Dilenciler, tiryakiler ve çocuklarıyla Osmanlı toplumunda Ramazan manzaraları

Osmanlılarda Ramazan aylarında tuhaf bir adet vardı. Ramazan ayı gelip çattı mı, herkes soluğu tütüncü dükkânında alırdı

Salgın sebebiyle pek çok Ramazan geleneği terk edildi.

Kalabalık iftarlar, panayırlar ve sahura kadar süren eğlenceler yerini kısıtlamalara bıraktı. Hatta teravih namazları dahi camilerde kılınmıyor. Bu durum yalnızca ülkemiz için değil, dünyadaki tüm Müslüman ülkeler için geçerli.

Yine de Ramazan, Türkler için yalnızca bir ibadet ayı değil, on bir ay boyunca beklenilen ve hazırlanılan bir kültürün kendisiydi.

Konuyla ilgili elimize kadar ulaşan iki değerli eser bulunuyor. Bunlardan ilki Abdülaziz Bey'e ait "Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri"; diğeri de Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey'in kaleme aldığı "Bir Zamanlar İstanbul" adlı çalışmadır. Bu eserlerde Osmanlıların gündelik hayatına dair birçok bilgi, birincil kaynaktan aktarılırken eserleri okuyanların da dikkat edeceği üzere tüm rutinler Ramazan ayına göre düzenlenmektedir.

Bu eserlerin ışığında Osmanlı'nın zengin Ramazan kültürünün dipsiz sularına daldığınızda sizleri birbirinden ilginç ayrıntılar karşılıyor. Özellikle dilenciler, tiryakiler ve çocukların Ramazan'a bakışı bir hayli sıra dışı olarak karşımıza çıkıyor.

Ramazan ve Dilenciler

Payitaht olan İstanbul'da dilenci taifesi iki gruba ayrılırdı. Birinci gruptaki dilenciler İstanbul'da devamlı dilencilik hakkına sahip kişilerdi. Bunların sayıları belirli bir rakamda tutulur ve İstanbul halkı için bir rahatsızlık sebebi olmalarına izin verilmezdi. Öyle ki dilenciler kendilerine resmi olmayan bir lonca kurup kurallara bağlı bir şekilde dilenirlerdi.

Eğer ki bir kişi gerekli müsaadeleri almadan, mesela Eyüp gibi önemli bir mevkide dilenirse onun hakkından evvela güçlü bir kurumsallaşmaya sahip yerleşik dilenciler gelirdi. Dilenciler gedik adını verdikleri bölgeleri korumak konusunda son derece dikkatliydi.

Öte taraftan Muharrem ve Ramazan ayları İstanbul'da dilenciler açısından bereket aylarıydı. Bilhassa Ramazan ayında bölge taksimatlarının yapılması ve aynı dilencilerin birden fazla pay almalarını engellemek için dilenci pirleri ‘kâhyalar' adaleti sağlardı. Kâhyalar, dilenciliğe uzun yıllarını vermiş ve diğer dilenciler arasında saygı gören kişiler arasından seçilirdi.

 

Kâhyaların bir diğer önemli görevi, özellikle Ramazan aylarında İstanbul dışından girişlerine izin verilen dilencilerin kontrolünü sağlamak ve Ramazan Bayramı sonrası İstanbul'dan çıkışlarını garantilemekti. Elbette bunların hiçbirisi resmi bir görev değildi; ama zamanla yerleşmiş bu gelenek resmi kurumlarca da itibar görür hale gelmişti.

Kâhyalar gezici dilenciler içerisinde bilhassa Çingenelerin gelişine sıcak bakardı, çünkü Çingeneler sürekli ikamet etmezler ve çoğunlukla Ramazan sonrası onları İstanbul'dan göndermek daha kolay olurdu.

Lakin Ramazan ayının bereketi İstanbul'u kısa sürede dilenciler için cazibe merkezi haline getirirdi. Rumeli ve Anadolu'dan envaı çeşit dilenci soluğu İstanbul'da almaya başlardı. Bu durumdan son derece rahatsız olan Ali Rıza Bey durumu nükteli bir biçimde şöyle eleştirecekti;

"Bir takım da, mübarek Ramazan ayının sadaka bolluğundan faydalanmak üzere, İstanbul'da toplanıp biriken şahıslar vardı. Bu zümrenin çoğu taşradan yeni gelen çiçeği burundalardan olmayıp, sair günlerde Üsküdar ateş kayıklarında ve mavnalarda aylakçılık eden veya sokaklarda elinde kalbur, sırtında kara kıldan yapılma bir heybe olduğu halde kuru üzümle karışık leblebi satan heriflerdi. Bunlar, Bitpazarından birkaç kuruşla şal eskisi alır sarık ve çarşaf bozuntusu bir cübbe edinerek dilenir gezerlerdi. Bir kısım da taşradan gelen, doğru dürüst dili dönmediği halde düzensiz bazı kaside beyitleri ezberleyen yontulmamış dangalaklardı. Bunlar bazen kendi aralarında birleşip ve daimi dilencilerle de toplaşarak büyük bir kumpanya şeklini alır, işte o zaman İstanbul sokakları çıplak ve iğrenç, sırnaşık, mütecaviz dilencilerden geçilemez bir hale gelirdi. Bir takımı da teravih namazından sonra kalabalık kahvelere girip selam vererek ilahi okur ve hikâyeler anlatırlardı. Bir kısmı ise camilerde namaz kılmakta olanların önlerine (mekânın cennet ola) ibaresi yazılı beyit şeklinde küçük kâğıtları bir baştan bırakıp öteki baştan toplarlardı. Diğer bir grup, cami avlularında birleşip derviş Yunus'un şu kadar yüz yıllık ilahisini hep bir ağızdan, lakin galiz seslerle okurlar ve birçokları da halk camiden çıkarken cami kapılarında dizilip dilenirlerdi. Akşamlan iftar maksadıyla konakları dolaşır, pervasızca Sofralara çökerler ve sonra da (diş kirası) namıyla para isterlerdi. İstanbul dilencilerinin bu yakışıksız hareketleri sonradan hükumetçe göz önüne alınarak hususi bir (Darülaceze) tesis edilmişti. Ama ne var ki, son zamanlarda yine türeyip ürediler."

Ali Rıza Bey'in de yakındığı üzere dilenci gedikleri bozulmuş, Osmanlı İmparatorluğu geriledikçe sınırları içerisinde kontrolsüz bir dilenci güruhu meydana gelmişti. Zamanla Ramazan sofralarında her vakit bir tabak ve diş kirası ayrılan dilenci taifesi İstanbullular için mütecaviz ve korkulur bir güruh halini almıştı.

Ramazan ve Tiryakiler

Osmanlılarda Ramazan aylarında tuhaf bir adet vardı. Ramazan ayı gelip çattı mı, herkes soluğu tütüncü dükkânında alırdı. Ümera, vüzera veya reayadan; hatta bizzat Osmanlı Padişahının kendisinin tütüncü dükkânına giderek bir iskemle çekerek sokaktan gelip geçeni izlemek gibi sıra dışı bir âdeti vardı.

 

Bu durumu iyi bilen tütüncüler bütün bir sene kendilerini Ramazan ayında ağırlayacağı tiryakilerine hazırlardı. Memleketin dört bir yanından getirilen kız saçı tütünler ince ve özel tabakalar halinde misafirlerine koklatılır mest edilirdi ve bu sayede bütün bir sene yapılan satıştan daha fazlası Ramazan ayında yapılırdı.

 

Osmanlıların Ramazan'da tütüncü dükkânlarındaki en büyük eğlenceleri tütün tiryakilerinin yoksunluğu olurdu. Bizzat Sultan Mahmut bu geleneğe riayet ederdi ve Ramazan ayında tütüncü dükkânına gelerek bu hoş sohbete iştirak ederdi. Abdülaziz Bey bu tuhaf geleneği şu sözlerle anlatırdı;

"Bu zatların bazıları ve özellikle tütün meraklıları Ramazanda tütüne daha ziyade özen gösterdiklerinden konaklarında tütünün her cins ve en iyi kalitelilerini bulundurdukları halde, oruç haliyle dükkânlarda gördüklerine imrenirler, kendi elleriyle alması daha zevkli olduğundan konağa gelip tütün satan, tütün kıyan tamdık tütüncülerin dükkânlarına girer, çeşit çeşit tütünleri görünce dayanamayıp beğendiklerinin her birinden birkaç okka alır, ağalarıyla konağa gönderir, içmek için akşamı sabırsızlıkla beklerlerdi.

Bu tütüncü dükkânlarının içi çok temiz tutulur, ortada bir şey bırakılmaz, cins cins tütünler dükkânın yanlarında bulunan çekme sürmelerdeki gözlere konur, sarı zincirle bağlı altın şeklinde yapılmış ve basılmış mangır denen pullarla donatılmış, sarı parlak terazilerde tütünler tartılır, elbise şeklinde dikilmiş elvan renk kâğıtlar içine konur, müşterilere öyle verilirdi. Ramazan günlerinde böyle dükkânlarda oturmak âdetti Beyazıd'da bugün Darü'l-Fünun binasının bulunduğu yerde, sudûr-ı ulema'dan nakibü'l-eşrâf Tahsin Bey'in pederi Kıbrıs muhassılliğinde bulunmuş Kıbrıslı Mehmed Ağa'nın konağı altında bir tütüncü dükkânı vardı. Sultan II. Mahmud bile bazen Ramazanda gelir, oturur, gelen geçeni seyreder ve halinden tiryakiliği belli olanlara yanındakiler aracılığı ile takılır, latife ettirir, eğlenir ve her birine atiyyeler verdirirdi. Padişahın orada olduğunu anlayınca korkup telaşlananlar da padişahı güldürürdü."

 

Osmanlı'da Ramazan demek, bir anlamda ‘Enfiye Ayı' demekti. Enfiye, tiryakilerin ve hatta tiryakisi olmayanların dahi en fazla tükettiği maddeydi. Tunuslu Hayrettin Paşa'dan beri İstanbulluların kullandığı bir uyuşturucu madde olan enfiye için Kani Bey tarafından kurulmuş bir fabrika dahi bulunuyordu. Tütün yoksunluğunun iftarda yeteri kadar giderilemediğini düşünen çoğu kişi enfiyeyi tercih ederlerdi.

Ramazan ve Çocuklar

Ramazanı on bir ay bekleyenler arasında en heyecanlı kişiler şüphesiz çocuklardı. Ramazanda çocukların her türlü yaramazlık ve eğlencelerine tahammül göstermek de en önemli Ramazan geleneklerinin başında gelirdi. Bu sebeple birçok kaynak ve Batılı Seyyahın eserinde Ramazan aylarında İstanbul sokaklarının çocuklar tarafından tam anlamıyla ele geçirildiğine şahit oluyoruz.

 

Sokakları dolduran kandiller, meydanlara kurulan Karagöz perdeleri ve çeşit çeşit fişekler tüm İstanbul'u çocuklar için bir oyun parkına çevirirdi. Çocuklar Ramazan ayında yaramazlık konusunda sınır tanımasalar da onlara karşı ses yükseltmek ya da dayak atmak hiç hoş karşılanmaz hemen müdahale edilirdi. Bütün bir ayda İstanbul'u ele geçiren çocuklar Bayramla beraber adeta haracını toplar ve bir sonraki Ramazan'ı beklemek üzere sokaklardan çekilirlerdi.

Ali Rıza Bey, İstanbul'da çocukların yaptığı yaramazlığı şöyle aktaracaktı;

"Alay alay sokaklarda yağ ve mum parası sesleri duyulmaya başlar. Fenerlileri ürkütmek ve onlara mum parası verdirmek için (bakkalda üzüm, fenerde gözüm) tekerlemelerini hızlı hızlı söylerler. Böylece gelip geçenlerden yağ ve mum parası alırlar. Vermeyenlerin fenerlerini patlatmak, ya da kapıp kaçmak, hatta yal ve mum parası vermeyenlerin evlerinin camını kırmak adet haline gelmişti. Eskiden şimdiki gibi sokak aydınlatılmadığı için fenersiz gezinmek yasaktı, sokakta gezen herkes fener bulundurmaya mecburdu.

Bir Ramazan gecesi Fatih Camii önünden geçerken birçok sesler duyduk. Sebebini anlamak için halkın birikmiş bulunduğu yere geldik. Meğer çocukları ye oyununa uğrayan biri fenersiz kalmış, başka fener de bulamamış, çaresiz karanlıkta yoluna devam etmek zorunda kalmış. Bu sırada zaptiyeler önüne çıkarak fenersiz sokağa çıktığı için karakola götürmek istemişler, adamcağız güç halle başına geleni anlatarak kendini kurtarmış."

 

Osmanlı'da Ramazan, Müslim veya gayrimüslim olsun her kesim için kelimenin gerçek anlamıyla ‘On bir ayın sultanıydı'. Denilebilir ki Ramazan ayında gündüzleri sokaklar dilencilerin, akşamları çocuklarındı ve ahali ise bu cümbüşte soluğu tütüncü dükkânlarında almayı tercih ederdi.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU