Bilinç ve bilinç dışının insana ettikleri

Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Patreon

Pozitivistler, bütün psikolojik sorunların kaynağı fizyolojiktir, yani beyindir, derler. 1 Buna itiraz edenler, "Hayır" diyorlar, psikoloji Yunancada "pusuo"dan gelir, o da ruh demektir, ruh ise fizyolojik bir şey değildir, o halde ruhtan kaynaklı sorunlar fizyolojik olamaz.

Dolayısıyla bu tür şeyler psiko-somatiktir, bedene indirgenemezler. Bedene indirgenemeyen bir şey de fizyolojik olarak incelenemez. Bu hat üzerinde yaptığı çalışmalarla ünlenecek olan Freud bu soruna zamanla bir çözüm arayacak, bu nevi hastalıkları incelemek için insan psikolojisini analiz edecek ve psikoterapi denilen metodu bulacaktır.  
 

Sigmund Freud1.jpg
Sigmund Freud (1856-1939) / Fotoğraf: Wikipedia

 

İnsanoğlu uzun soluklu bir sürecin sonunda bu noktaya ulaşıyor. Önce dünyayı evrenin merkezi gibi gören PreSokratik'lerin töz (hava, su, ateş, toprak) çözümlemeleri var; ardından Sokrat'ın insanı merkeze alan çıkışı geliyor; bu yaklaşım başta öğrencisi Platon'u, onun da öğrencisi Aristo'yu ve ardılı birçok felsefeyi etkiliyor.

Bu dönemde de beden-ruh ikilemine vurgu var ama tam olarak açıklığa kavuşturulamıyor. Sonra uzun orta çağ döneminde dinlenmeye alınan bu görüşler Rönesans'la tekrar gün yüzüne çıkıyor, Dekart ile akıl öne geçiyor, Galileo sistemin merkezine güneşi koyuyor ve Kant'ın akla yüklediği misyon ile aydınlanma zirve yapıyor. 

Bu meyanda materyalistlerin itirazları söz konusu. Marx yaptığı çıkışla ruh-beden diktomisine son vermek istese de tartışmalar sürüp gidiyor. Bütün bu süreçler boyunca insanın ayırıcı özelliği olarak, her şeyin onun tarafından yönetildiğine inanılan akıl hep yüceleştiriliyor ve aklın türevleri vurgulanarak öne çıkarılıyor.

Freud ise aklın hükmünün geçmediği psiko somatik şeylerden bahsederek, ona dayalı sorunları tedaviye çalışıyor, yeni tedavi yöntemi olarak da kendi buluşu olan psikoterapi ve/veya psikanalizi geliştiriyor. Diyor ki sizin bilinç dediğiniz her şey bilinç değil, bir kısmı aslında bilinç dışıdır.

Hatta (daha sonra açıklayacağımız gibi) bir kısmı da bilinç öncesine aittir. Bilimciler bu düşüncesinden ötürü onu mistisizm ile itham etseler de o bu dışlanma pahasına çalışmalarına aralıksız devam ediyor. 

 

Psikoterapi

İşte tam bu dönemde bir doktorla birlikte "unutulmuş yaralanma" kavramı üzerinde çalışan Freud, herkesin yaşamında olmuş ama artık hatırlanmayan hatıralar/yaşanmışlıklar olduğunu, fakat bunların asla yok olmadığını öne sürüyor.

Siz o şeyi hatırlamıyorsunuz ama o kişiliğinizin bir parçası olmuş hatta kişiliğinizi etkilemeye devam ediyor, diyor. Önce hipnoz yöntemi ile bunu ortaya çıkarmaya çalışıyorlar, fakat bunun işe yaramadığını gördüğünde birlikte çalıştığı Dr. Bruon'la yollarını ayırıyor. Sonra "serbest çağrışım" denilen bir yöntemi keşfediyor

Hastaya aklına geleni rastgele söylemesini istiyor, o da söylenenleri dinliyor, kaydediyor. (İnsanı gösteren dilidir, konuş ki seni göreyim) Freud hastasını bu şekilde görmeye çalışıyor. Onu bir kanepeye rahatça uzanmasını sağlayarak, sanki o hiç orda değilmiş gibi (ki bu anlarda çoğunlukla hastasına görünmüyor) bir yere geçip onu dinleyip kaydediyor.
 

Sigmund Freud, 1885.jpg
Sigmund Freud, 1885 / Fotoğraf: Wikipedia

 

Böylece aklın bazen uyum içinde olduğu bazen de birbirine karşı olan durumlarını keşfediyor. "Bilimsel Ruh Çözümlemesi" makalesini, bu konudaki ilk keşif olarak yazıyor. 

Ve giderek "bilinç dışı unsurları" ortaya çıkaran "psikoterapi" yöntemini geliştiriyor. Dolayısıyla bir hastanın aklı ile ilgili bir tedavi bu süreçler atlanarak yapılamaz diyor, yoksa tedavi eksik kalır.

Böylece bilinç ile bilinç dışını da deşerek bulan Freud psikoterapinin ve/veya psikanalizin babası haline geliyor. Bu yöntemle zihinsel malzeme ile bilinç dışı olanın bağlantısını ortaya koyarak insan aklının bilimsel incelenmesini öneren ilk kişi oluyor. 

 

Bilinç ve bilinç dışı

1911 yolunda "Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine Formülasyon" adlı makalesini kaleme alan psikolog, bu makaleyle "bilinç dışının" varlığını dünyaya duyuruyor. Freud daha sonra "Topografik Bilinç" kavramı ışığında insan edinimlerini yönlendiren etmenleri (bilinç-bilin öncesi- bilinç dışı'nı) keşfeder:

Bu keşifte, düşünceleri ve algıları bilinç; anılar be depolanmış bilgileri bilinç öncesi; vahşi itkileri, korkuları, ahlak dışı itkileri, irrasyonel istekleri, toplum tarafından kabul görmeyeceği düşünülen cinsel arzuları, utanç verici deneyimleri ise bilinç dışı olarak tanımlıyor.

İşte bu güdeler toplamda üç ayrı katmana ayrılır ve bunlar her katmanda ayrı derecede etki gösterirler: Bu katmanlar ise id, ego ve süper egodur. 

1923 yolunda yayımladığı "Ego ve İd" adlı makalesinde bu katmanların birbirine geçişlerinin olduğunu ve kişi için "hadsızlık" yaratacağı düşünülen dürtülerin bastırıldığını yani sansüre uğradığını ileri sürer.

Örneğin en karanlık dürtülerimizi ya da cinsel arzularımızı bastırmadığımızda toplum tarafından ahlak dışı nitelendirilip yadırganacağımız için bu "nahoş olarak görülecek şeyleri" bastırıp arkaya iteriz.

Bütün bu sansürlerin ve bastırmaların ortak noktası ve amacı toplum tarafından dışlanmamak ya da kabul görmektir. Bu davranış biçimi, toplumda kabul görmek ve tanınmak için "isteyerek ya da istemeyerek" uyulan ahlaki ya da kültürel normlardır.  

Fakat siz bu dürtüleri ne kadar bastırırsanız bastırın, o dürtüler oradan kaybolup gitmezler. İşte ruh bozuklukları da burada ortaya çıkıyor. Aynı zamanda rüyalarda, dil sürçmelerinde, ufak sakarlıklarda, unutkanlıklarda da kendini belirli belirsiz göstermeye devam ediyorlar. Onlar ortaya çıkıp tatmin olmak isterken biz onları sürekli bastırmaya çalışıyoruz. 
 

Sigmund Freud-.jpg

 

Freud, 1925 yolunda "Misting Writing Pet" makalesinde bunu "haz ilkesi" ile "gerçeklik ilkesinin" çatışması olarak tanımlamıştı. Haz tatmin olmak isterken kültürel dünya yani gerçeklik ilkesi onu bastırmaya, sansürlemeye çalışır.

Bu makalede aynı zamanda "Gizemli Yazı Tahtasından" bahseder. Hani çocukların yazı yazıp sonra mıknatıslı bir silgi ile sildiği tahta var ya işte o. Çocuk yazıyı sildiğini sanır ama, yazdıkları tamamen silinip yok olmaz, izleri orada durmaya devam eder.

Nasıl ki yazı tahtasında izler kalıyorsa bizim de günlük hayatta yaşadığımız travmalar, bastırılmış duygular tamamen yok olmuyorlar. Onlar da tıpkı yazı tahtasında olduğu gibi iz bırakırlar ve vakti zamanı geldiğinde bir yol bulup dışarı çıkralar.

Toplumda görülen cinsel suçların, cinayetlerin ve özellikle kadına olan şiddetin kökenini burada aramak lazım. Cinsel eğitimin hemen hiç verilmediği, cinselliğin tabu sayıldığı bizim gibi toplumlarda bu bir hasta hali durum meydana getirir.

Sonra da bağırış çağırışlar içinde yalancı pehlivanlar gibi "hadım edelim", "asalım" gürlemeleri gündeme gelir. Bu nevi suçları işleyenleri idam etmek, hadım etmek ya da tecrit etmek çözüm değil. Çözüm toplumu bu noktada zihnen değiştirmek, zihinleri iyileştirmektir.

Bunun için tabuları kıracak bir eğitim öğretim sürecinin erken yaşlarda başlaması elzem gibi görünüyor. Yoksa daha bu kazan çok su kaldırır. (Bu önemli konuyu sonraki yazıda detaylıca ele alacağım) 


Haz ilkesinin ötesindeki ölüm itkisi

1920 yılında "Haz İlkesinin Ötesinde" adıyla yazdığı metin "ölüm ve yaşam" arasındaki çatışmayı, çekimi ve itimi anlatır. Bu aslında Freud'un en önemli makalelerinden biridir. Ona göre yaşam ve ölüm güdüsü tüm insanların üstünde durduğu bir zemindir. Hepimizde ortak olan iki dürtü yaşam ve ölüm dürtüsüdür.

Organizma ölmek isterken (hücreler ölümlüdür çünkü) ruh şiddetle yaşamak ister (o yüzden beden yaşlanır ama "nefs" asla). Mesela insanoğlu neden bile bile kendine zarar verici eylemlerde bulunur?

Sözgelimi aşırı alkol, sigara veya uyuşturucu tüketimi veya kendimize bedensel olarak zarar vermek böyle örnekler değil mi?

Eğer bütün organizma yaşamak istiyorsa, o halde bile bile kendimize zarar vermeyi nasıl açıklayabiliriz?

Bir de bizim dışımızda hücrenin zamanı gelince yok olması var. İşte bu tarz durumlarda ölümle yaşam arasında bir çatışma yaşanır.

Freud bunu biyolojik olarak temellendirmeye, organizmaların ve hücrelerin canlılıktan cansızlığa nasıl geçmeye çalıştıklarını açıklamaya çalışır. Bu ikili arasında yaşanan gerilim ise "libido" dediğimiz şeyi oluşturur.  

Aslında genelde Freud'un teorisinin sadece cinsellik üzerine oturturlar, oysa o en büyük çalışmalarından birini "ölüm üzerine" yapmıştır. Burada ölüm itkisinin yarattığı sonuçlara odaklanır. (İnsanın en temel duygusu koku duygusudur. Kokuların da en büyüğü ölüm korkusudur. Kim bilir belki de tanrı bu yüzden cehennemi yatarmıştır!)

Bana göre de yaşamımızın her noktasını ve her safhasını yönlendiren, etkileyen ve hayatı biçimlendiren temel dürtü ölüm dürtüsü/kokusu ya da bilincidir.

Sanırım insan bilerek öleceğini bilen tek varlıktır. Bu da onu yaşamını müthiş derecede etkiliyor. Her ne kadar insanoğlu unutmak gibi mucizevi bir ilaca sahip olsa da gene de ölüm hiçbir zaman yakasını bırakmıyor.

Ama buna rağmen Freud insan psikolojisinde yaşam için üç kuvvetli unsur/iksir olduğunu söyler:

  1. Her şart ve koşulda yaşama içgüdüsü (Unutmamak gerekir ki, yaşamın güzelliği ölümün varlığındandır).
  2. Ortama ve koşullara uyum sağlama yeteneği (Her yerde ve her koşulda yaşayabilen tek canı türü insandır)
  3. Unutmak. (acı, kin-nefret, kıskançlık, öç alma duygusu ve ölüm düşüncesi gibi hususlar unutmak olmasaydı insanoğlunun kapasitesi için çekilecek yükler değildir.)

Bu üçü olmasaydı hayat bırakın çekilmeyi, yaşanmazdı. Ve tabi ölüm öyle bir temaya sahip ki yaşama anlam da katıyor.

Ne zaman öleceğini bilmemek de ayrı bir şey. Levra yaşamın güzelliği ölümün varlığındadır.
 

Sigmund Freud, 1921.jpg
Sigmund Freud, 1921 / Fotoğraf: Wikipedia

 

Yaşamsal travması ve Oidipus Kompleksi

Freud Avusturya-Macaristan imparatorluğu'nda zenginken fakir düşen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Bence onun gücüne dönüşecek ilk travması bu oluyor.

(Hayal kurduğu bir dönemde zenginken birden fakir düşmek. Zira yüksekten düşünler çok incinirler)

Yün ticareti yapan zengin babası fakir düşünce oğlundaki pırıltıyı görüyor ve elinde kalan bütün servetini onun yetişmesi için harcıyor. 

Babası ona "Oğlum sakın bizi hayal kırıklığına uğratma" diyor. İşte yaşadığı ikinci büyük travma da budur (Çok yük kaldırmaya layık görülenler ezilseler de belli etmezler.)

"Bizi hayal kırıklığına uğratma" sözü yaşamı boyunca onun üstünde bir psikolojik baskı yapıyor ve Freud yaşamı boyunca bunun yükünü taşıyor. Aslında bana göre, bu ona hem yük oluyor hem de motivasyon kaymağına dönüşüyor. 

Üçüncü travması da daha çocuk yaşlarda Yahudi olarak aşağılanmanın getirdiği yürek burukluğudur.

Nitekim, dehası sayesinde mesleğinde ilerlerken bile, etnik kimliğinden dolayı sürekli bir dışlanma ile karşı karşıya kalıyor. 

Kanımca bu üç travmatik durum aynı zamanda onda çalışma azmine ve dehasının patlayıp ortaya çıkmasına ve böylece kendine bir yön bulmasına yol açıyor, onun ilerlemesine büyük katkı yapıyor.

Ve bunun sonucudur ki tarihte peygamber İsa, sosyolog Marks ve filozof Nietzsche'den sonra en ünlü dördüncü Yahudi oluyor. 

 

 

1. İnsanın en büyük dostu da en büyük düşmanı da kendi beynidir. 

2. “Bizi hayal kırıklığına uğratma” sözlerinin yaptığı baskı rüyalarına giriyor, bunun travmatik etkisiyle rüyalarında babasını öldürerek annesi ile sevişiyor. Buna tarihte Oidipus Kompleksi denir. Bu Sofokles’in ünlü oyununa dayanan bir terimdir. Oidipus, kral babasını öldürüp, bilmeden dul annesi ile evlenir. Freud’a göre her erkek Oidipus kompleksini daha doğarken yaşar. (Kız çocukları ise Elektra kompleksi yaşar) Ona göre erkek çocuk doğarken ilk cinsel dürtülerini annesine karşı duyar. Anneye karşı duyulan bu arzudan dolayı babaya karşı bir çeşit nefret gelişir, “babayı öldür ve yerine geç” itkisi meydana gelir çocukta. Eğer sağlıklı bir bireyseniz aklınız erdiğinde bunun yanlış olduğunu öğreniyor ve (bu tamamen yok olmasa da) unutuyorsunuz. Aksi takdirde bu baskılayış başka şekillerde ortaya çakabiliyor. Bunu atlatmada ahlak, din, kültür gibi unsurlar işlev görüyor.


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU