete geçirmeyi hedeflemektedir. Kur'an baştan sona kadar, sokak insanını düşünür yapmaya çalıştı. Kur'an, iki temel hedef güttü.

Birincisi, insanları düşünür yapmak. Tabiat, ontoloji, felsefe konusunda değil, kendi davası konusunda sokak insanını düşünür yapmak. Kur'an'ın tefekkür, tezekkür, tedebbür, teakkul gibi kavramlarla yüzlerce defa düşünmeye çağırmasının sebebi, aktif düşünür kılmak içindi.

İkincisi, muhataplarının vicdanını canlı ve diri tutmak. Yasin süresini hatırlayın: "Sen ancak vicdanı diri olanları uyarabilirsin." Dikkat edilirse Kur'an, insan vicdanının diri olmasını ve aklının başında olmasını özetle sürekli düşünür olmaya çağıran bu hedefini görüyoruz.
 


Hicri ikinci yüzyıla doğru gelirken, Kur'an'ın bu anlayışı, dinamik insanı sürekli vicdanıyla birlikte diri tutmaya çalışan bu damarı, adına Rey ehli dediğimiz Mutezile ve Hanefilik, Kur'an'ın bu yönünü devam ettirdi. Mutezile ve Hanefilik; işin içine insanın katılması gerektiğini, düşüncenin aktif olmasını, vicdanın diri tutulması gerektiğini anlamıştı ve bu çizgiyi de devam ettirdiler.

Sonra ne oldu? Sonra maalesef bunun arkası gelmedi. Arapların içinde çıkan İmam Şafi ve erken dönemde hadisi ön plana çıkaran Süfyân es-Sevrî, İbn Şihab Zuhrî gibi kimi hadis toplamayı ve hadisi önemseyen şahsiyetlerin ortaya çıkması ki bunlara da Ehl-i hadis diyoruz, demin belirttiğim çizginin tersi bir doktrinini savunur olmaya başladılar.

Bu çizgide özellikle Ahmed b. Hanbel ile İmam Şafi'yi merkeze alabiliriz. Mutezile ve Hanefilik, yani Ehl-i rey, İslam'ı evrensel bir dile kavuşturma çabası içindeydi. Ehl-i Hadis dediğimiz İmam Şafi, Ahmet b. Hanbel, İmam Malik gibilerinin etrafında oluşan yapı ise İslam'ı evrensel bir karaktere büründürmekten ziyade, bir Arap davası, bir gelenek, bir sünne davası kıldılar. Bunlara da Ehl-i Sünne ya da Ehl-i Sünnet diyoruz. Sünnet demek tarih demektir, geçmiş demektir.

Ehl-i Sünne, Arapların katı, gelenekçi, atalarını buldukları yol olan tarihi ve geleneği kriter olarak baz alıyorlardı. Kur'an-ı Kerim ise bunları reddetti. Kur'an adeta "Senin atan, geleneğin, geçmişin kriter olamaz" diyordu. "İnsanların vicdanı, akılları ve düşünceleri kriter olacak" diyordu Kur'an.

Ehl-i Hadis veya Ehl-i Sünne tarafından bu mantığın yani gelenek ve tarihin aynen Mekkelilerin atalarına ve geleneklerine bağlı kalması gibi tekrar geri getirildiğini görüyoruz. Dikkat edilirse ajanda bu sefer değişim geçirerek gelmiş oldu. İmam Şafi ve Ahmet b. Hanbel'in yaptığı Kur'an ve Hadisi mutlaklaştırmaktı. Ahmet b. Hanbel, bu mutlaklığa teolojik bir arka plan verdi.

Dolayısıyla Cahiliye ajandası gitti, yerini mutlaklaştırılan Hadis ve Kur'an'a bıraktı. Yani Kur'an'ın kadim olduğu tezini ileri sürdüler. Mutezile veya Rey ehli ki Ebu Hanife'yi de buraya dâhil ederek söyleyecek olursam, Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve bunun Allah'ın bir fiili olduğunu iddia ettiler. Oysa Ehl-i Sünne dediğimiz anlayış, Kur'an ezelde kadimdir, Allah'ın ilim, irade ve kelam sıfatlarına racidir şeklinde bir teori attılar.

İmam Şafi; Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas diye dört delili ortaya koyduğu zaman yaptığı şey, tümüyle aklı ve vicdanı ortadan kaldırarak yani Kur'an ve sünnetin ışığında, hadisin ışığında insan aklını ve vicdanının aktif olması yaklaşımını bir bakıma kenara itti.

İmam Şafi, İçtihad ve İstihsanı reddederek, sadece Kitab ve Sünneti mutlak kaynak olarak gördü, onları dondurdu ve bir keresinde tüm zamanlar için geçerli olduğunu iddia etti. İcmayı da bunun üzerine koydu. İcma da biliyorsunuz, Hz. Peygamberin ve sahabelerin fiilleri üzerine olan icmasıdır.

Kıyasa geldiğimiz zaman İmam Şafi, kıyası da ayetlerin altında olan mananın dışarıya çıkarılması, İstinbaz, İstiğraç olarak içtihadı da Kur'an'a indirgedi. Bu yaklaşımlarıyla, Müslüman insanı Kur'an ve Hz. Muhammed'in hadislerinin ışığında kendi aklını aktif tutmaya çalışan insanı (ki Hz. Ömer ve değişik sahabelerde gördüğümüz aktif olmayı) tümüyle yok sayarak, Kur'an ve Sünneti mutlaklaştıran tarzda, aklı ve vicdanı tümüyle ortadan kaldıran bir yapıya dönüştürdü. Krizin başlangıcı buradan başlıyor. Yani metodolojik düzlem. 


"Allah ile insan arasındaki ilişki, canlı ve diyalektik bir ilişki olup, insanın özgürlüğüne dayalıdır"

Teolojik kriz ise daha berbat. O da şu. Mutezile, Maturidilik, Ebu Hanife vs İnsan ile Tanrı arasındaki ilişkiyi, bir dostluk ilişkisine benzettiler. Buradan da insan iradesinin özgür olduğunu hatta insanın denenmesi için iradenin özgür olması gerektiği tezini ileri sürdüler.

Tevhit ve adalet ilkesiyle de bunu vazettiler. Fakat erken dönemde ortaya çıkan Cebriye, ondan sonra gelişen Eşarilik ise, insanın özgür iradesini tümüyle ortadan kaldırarak, ilahi iradeyi mutlak ve de genelleştirerek, denenme zemini olan insanın iradesini tümüyle ortadan kaldırdı. Yani Müslüman insan doğmadan ölü olarak doğdu.

İradesi kadük, mefruç olarak doğdu. Burada kader kelimesini seçmeleri tesadüf değildi. Dikkat edilirse Kur'an'da kader, Allah'ın doğa ile olan zorunlu ve tek yönlü ilişkisini ifade eder. Oysa Sünnetullah kavramı, Allah ile insan arasındaki ilişkidir. İlk başlatıcının insan olduğunu bize söyler.

Sünnetullah ilişkisi insanın baştan sona kadar sorumlu olduğu, ilk adımı insanın attığı, Allah'ın da ona paralel olarak karşılık veya misliyle/misilleme de bulunduğu ilişkiyi ifade eder. Dolayısıyla Allah ile insan arasında, canlı ve diyalektik bir ilişki söz konusudur.

İnsanın özgürlüğüne dayalı bir ilişki. İmam Şafi'nin kurduğu ilişki ise tek yönlü bir ilişkiydi. Hikmetinde sual olunmaz onun temel mottosudur. Oysa Ehl-i Rey, Allah'ı eylemlerinde hikmetli ve adil bir varlık olarak tanımlamaya çalışıyordu.

Yani Kur'an'ın Rahman, Rahim olan ve adaletle merhametle yoğrulmuş dediği Allah'ın eylemlerinin insan tarafından anlaşılabileceğini söylerken, Eşarilik maalesef hikmetinden sual olunmaz anlayışı ile Tanrıyı adeta karanlık bir güç odağına dönüştürdü.

Dikkat edin Kur'an değil, İslam'ın tarihteki yürüyüşünün oluşturduğu Tanrı imgesi ile insan arasındaki bu ilişki, İslam düşüncesinin dolayısıyla İslam dünyasının krizinin temeli olarak gördüğümü söyleyebilirim. 
 

 
"Kur'an'daki şiddet ve savaş rölatiftir; koru(n)maya dönüktür"

Bir başka hususu ise şöyle izah etmeye çalışayım. Kur'an kardeşliği bize önerir. Maalesef ilk fitne ile birlikte bizler kardeşliği değil, kabile kavgasını gördük. Daha ilk asırda İslam toplumu kabile kavgasına kurban gitti. Kur'an bize güzel öğütle, güzel mücadele ile barış içerisinde tebliğ etmeyi vazediyordu.

Oysa biz tarihte neyi görüyoruz? Tebliğin yerini fütuhatın aldığını görüyoruz. Fütuhat Arapların şiddete teşne, çapulcu tabiatlarının bir tezahürüdür. Tebliğin tersidir. Allah Müslümanlığın tebliğ edilmesini isterken, Araplar tarihe fütuhatla başlamış oldular.

Barış dini ki Kur'an-ı Kerim baştan sona kadar bize barışı esas almayı salık verir. Çünkü Kur'an'daki şiddet, savaş rölatiftir. Koru(n)maya dönüktür. Müşriklerin, Yahudi ve Hristiyanların  Müslümanlara yarattığı düşmanlık durumuna binaen savaş ve şiddete mecburen başvurulmuştur.

Allah'ın esas davası insanlara Darüsselam'ı tanıtmak, yani barıştır. Özü itibariıyla da adıyla da barıştır İslam. Tarihte gördüğümüz ise, İslam dini bir savaş dinidir. Hz. Ömer'den itibaren Darüsselam-Darülharp kavramı geliştirilerek gayri Müslimlerin ve müşriklerin düşman olduğu bir doktrin ortaya atıldı.

Oysa bunun alternatifleri vardı. Bazı Maliki ve Hanefi âlimler, dünyanın ikiye ayrılmasını şu iki kavramla formülize ettiler: Birincisi Darülİslam, ikincisi Darülicabe/Darüldave olarak. Yani Müslümanların dışındaki insanlar Darülicabe yani icabet edilecek insanlar veya Darüldave davet edilecek insanlardır.

Oysa Hanbeli ve Şafi âlimleri dünyayı ikiye böldüler: Darülİslam ve Darülharp şeklinde. Darülharp kim? Gayrimüslim ve müşrik olan herkes. Bunlarda sürekli düşman olarak kodlandığı için, onlarla sürekli savaşılır şeklinde bir anlayış geliştirdiler.

Bu damar, İslam düşüncesinin ve İslam dünyasının ana çizgisi oldu maalesef. İnanç farklılığı düşmanlık olarak kodlandı. Oysa Kur'an'da böyle bir şey yok. Mümtehine süresinin 7-8.ayeti düşmanı açık bir şekilde tanımlamıştır. Burada düşman kimdir?

Dininizden dolayı size savaş açan, sizi düşman belleyen ve sizi yurdunuzdan çıkaranlar düşmandır diyor. Allah sizin bunlarla asla dost edinmenizi istemez. Fitne kavramının da Kur'an'da ve tarihteki İslam'ın yürüyüşünden çok farklı olduğunu söyleyebilirim.

Fitne kalmayıncaya kadar cihad edin ayetini de Hanefiler genel olarak da Ehl-i Sünnet yanlış kodladı. Fakihler ve muhaddisler düşmanı şirk ve küfür olarak bunun da Gayrimüslimler olarak anladılar. Öyle olunca da sürekli savaş hali içinde olundu bunlarla. Fitne kalmayıncaya kadar bunlarla cihad edin ayeti bu şekilde anlaşıldığı için, tarihte de bugünde gördüğümüz bu anlayışın devamı maalesef.  


"İmparatorluklar tarihi, bir bakıma devletlerin mülkiyet tarihidir"

Bir başka husus ise, Kur'an'ın özel mülkiyete dair yaklaşımı. Kur'an özel mülkiyetin, ticaret ve emek yoluyla elde edilmesini vazeder. Peki, tarihte olan böyle miydi? Tarihte olan bir ganimet ekonomisi idi. Yani başkasından mal edinme. Toprak mülkiyeti gasp ile elde ediliyordu.

Mülkiyetin kaynağının ganimet ve gasp olması, bunun da zorunlu olarak lüks tüketim şeklinde kişilere dağıtılması sonucunda, çok haksızlıklar meydana geldi. Bunu gören Hz. Ömer, toprak mülkiyetini devlete tahsis etti. Bu tahsis ediş, özel mülkiyetin gelişmesini engelledi.

Bu yüzden özel mülkiyet İslam toplumlarında çok zayıftır. İmparatorluklar tarihi bir bakıma, devletlerin mülkiyet tarihidir. Mülkiyet devlet mülkiyeti haline gelince, sahibi de üç varlık olmuş oluyor.

Birincisi devlet, ikincisi sultan, üçüncüsü de Allah. Burada da şöyle bir sorun ortaya çıkıyor. Herkesin malı, eşittir hiç kimsenin malına dönüşüyor. Bundan dolayı, İslam toplumlarının özel mülkiyet sorunu olduğunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. 


"İslam tarihi kavramı yanlış, doğru olan Müslüman halkların tarihi"

Şu ana kadar uzun olsa bile anlatmaya çalıştığım, Allah tasavvuru ve insan iradesindeki yanlış kodlama, özel mülkiyet meselesi ve son olarak kardeşlik-fütuhat gerilimi İslam düşüncesi ve İslam dünyasındaki krizin arka planına dair teolojik ve metodolojik yanlışlardı.

Bir de kabilecilik meselesini de eklemek lazım. Bilindiği gibi Emeviler ile Haşimiler arasında süren uzun bir kavga vardı. Bu İslamiyet döneminde yeraltına çekildi. Hz. Muhammedin karizması ve Allah'ın otoritesi bu kavgayı yeraltına itti. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki kavgada olduğu gibi, Emevi-Haşimi çatışması tekrar geri geldi.

Bütün bir İslam tarihini de ciddi bir şekilde etkiledi. Onun için şu genel ifadeyi kullanacam, İslam tarihi kavramı yanlıştır bence. Müslüman halkların tarihi vardır diyorum ben. Müslüman halkların da İslami olan tarihleri vardır ve gayri İslami olan tarihleri vardır.

Hatta şöyle de denilebilir, Arapların tarihi, Türklerin tarihi, İranlıların tarihi vs vardır. Müslüman halkların tarihi demek daha doğru bir kavram. Tarihteki gayri İslami hususları görebilmemiz için tarihi, İslam tarihi diye kutsayan bir isim koyarak onun altında gizleme yerine, Arapların tarihi dememiz daha doğru.

Onun için Emevi imparatorluğu, bir Arap imparatorluğudur. Emevi imparatorluğu aynı zamanda bir Arap kabileciliği veya Arap ırkçılığıdır da. Yani Hz. Muhammed döneminde yeraltına çekilen kabilecilik sonraları maalesef devam etti. Tekeli de sonradan Kureyş aldı. Dört halifenin dördünün de Kureyşten olduğunu görüyoruz.

Bu noktada değerli hocam Said Hatipoğlu'nun Hilafetin Kureyşliliği eserine bakılabilir. Hz. Ali ile Muaviye'nin kavgasının arkasında yatan da budur. Biraz uzun oldu ama şunu demeye çalışıyorum, İslam düşüncesinin krizi, doğuşuyla başlıyor. Doğuştaki problemleri görmeden yola koyulmamak lazım.

Bu problemleri üçe ayırdım. Birincisi metodolojik kırılma. Fıkıh usulü ile ilgili. Yani İmam Şafi ile birlikte Ehl-i Hadis veya Ehl-i Sünnetin ortaya çıkması. Kurucu metinlerin dogmalaştırılması, dondurulması, mutlaklaştırılması olayı. İkincisi teolojik kırılma.

Hanefilik, Maturidilik ve Mutezile özgür iradeyi esas alan bir Tanrı-İnsan ilişkisi kurmaya çalışırken, Eşarilik tek yanlı, totaliter bir kader anlayışı ile Tanrı-İnsan ilişkisini inşa etti. Üçüncüsü politik kırılmadır. Bu da İslam'ın maalesef, büyük fitneyle tarihe başlanmasıdır.

Kur'an'ın ortaya koyduğu doktrin ile tarihte yürüyen İslam'ın ortaya çıktığı şekil başka türlü tezahür etti. Dolayısıyla İslam'ın başına gelen bu hususları dürüstçe kabullenmeden anlamanın ve bu krizden de çıkmanın çok zor olduğunu düşünüyorum. 
 


"Din; düşünce, duygu ve davranıştan oluşan bir bütündür"

- Bu anlattığınız teolojik serüvenin, Selçuklular ve Osmanlılar dönemindeki yansımaları da benzer mi oldu yoksa bir kırılma/değişim yaşanıyor mu 20.yy başlarına kadar?

Selçuklular döneminde kurulan Nizamiye medreseleri, Eşari ve Şafi ya da Sünni Ortodoksi üzerine kuruldu. Bu doktrine, Türkler ile birlikte tasavvuf ve tarikat da eklendi. Tasavvuf ve tarikat çok sonradan oluşan bir şey. Kelamın kuru akılcılık, fıkhın da kuru şekilcilik olarak doğması, yani kelam ve fıkhın sakat doğumu İslam'ın ruhu boyutunu boşta bıraktı.

İslam'ın düşünce boyutunu kelam, davranış boyutunu da fıkıh alınca duygu boyutu boşta kalmıştı. Oysa din; düşünce, duygu ve davranıştan oluşan bir bütündür. Duygu boyutunu, iç ve dış saiklerle birlikte ikinci yüzyılın sonundan itibaren adına tasavvuf denilen öğreti doldurdu. Yani Mistisizm.

Evet, mistisizm evrensel bir kategori. İslam dünyasında da kökleri var. Platoncu kökleri olduğu kadar, Uzakdoğu ve İran'dan gelen kökleri mevcut. Bu kökler ile birlikte Tasavvuf, giderek kristalleşti. İslam toplumunun içinden çıkan, Emevi dünyevi yönetimi ile büyük fitneyi hazmedemeyen insanların, içe kapanmaları yani duygusal içerlenme ile birlikte adına Zühd denilen, dünyadan el etek çekilen bir hareket ortaya çıkardı.

Çıkan bu anlayış, Abbasiler döneminde tarikatlar olarak örgütlülüğe dönüştü. Dolayısıyla Sünnilik, Selçuklu ve Osmanlıda büyük ölçüde Ehl-i sünnetin dogmatik, Ortodoksi otoritesini pekiştirmekle kalmadı, bir de Gazali'nin Selçuklu medreselerinin dekanı olması ile Tasavvufu meşrulaştırıp, Sünniliğin içine zerketmesiyle de Selçuklular ve Osmanlılardaki düşüncenin, teolojik düşünceden mitik düşünceye evrilmesine yol açtı.

Felsefeye karşı Tasavvuf eksene alındı, İçtihad kapısı da kapatılınca… Selçuklulara kadar İslam düşüncesi iyi-kötü teolojik düşünce aşamasına gelmişti. Teolojik düşünce bilindiği gibi; fıkıh, hadis kelam, tefsir ile düşünmeyi mimliyor.

Bu da rasyonel bir çabaydı. Ehl-i Rey'de vicdan, eleştiri, düşünce vardı. Oysa Ehl-i Hadis'te bu azdı. Selçuklulardan itibaren ise bu teolojik düşünme faaliyeti giderek donuklaştı. Sünni doktrin adeta kendini dondurdu. Selçuklular ve Osmanlılar ile birlikte şeyhler ve şahların kontrolüne girdi.  

Şahlar ile saltanatı ve sultanları kastediyorum. Bu şeyhler ve şahlar temsil iddiasında bulunuyorlardı. İslamiyet'i kendilerinin temsil ettiğini iddia ediyorlardı.

Oysa İslam'da temsil yoktur. İslamiyet; kilise, Yahudilik ve Hristiyanlıktan farklı olarak her bir bireyin kendinin temessül ettiği oranda, ulemanın da ancak içtihadla ve ilmi otoritesi ile kendi varlığını koruyan bir dindi. Hülasa, din adamı yoktu İslamiyet'te. İslam'da temsil iddiasında olan Papaz, haham, Kilise gibi bir otorite yoktu. 


"Abbasiler döneminde sadece teoloji değil, felsefe ve bilim de belli oranda güçlüydü"

- Kur'an'daki Ülü'l-emr (Müminlerin Emiri yani Devlet Başkanı anlamında) ifadesi bu temsili karşılamıyor mu hocam.

Ülü'l-emr tamamıyla politik bir ibare, benim anladığım. Dini bir temsil yoktur burada. Ülü'l-emr dediğimiz kavramda yer alan emir, politik iş demektir.


- Allah'a, Resule ve Ülü'l Emre itaat ediniz şeklindeki ayetin politik dışında teolojik boyutu yok mu diyorsunuz yani.

Hz. Peygamber'e ve Allah'a itaat orada politik anlamdadır. Teolojik anlamda temsil doğmaz. Burada politik bir şey sözkonusu. Hz. Muhammed Tanrının asla temsilcisi değildir. Ona açık bir otorite verilmiştir ve bu şeffaftır. Hz. İsa veya Papanın kiliseyi temsil iddiası gibi değildir.

İslam'da böyle bir şey yok. Sadece ulema var. O da açık otoritedir. İtiraz edilebilir, karşı çıkılabilir. Onunla İcma ile yürünür, İcma da sonra tekrar bozulabilir. Onun içinde Hanefilerin şöyle bir ilkesi vardır: "Allah'ın hükmü, âlimlerin zannı üzeredir." Yani âlimin içtihadı üzerinedir.

Bundan dolayı her zaman itiraz edilme durumu vardır İslam'da. Selçuklular da özellikle din adamları dediğimiz şeyh, veli, evliya, kutup, gavs ile Şiilikteki imamlar, Ayetullahlar, mehdi gibi statüler dikkat edilirse, Yahudi ve Hristiyanlıktaki gibi temsil iddiasında olan şeyler. Abbasilere baktığınız zaman bunlar, tamamen teokratik bir pozisyonda bulunuyorlar.

Zillallah, adedulllah gibi on-onbeş tane tabirler var ki maşallah tüm bunlarla kendilerini Allah'a izafe ediyorlardı. İşte buraya teokrasi denilebilir. Türk sultanlarına geldiğimiz zaman ise, Türk töresini devam ettirdikleri için siyasette çok da temsil iddiasında bulunmuyorlar.

İslamiyet'i koruma anlamında kendilerine bir misyon biçiyorlar Türkler. Haçlı seferlerine karşı Müslüman Türk beylerinin, Türk padişahlarının İslam'ı koruma gibi bir misyonları var. Teolojik bir şey değil bu. Türklerin hegemonyasına geldiğimiz zaman iki şey söylenebilir.

Selçuklulardan itibaren başlayan Sünni Ortodoksi damar, katılaşarak Osmanlılarda devam etmiştir. Düşünce olmadan, biraz teolo-sofi, biraz metafizik denilebilir. Selçuklular ve Osmanlılarda ise, Abbasilerde olduğu gibi ya da Endülüs Emeviler de olduğu gibi doğa olaylarını meraktan doğan felsefe ve bilimsel keşifler fazla yoktu.

Abbasiler döneminde sadece teoloji değil, felsefe ve bilim belli oranda güçlüydü. Bu anlamda orada ileri bir adım var. Ama Türklerin hegemonyasıyla birlikte teolojik adımdan mitik adıma geri dönüş var.

Özellikle tasavvufla birlikte. Bu bağlamda tasavvuf ve tarikatların pozisyonunu gözönünde bulundurduğumuzda Osmanlının bir "derviş devleti" olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlılarda daha çok teolojik düşünce, skolastik olarak medreselerde devam ediyor. Halk İslam'ı ise daha ziyade mitolojidir, o da tasavvuf ve tarikatlarla inşa edildi. 


"Logos, pathos ve ethosun birlikteliğini savunurum; üçü Kur'an'da birlikte vurgulanır"

- Demin konuşmanızda İslam sokak insanını düşünür yaptı dediniz. Düşünmeye, akla. Logosa oldukça vurgu yapan bir tarafınız var. Bir söyleşinizde tarihte egemen olanın logos değil mitos olduğunu ve Kur'an 23 sene boyunca mitosa karşı logosu dirilttiğini söylüyorsunuz. Logos yanında pathos ve ethosa vurgunuz yok denecek kadar az. Neden acaba? Düşünceyi mitos-logos dikotomi üzerinde okumak eksiklik değil mi?

Doğru diyorsunuz. Ben aslında logos, pathos ve ethosun birlikteliğini savunurum. Düşünce, davranış ve duygu bütünlüğünden yanayım. Duyguya pathos diyelim. Düşünceye logos, davranışa da ethos diyelim. Üçü birlikte Kur'an'da vurgulanır.

Dikkat edilirse Kur'an'da; kalp, fuad, ruh ve nur insanın bu yetileri aslında bu üçlüyü birarada taşır. Yani kalp dediğim zaman kalbin katılaşması, hastalanması. Kalp ve fuad kavramı benim anlayabildiğim kadarıyla logos, pathos ve ethosun yani üçünün birlikteliğidir. Kur'an'da bu üçü birlikte ise tarihte yürüyen İslam'da ne peki? Fıkhın ethosa vurgu yaptığını söyleyebiliriz.


- Tasavvufunda pathosa vurgu yapmasını söyleyebiliriz bu durumda.

Ama bu vurgular parçalı değil. Bu parçalama matah bir şey değil. Üçü birlikte olduğu zaman anlamlı olur. Kur'an'da olan da budur. 


"Batıdaki aydınlanmayı, Kur’an’da geçen nur kavramı ile ifade ediyorum; ama genetik olarak ikisi farklı şeyler"

- Madem bu denli logosa vurgu yapıyorsunuz, aydınlanmanın logosunu konuşalım isterim. Aydınlanmanın mottosu "kendi aklını kullanma cesaretini göster" idi. Siz Tanrı ve Kur'an'a yabancılaşma karşısında logosu/aklı ve vicdanı çözüm olarak söylerken, İslam aydınlanmasına da yol açmış olmuyor musunuz? Yoksa fazla iddialı mı oldu bu İslam aydınlanması tabiri? 

Hayır çıkaramayız. Şöyle bir şey, batıdaki aydınlanma biraz mantık, nedensellik ve ontoloji ağırlıklıdır. Felsefenin ve bilimin tekrar dirilmesi bize bunu gösteriyor. Doğayı esas alan bir sistem bu. Oysa Kur'an'ın aydınlanması benim anladığım kadarıyla biraz ahlaki bir olay.

Onun için aydınlanma kavramı değil, ben Kur'an'da geçen Nur kavramı ile bunu ifade ediyorum. Nurun aydınlanması ile güneşin aydınlanması aynı mıdır derseniz, biraz sanki genetik fark var gibi geliyor bana. Kur'an'ın aydınlanması yabancılaşmanın önüne geçmektir. İnsan iki tür yabancılaşır.

Hevası ve içgüdüleriyle yabancılaşır veya şeytanlaşır. Ya da aklını tümüyle terk ederek, bunu başkalarına kiraya vererek, sürüleşerek yani hayvanlaşarak yabancılaşabilir. Kur'an'a göre yabancılaşmanın iki yolu vardı.

Şeytanlaşarak yabancılaşma, hayvanlaşarak yabancılaşma. Şeytanlaşarak ve hayvanlaşarak yabancılaşmanın önüne geçmenin yolu, insandaki kalp, basiret, fuad, nur ve ruh dediğimiz yet(k)iyi diriltmesiyle mümkündür. Kur'an'ın, sokak insanını düşünür yapma, aklını başına alma ve söz söyleme cesareti kılması, söz söyleme yetisi olan bir insan yaratma çabası, hakketen dinler tarihinde çok önemli bir çabadır.

Düşünsenize diğer kutsal kitapların söylemi, vaaz ve irşad söylemi iken Kur'an'ın indiği dönemin söylemi, tartışma ve düşünmeye dayalı olmasıdır. Kur'an argümana geçiyor, burhana ve delile (Bu isimle anılan Beyyine Süresi var bilindiği gibi) geçiyor, monolog değil diyaloğa geçiyor.

Yani karşılıklılık söz konusu. Kur'an'ın aydınlanması derken basit bir şey söylemediğime dikkat ediniz lütfen. Bu bir dönüm noktasıdır, dinler tarihi açısından. Peki, Müslüman bu aydınlanmayı takdir edebilmişler midir? Maalesef hayır. Sünnilik bence bu olayı takdir edememenin adıdır.

Kur'an insanların vicdanlarını, basiretlerini, reylerini, işitmelerini aktif hale getiriyor. Dinleme ve işitme Kur'an'ın iki ana eylemidir aynı zamanda. Bunu düşünme ve dinleme olarak formülize edebiliriz. Kur'an'da geçen şöyle bir sahne vardır.

Ahirette cehennemlikler diyor ki, "Eğer biz dinleseydik ve akletseydik burada olmayacaktık" şeklinde. Yani buraya düşmelerinin sebebi, yabancılaşmadır. Ya şeytanlaşarak yabancılaşmışlar ya da Allah'ın onlara verdiği dinleme, işitme ve aklı ihmal etmeleriyle hayvanlaşarak yabancılaşmışlar.

Eğer Kur'an'ın bir aydınlanmasından bahsedeceksek şayet, ben bunu Nur metaforuyla ifade ediyorum. Batıdaki aydınlanma ile Kur'an'daki aydınlanmayı genetik olarak da birbirinden ayırıyorum. 


- Evet, genetik olarak ayrı, ama ikisinde de aklı ön plana çıkaran bir damar olduğunu söylemek mümkün değil mi?

Eyvallah. Kur'an'daki akıl kavramı fiziksel veya doğadaki nedensellikten ziyade, bunları da içerecek şekilde dörtlü bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu Carl Gustav Jung'un ifadesiyle söyleyecek olursam, ruhun dört yordamı vardır. Duyu verileri, düşünme, ahlaki duygulanım ve sezgi. Bunlar ruhun dört yordamıdır.

Bana sorarsanız kalp, fuad, akıl, tefekkür, teakkul, tedebbür, tezekkür… bunların tümü bu dört dediğimiz yetiyi birlikte içeren bir düşünme tarzı. Oysa adına felsefe ve bilim dediğimiz düşünce tarzı ise, biraz ontolojiye biraz nedenselliğe yaslanan, fiziki nesnelerinin aralarındaki ilişkiyi özdeşleştiren, nedensellik ilkesini esas alan bir düşünme tarzıdır.

İslam'ın açmaya çalıştığı düşünmeyi ben bir kitabımın başlığı olarak "Şükreden Düşünme" olarak ifade ettim. Şükreden düşünme, daha ahlaki daha sezgisel ama mantığı ve nedenselliği de içeren bir kavramsallaştırmadır.
 


"Kur'an tarihteki mucizeyi doğa yasalarının yırtılması olmaktan çıkarıp, doğa yasalarının kendisinin mucize olduğu tezini işler"

- Dolayısıyla Kur'an'daki akıl, Batıdaki akıl ve aydınlanmadan daha şümullü, daha kapsayıcıdır diyorsunuz. Sadece nedensellik üzerine kurulu değil aynı zamanda sezgiyi, duyuyu da içeren bir akıl. 

Kur'an'da mantık sonuna kadar işliyor. Nedensellik Kur'an'da reddedilmiş değil. Burada ilk defa bir şey söyleyecem. Kur'an tarihteki mucizeyi doğa yasalarının yırtılması olmaktan çıkarıp, doğa yasalarının kendisinin mucize olduğu tezini ortaya atmıştır. Bu dinler tarihinde veya insanlık tarihinde bir ilktir.

Ama bizim Ehl-Sünnet, Kur'an'ın bu ayrıksı yönünü yanlış anlamıştır ve maalesef bugüne kadar da tarihte egemen olan bu anlayış olmuştur. Kur'an ile birlikte ayet, mucize kavramı değişmiştir. Kur'an'a gelinceye kadar mucize kavramı, doğaüstü ya da olağanüstü olarak kodlanmışken, Kur'an'da mucize bizzat doğanın kendisidir.

Yasaların kendisidir. Ayetler doğaüstü değil, doğaldır. Bu yaklaşım, tarihte İslam'ın yürüyüşü olsaydı belki birçok düzelmeyle karşılaşacaktır. Kur'an'ın mantıkiliğini, nedenselliğini de buradan ölçebiliriz. Gücünü buradan alabiliriz.


- Allah tasavvuru üzerine epeyce kafa yorduğunuzu, akademik ve günlük metinlerinizde görüyorum. Allah-doğa ilişkisi, Allah-İnsan ilişkisi, Allah-Toplum ve Allah-Devlet ilişkisi nasıl bir teolojik zemine oturmalı sizce? Gelenek ne diyor bu mevzuda Kur'an ne diyor şeklinde bir projeksiyon tutmanızı istesek ne dersiniz?

Kur'an'da; Allah ile insan, Allah ile toplum arasındaki ilişki, Sünnetullah kavramı ile ifade edilmektedir. Bu ilişki ahlaki bir ilişkidir. Allah'ın her bir insan tekiyle ve insan topluluğuyla olan ilişkisi tamamen ahlaki kurallara bağlı. Bu kuralların da işletmecisi insandır. Kuralları koyan Allah'tır. Fakat kuralları işleten ilk adımı atan ise insandır.

Meseleyi şu söz üzerinden anlatayım: "Kör Allah'a nasıl bakarsa Allah'da köre öyle bakar." Burada ilk adımı atan kimdir? İnsandır. Bir de bir dolmuş sözü söyleyeyim size: "Kula bela gelmez Allah yazmayınca, Allah bela yazmaz kul azmayınca."


"Kur'an'ın doktrini ile tarihte yürüyen İslam'ın doktrini çok farklı"

- Sizin 'Allah'ın Ahlakiliği Sorunu' isimli kitabınızda bu tür halk sözleri veya dolmuş sözleri çok var…(Gülüşmeler)

Tamam işte, halkımızın bu zihniyeti anladığını göstermesi açısından bu sözlere dikkat çekerim zaman zaman. Kaderciliğe inat, iki ayağımızı bir pabuca sokmasına rağmen aslında toplumun bir kesimi Allah ile insan arasındaki ilişkisinde ilk adımı atanın insan olduğunu aslında biliyor.  

Cüzi irade mi külli iradeye bağlı yoksa külli irade mi cüzi iradeye bağlı sorunsalına Sünniliğin verdiği cevap, cüzi irade külli iradeye bağlıdır. Yani kadercilik. Oysa Kur'an'da külli irade, cüzi iradeye bağlı. Allah'ın iradesi insanın iradesine bağlı yani.

Çünkü ilk adımı insan atıyor. Bu yüzden Kur'an'ın doktrini ile tarihte yürüyen İslam'ın doktrini farklı derken bunu kastediyorum. Mesela Kur'an ne diyor? "Eğer siz dönerseniz, biz de döneriz."

Ya da diyor ki Kur'an: "Kim muttaki olursa biz ona bir kapı açarız." Kur'an'daki bütün ilişki biçimi ilk adımı insanın attığı Allah'ın da ona uygun olarak adım attığı bir ilişki biçimidir. Yani özgür bir ilişki söz konusudur. Bu ilişki hakkaniyet ve adalete yaslanır. Dolayısıyla birey-toplum ilişkisi Kur'an'da bu şekildedir. 

Doğa ile olan ilişkisine gelince, Kur'an'da bu kader ile ifade edilmiştir. Kadere, mukaddere, takdir…  Yani doğa yasaları dediğimiz şey. Doğa yasaları biliyorsunuz sabit ve bilim adamları keşfediyor bize. Allah-Devlet ilişkisini ise, ben Makāsıdü'ş-şerîa olduğu kanısındayım.

Bilindiği gibi İslam hukuk felsefesinin bir terimidir bu. Anlamı şeriatın maksatları demektir.  Şeriatın toplum bağlamındaki maksatları beş tanedir. Malın, dinin, aklın, canın ve neslin korunması. Bugünkü terminolojiyle söylenecek olursa, mal mülkiyetin, akıl düşünce özgürlüğünün, din inanç özgürlüğünün, can güvenliğimizin, nesil ise toplumun korunmasını ifade eder.

Dolayısıyla devlet dediğimiz aygıtta aslında bu beş şeyi korur. Dolayısıyla her üç ilişkiye dikkat edilirse doğayla ilişki tamamen kader dediğim nedensellik üzerine kurulu. Allah'ın devlet, birey ve toplum ile olan ilişkisi bütünüyle ahlaki bir zemin üzerine kurulu. Dolayısıyla nedenselliğe, gerekçeye dayalı bir ilişkilidir.  

Burada teokrasi çıkarmak İslam'a ihanettir. Teokrasi-temsil dikkat edilirse, Hristiyanlığın tarihi süreç içerisinde yaptığı bir şeydir. Teokrasi ve temsil, Hristiyanlıkta Kilise ve Papa, İslam'ın Şiilik yorumunda İmamet, Sünnilik yorumunda ise evliya, şeyh, gavs, kutup dediğimiz yapı aracılığıyla oluştu.

Oysa İslam'ın kendisinde böyle bir temsil ilişkisi yoktur. Bu İslam'ın tarihteki yürüyüşünün anlayışıdır, Kur'an'ın anlayışı bu değildir kanımca. 

 

Devam edecek...

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU