21'inci yüzyılda süper-emperyalizmler ve egemenliğin sert kayaları

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Türkiye'de "ulusal egemenlik" denilince akla evvelâ halkın padişaha, efendiye vb. arkaik hiyerarşilere kulluğunun ilgası geliyor. Bu yönüyle dâhilî, iç özgürleşmenin en parlak ve en müstesna atılımı şeklinde addedilebilecektir. 

Ne var ki ulusun egemenliği salt köhnemiş yapılara, sınıflara, velhâsıl her koldan beslenen imtiyazlılar tabakalarına karşı dalgalandırılan bir özgürlük bayrağı değildir.

Ulusun özgür egemenliği taşıdığı tüm bu vasıfların yanı sıra aynı zamanda harice, dışarıya karşı ilân edilen bir pozisyon, bir pratiktir. Ulus egemenliğinin bu boyutu bugün uluslararası düzlemde şekillenmeye başlayan çok-kutuplu dünya düzeninin doğum sancılarından da aldığı ilhamla yeniden "canlanma" emareleri gösteriyor.

Aslında çok-kutuplu dünya düzeni kendine has meydan okumaları ve fırsatları eşzamanlı olarak önümüze getiriyor. Meydan okumaların en kallavisi açığa çıkan "süper-emperyalizmler" durumu iken, fırsatların en heyecan vericisi ulusal egemenliğin ihya potansiyelidir.

Literatüre hâkim olanların gözünden kaçmayacaktır; "Süper" (veya "ultra") emperyalizm tanımı başlangıçta Karl Kautsky'ye aittir. 

Kautsky, "süper-emperyalizm" teziyle birlikte kapitalizmin sermaye devletleri arasındaki iş birliğiyle savaşsız bir bağlamda da gelişme kaydedip evrenselleşebileceğini öne sürmüştür. Bu projeksiyonu, Kautsky'nin Lenin tarafından "dönek" ve "oportünist" şeklinde itham edilmesine yol açacaktı.

Kautsky'nin hedef olması esasen emperyalizmi ehlileştirme çabasından dolayıydı. Kautsky sosyalizmin "süper-emperyalizm" vasıtasıyla daha kolay ve daha keskin bir biçimde gelip yerleşebileceğini iddia ediyordu. Bu vesileyle aslında emperyalizme dair bir çeşit "sükûn" siyaseti izlenmesini vaaz ediyordu.

Kautsky'nin "süper-emperyalizm" teorisi zamanla dönüştü ve baştan yoğuruldu. 

Örneğin Soğuk Savaş'ta Amerikan emperyalizminin diğer (Batı) emperyalizmleri(ni) bastırmasıyla bir "süper-emperyalist" konumuna eriştiği dillendiriliyordu. 

21'inci yüzyılda ise kendi payıma "süper-emperyalizm" kavramının üç ayaklı bir okumaya muhtaç olduğu kanısındayım.

Buna göre birincisi, günümüzde "süper-emperyalizm" çok-kutuplu dünya düzeninde cüsseli emperyalist devletlerin birbirleriyle girdikleri çok-bileşenli (finans, teknoloji, ticaret, enerji, kültür vb.)  jeo-stratejik nüfuz rekabetidir. 

Bu rekabet Soğuk Savaş'la mukayese edildiğinde çok daha yoğun ve karmaşıktır zira eşit emperyalist mücadeleye girişen devletlerin sayısı artmış ve motivasyonları çeşitlenmiştir.

İkincisi, yine Soğuk Savaş'a nispetle, "ideolojik" unsur bütünüyle silinmemişse de net bir biçimde gerilemiştir. Gerilemenin kaynağında emperyalist rekabete girişenlerin jeo-stratejik nüfuz tasavvurlarını çok önemli ölçüde "ulusal realpolitik" perspektifinden ele almaları yatar.

Dünya görüşü yani ideoloji - beynelmilel maya anlamında - hâlâ varlık belirtse de artık ilk plandaki "öncü ruh" değildir ve ancak destekleyici mahiyette bir fonksiyonu haizdir. Bu durum emperyalizmlere daha tek-taraflı bir çehre vermekte, kimi medeniyetçi/milliyetçi sürtüşmeleri de tetikleyebilmektedir.

Üçüncü ve son olarak söz konusu emperyalizmlerin daha "ulusal" bir kabuğa kavuşmaları (ikinci noktayla tenakuz içeren bir biçimde) kendi aralarında değil ama başkalarıyla belli dönem ve yerlerde uzlaşı (karşılıklı alışveriş) imkânlarını da filizlendirmektedir.

Başka bir ifadeyle bir yönüyle katılaşan bu yeni emperyalizm diğer bir yönüyle de pragmatik bir muhteviyat arz ediyor ki, bu gri alanların ve vakumların çoğalmasını muhtemel kılmaktadır.

Bugün Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ve Rusya Federasyonu (RF) "süper-emperyalist" kategorisinde yer alan devletlerdir. 

Avrupa Birliği (AB) bu listede değildir. 

Listede olmamasının ana sebebi kuvvet yoksunluğundan ziyade "birleşik siyasal bir kuvveti" ete kemiğe büründürmeye yetecek kapasite yoksunluğudur. Bahsi geçen yoksunluğa ve diğer her şeye rağmen AB "süper-emperyalist olmaya adaylar" arasında ise en üsttedir.

Süper-emperyalizmler arasındaki çelişmeleri ve elbette gitgide kristalize olan "kavgaları" gün geçtikçe daha berrak bir biçimde gözlemleyebiliyoruz.

Karşılıklı ticarî cepheleşmeler, yaptırım tehditleri, büyük "uluslararası" sermaye grupları ile şirket ve tekellerin artan yoğunluktaki "ulusal" (tabiatıyla "kutupsal") eğilimleri, sahada vekâlete dayalı mevzilenmelerin tahkimi, silâhlanma vb. göstergeler sürecin hâlihazırda işlediğini ve ileriki aşamalarda şiddetlenerek devam edeceğini ortaya koyuyor.

Tüm bu "klasik" verilerin yanında elbette bir de rekabete doğrudan/dolaylı maruz kalan devletlere nispetle içselleştirilen yaklaşımlar demeti var. Bu anlamda bir "süper-emperyalist ile gayrı(non)-süper-emperyalist" ilişki şablonu tesis olmaktadır.

Buradaki ilişkinin temel ve ayırt edici niteliği - eşgüdüm hâlinde - gayrı(non)-süper-emperyalist devletin egemenlik kabiliyeti ile ısrarı, söz konusu devletin süper-emperyalizmler arasındaki rekabetteki işlevi ve ağırlığı ve ulusal realpolitiklerin örtüşmesi/denk düşmesi koşulları arasındaki etkileşim zinciri tarafından belirlenecektir.

Türkiye özelinde süper-emperyalistler içinde kopan yaygaranın lokomotifi Türkiye'nin tüm rekabet edenler için oynadığı "anahtar" roldür. Bu rol ABD için de ÇHC için de RF için de ve hatta AB için de eşit derecede hayatîdir.

İşte tam bu noktada "süper-emperyalizm" meydan okumasından süzülen çok mühim bir fırsat yani "ulusal egemenlik" potansiyeli zuhur ediyor.

Açıkça ifade edilmelidir ki ne dünya eski dünyadır ne de "emperyalist paylaşım" bir zamanlar olduğu gibi "çantada keklik"tir. Hele ki konu Türkiye'yse, bütün eksiklerimize karşın, hiç ama hiç değildir.

Türk kamuoyu nezdinde maalesef çoğu zaman bilinçaltı bir dürtüyle emperyalizmler arasında bir "iyi-kötü" tasnifi yapılageliyor.

Dahası böylesi bir değerlendirmenin artık kamuoyunu da aşan bir tarzda siyaset kurumuna sirayet ettiği anlaşılıyor.

Oysa bu tasnifin kimseye hiçbir yararı olmadığı gibi, bilâkis ülkeye zarar verdiğini/verebileceğini çok iyi idrâk etmek gerekir.

Süper-emperyalizmlerin meydan okumaları karşısında boyun bükmek, teslim olmak yahut mutlak bir "eklemlenmeye" tevessül etmek özgür ulus egemenliğine açılan pencereleri kendi elimizle kapatmakla eşanlamlıdır.

Kendimize yalan söylemenin veya kendimizi aldatmanın âlemi yok: Süper-emperyalizmler çağına girdik ve öyle görünüyor ki uzun bir müddet bu çağın kalbinde yaşayacağız. Bu anlamda "süper-emperyalizmler" artık bir olgudur.

Bu kabullenmeyle birlikte hem kutuplar arası rekabetin yaratacağı boşluklardan istifade etmek hem de kendi ulusal egemenlik kabiliyetimiz ile ısrarımızı rakip kutupların bize olan yaklaşımlarını etkilemekte kullanmak için yepyeni bir strateji icap ediyor.

Şu kesindir ki, bu süreçte, bilhassa da Türkiye işlevindeki ülkeler karşısında, neo-kolonyalizm kokan hiçbir siyaset tarzı (veya dili) müspet sonuç doğurmayacak ve topyekûn bir dirençle karşılanacaktır.

Olumsuzlukların dağıtılması ve direncin yerini dostluğun, müttefikliğin alması ise ancak ulusun özgür egemenlik alanlarına azami saygıyla yaklaşılmasıyla mümkündür.

21'inci yüzyılın süper-emperyalistleri için - eski emperyalistlerin alıştıkları gibi- yalnızca "almak" bir seçenek değildir. Yeni şartlarda artık almak vermeye de bağlıdır. Rekabet seçenek, seçenek de müzakere marjı demektir.

Oysa doğaları (emperyalist karakterleri) gereği istisnasız bütün süper-emperyalizmler (kimisi devamlı kimisi de aralıklarla olmak üzere) neo-kolonyal üslûba başvuruyorlar.

Bu anlarda tutturulacak yegâne yol, neo-kolonyal metodolojinin mazlum ulusun özgür egemenlik iradesinin sert kayalarına çarpmasına müsaade etmektir.

Zira bu metot ancak bu gerekli ve kaçınılmaz çarpmalarla törpülenebilecektir. 

Süper-emperyalizmler de yeni kavrayışa ancak bu vesilelerle ulaşabilecekler. 

Özetle, kendini dev aynasında görmek ile hiçleştirmek arasında doğru, haysiyetli bir denge noktası vardır ki, Türkiye işte bu noktaya oturmalıdır.

Bu noktaya ulaşmak için ise öznesi ulusal egemenlik olan üretime ve sosyal dayanışmaya dayalı bir ekonomik paradigmanın, uyanık bir siyaset kurumunun ve elbette etkin bir savunma gücünün yanında bunlardan güç alacak kapsamlı bir diplomasi doktrini lazımdır.

Çok çetin geçeceği şimdiden belli olan "süper-emperyalizmler" çağında Türkiye'nin kendi ulusal egemenlik ilke ve pratiğiyle ayakta kalabilmesi, dahası ilerleyebilmesi işte bunlara bağlıdır.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU