Hayatta kalanın trajedisi; Okuyucu

Mehmet Erduğan, Independent Türkçe için Bernhard Schlink'in 'The Reader' adlı romanından İngiliz oyun yazarı David Hare tarafından senaryosu yazılarak Stephen Daldry yönetmenliğinde beyaz perdeye taşınan 'Okuyucu'yu yazdı

Sosyal bir varlık olarak içinde bulunduğumuz şu dünyaya baktığımızda onu çoğunlukla belletilen ya da öğretilen bir bakış çerçevesinde görür ve anlamlandırırız.

Çevremizdeki olayları hep içselleştirdiğimiz bu öğretiler çerçevesinde anlamaya ve yorumlamaya çalışırız.

Ta ki içimizden düşünme ve eleştiriye açık bir karaktere sahip biri çıkıp, madalyonun diğer yüzünü irdelemeye ve olayları farklı bir şekilde bize göstermek için ortaya çıkana kadar.

Alman akademisyen, yargıç ve yazar olan Bernhard Schlink ortaya koyduğu eserlerle bu türden kitlesel ezberleri bozmaya çalışan biridir; kaleme aldığı Okuyucu (Der Vorleser) adlı romanı da bu vizyonla yazılmış çağdaş dünya edebiyatının en çarpıcı eserlerindendir.  

 

Hayatta kalanın trajedisi; Okuyucu

Yönetmen: Stephen Daldry / Oyuncular: Ralph Fiennes, Jeanette Hain, David Kross, Kate Winslet, Susanne Lothar, Alissa Wilms, Florian Bartholomäi, Friederike Becht, Matthias Habich, Frieder Venus, Marie-Anne Fliegel, Hendrik Arnst, Rainer Sellien, Torsten Michaelis, Moritz Grove, Joachim Tomaschewsky, Barbara Philipp, Hans Hohlbein, Jürgen Tarrach, Kirsten Block, Vijessna Ferkic, Vanessa Berthold, Benjamin Trinks, Fritz Roth, Hannah Herzsprung, Jacqueline Macaulay, Volker Bruch, Bruno Ganz, Karoline Herfurth, Max Mauff, Ludwig Blochberger, Jonas Jägermeyr, Alexander Kasprik, Burghart Klaußner, Sylvester Groth, Fabian Busch, Margarita Broich, Marie Gruber, Lena Lessing, Merelina Kendall, Hildegard Schroedter, Lena Olin, Alexandra Maria Lara, Martin Brambach, Michael Schenk, Ava Eusepi-Harris, Nadja Engel, Anne-Kathrin Gummich, Carmen-Maja Antoni, Petra Hartung, Linda Bassett, Beata Lehmann, Heike Hanold-Lynch, Bettina Scheuritzel, Robin Gooch, Thomas Borchardt, Alexandru Herca, Hendrik Maaß, Klemen Novak, Rich Odell, Daniele Rizzo, Sam Luca Scollin, Stephan Ziller / Süre: 124 dakika
 

 

Bernhard Schlink'in Der Vorleser (The Reader) adlı romanından İngiliz oyun yazarı David Hare tarafından senaryosu yazılarak Stephen Daldry yönetmenliğinde beyaz perdeye taşınan bu film çok sağlam bir edebiyat uyarlamasıdır.

Aynı zamanda Anton Chekhov, Arthur Schnitzler, Boris Pasternak, Charles Dickens, D. H. Lawrence, Ernest Hemingway, Franz Kafka, Friedrich Schiller, Gotthold Ephraim Lessing, Hergé, Homeros, Mark Twain, Peter Benchley, Sappho, Stefan Zweig, T. S. Eliot gibi dünya edebiyatında unutulmaz eserler bırakan yazarların yapıtlarından yapılan okumalar/alıntılar ile de beslenerek edebiyata dair takdire layık bir saygı duruşu niteliğine sahiptir.


Otobiyografik bir roman

Alman bir baba ve İsviçreli bir annenin dört çocuğundan en küçüğü olan ve yaşamına akademisyen, yargıç ve yazar olarak devam ederek yazdığı polisiye romanlarla Alman Polisiye Yazarları Birliği başta olmak üzere pek çok yerde ödülle taçlandırılan Bernhard Schlink'in kurmaca bir edebiyat eserinden çok daha fazlası olduğunu düşündürten Okuyucu adlı bu romanında otobiyografik izlerle karşılaşmak mümkün.

39 dile çevrilen bu roman ülkemizde 1997 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanmıştı.
 

 

Üstelik zincir kitabevleri ile internet alışverişinin henüz olmadığı bir dönemde, Yazar Ajanı kimliğiyle bavuluna doldurduğu kitaplar ile basın-yayın camiasındaki ilişkilerine de yön veren Bavul Ajans'ın kurucusu Sayım Çınar'ın keşfedilmemiş nitelikli edebiyat seçkilerini öne çıkaran çalışmalarındaki göz ardı edilemez katkıları sayesinde Türk okurunun kütüphanesine giren bu eser Hollywood'un getirdiği popülariteden çok önce Türkiye'de de hak ettiği değere ulaşan bir çoksatan olmuştu.


Sanatçı sorumluluğu

Eserlerinde Alman toplumunun yakın geçmişini sorgulamak ve Nazi suçlarıyla yüzleşmek gibi bir tavır içinde olan Bernhard Schlink, sanatçı sorumluluğunu da elinden bırakmadan yeni neslin, geçmişin günahları içinde boğulmuş kendinden önceki kuşaklara nasıl yaklaşabileceğinin çözümlerini aramayı da bir anlamda kendine dert edinen bir yazar.

Schlink, sıra dışı bir aşkın ardına gizlenmiş dehşet verici bir tarihin öyküsünü kaleme aldığı Okuyucu adlı bu romanında da sade ve dolaysız bir anlatımla suç, ahlâk, vicdan, utanç ve etkileyici bir sır sarmalının içinde ilerleyen baş döndürücü ve gerilim dolu bir hikâye anlatıyor.
 


Soykırım olaylarının genelde tarihsel gerçeklere, belgelere, kişisel anlatılara, tanıklıklara ve doğrulara dayandırıldığı bir ortamda insan elinden çıkma bu felaket hiçbir zaman böylesi şairane bir şekilde okuyucuya aktarılmamıştı.

Günümüzde pek çok yapıta konu olan bu olay geçip gitti; o günlerden geriye ise sadece acı hatıralarla dolu öyküler kaldı, ama yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre Holokost'tan kurtulanların yalnızca yüzde ikisi yaşadıkları hakkında bir şeyler yazmış ya da çektikleri acılar hakkında tanıklık etmiş.

Bu yüzden konu hakkında yazılanlar, çizilenler, konuşulanlar hep aynı kesinlik ve olgusallık sınırında kalmış.

Oysa bu felaket, ölenler için olduğu kadar aynı zamanda hayatta kalanların da trajedisidir.

Dolayısıyla Schlink, Okuyucu adlı bu eserinde soykırımın kendisinden çok, toplumsal bilinçaltında bıraktığı izleri araştırıp tartıştığı meselelere cevap aramaktan ziyade kararı okuyucunun verebileceği vicdani ve düşünsel bir yolculuğa zemin hazırlamıştır.
 


Geçen yüzyıl Avrupa'sının insanlığın dibe vurduğu o utanç verici döneminde, korkunç bir şiddetle aşama aşama ama sistemli bir şekilde uzun süre devam eden bir soykırıma sebep olan Yahudi nefretine emsallerinden oldukça farklı bir şekilde yaklaşan bu hikâyenin sinema uyarlaması ise her ne kadar noksanlıklar olduğu yönünde eleştirildiyse de yine de romanın derdini seyirciye oldukça iyi aktaran bir film olarak dikkatleri çekmeyi başarmıştır.

Film, Holokost ismi yakıştırılan bir soykırımla erkek, çocuk, kadın milyonlarca Yahudi'nin, Naziler ve gönüllü yandaşları tarafından katledilişini ve böylesi bir ortamda nüksetmiş toplum psikolojisini ustalıkla işleyerek Nazi dönemine dair hesaplaşmaya bambaşka bir boyut katmıştır.

Üstelik Billy Elliot (2000), The Hours (2002) gibi iki önemli eserle yeteneğini tartışmasız bir şekilde kanıtlayan Stephen Daldry külliyatına eklediği bu film ile de az ama öz çalışmalarla sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmayı başaran yönetmenler arasına katılmıştır.
 


Satır aralarındaki aşk

Başrol oyuncusu Kate Winslet'ın Hanna Schmitz rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Oscar Ödülü'nü kazandığı film dram ve romantizm türünde de oldukça sıra dışı bir şekilde kendini konumlandırmıştır.
 


Tavsiye edilirken hikayenin en can alıcı yerleriyle ilgili bilgi vermenin okuyucuya ya da seyirciye haksızlık olacağı eserlerden olan bu uyarlamayı detaylara girmeden özetlemek gerekirse; İkinci Dünya Savaşı izlerinin henüz yüzlerden silinmediği bir dönemin Batı Almanya'sında olayların geçtiği filmde 15 yaşında bir delikanlı olan Michael, genç yaşında yakalandığı kendisini zayıf düşüren bir hastalığın etkisiyle bir sokakta istifrağ ederken Hanna Schmitz ile tanışır; Hanna ona yardım ederek evine bırakır.
 


Orta sınıf bir hayat sürdüren Hanna, tramvayda çalışan 36 yaşında yalnız bir kadındır.

İyileştikten sonra ailesinden bile göremediği şefkati o kısacık anda hisseden Michael, minnetini göstermek için biriktirdiği harçlıklarıyla satın aldığı bir demet çiçekle birlikte Hanna'yı ziyaret eder.
 


Bu ziyaretinde kendinden yaşça büyük bir kadın olan Hanna'ya âşık olan Michael'ın gelişiyle kendini hiç beklenmediği bir ilişkinin içinde bulan Hanna da Michael'ı geri çevirmek niyetinde değildir.

Böylelikle ilişkilerinin yönü hızlıca değişir, yaş farkına aldırmaksızın birlikte olmaya başlarlar.
 


İkilinin arasında yaşananlar başlarda sadece cinsel çekim gibi gözükse de kısa bir zaman sonra bu birliktelik muhteşem bir uyumu da beraberinde getirir.
 


Okul çıkışlarını sabırsızlıkla bekleyen Michael her defasında soluğu Hanna'nın evinde alır, bu arada yanında getirdiği kitapları her gün Hanna'ya okumaya başlar, okudukları kitapların dünyasında kendilerini kaybeden ikilinin satır aralarında yaşadıkları aşk öyle herkesin anlayamayacağı türdendir.
 


Bu sırada tramvayda bilet kesen Hanna, tam da artık ofiste çalışmak üzere terfi aldığı bir sırada Michael'dan habersiz bir şekilde ortadan kaybolur.
 


Her şey rüya gibiyken bir gün okul çıkışında her zaman gittiği evin boş olduğunu gören Michael, Hanna'nın ansızın ortadan kaybolmasıyla gizlice ama doludizgin süren bu ilişkinin bitmiş olabileceğini kabul etmekte zorlanırken acı içinde tatlı düşünden uyanır.
 


Kendisine göre ortada hiçbir sebep yokken terk edilmiş olmanın acısını bu andan itibaren uzun yıllar kalbinde taşıyacaktır.


Yüzleşme

Seneler sonra hukuk öğrencisi olan Michael, profesörü ve sınıf arkadaşlarıyla birlikte staj görmek için gittiği önemli bir davada sanık koltuğunda Hanna'yı görür.
 


Erotizm, gizem ve suç yüklü hikâyenin baş kahramanı Hanna savaş sırasında kamplar arası bir sevkiyat sırasında bir kilisede tutulan bir grup Yahudi'nin ölümüne sebep olmaktan yargılanmakta; hukuk eğitimi alan Michael ise şaşkınlık içinde, sevdiği kadının böylesi korkunç bir suça karışıp karışmadığını anlamak üzere mahkemeyi izlemektedir.
 


Bunca zamandır içinde bastırmaya çalıştığı duygular bu defa bambaşka bir boyut kazanırken gerçeklerle yüzleşen Michael aynı zamanda kendisini hayati kararların eşiğinde bulur.

Michael, Hanna'nın sırrını o sırada geçmişlerini düşünerek çözer ama onu savunamaz; çünkü bu sır Hanna için o kadar büyük bir utançtır ki uğruna katil damgası yemeyi çoktan göze almıştır.
 


Büyük bir sır

Bu tesadüfi karşılaşmaya kadar erotizm yüklü yasak bir aşkın heyecanıyla filmin basit bir aşk hikayesinden ibaret olduğunu düşünenleri ikinci yarısından itibaren tersyüz olan hikâyesiyle şaşırtan film aslında meselenin bambaşka olduğunu, şimdiye kadar izlediklerimizden pek de bir şey anlamadığımız gerçeğini ortaya çıkarır.

Bu karşılaşma anından itibaren artık doğrular ve yalanlar vardır, dile getirilemeyen yaşanmışlıkların sarsan hesaplaşmaları vardır ve ortada iki aşığın da hayatını derinden etkileyecek olan büyük bir sır vardır.
 


İnsan kimsenin öğrenmesini istemediği bir zaafı için neleri göze alabilir konusunu sorgularken kimisini cevaplayan, kimisini tartışan, kimisini de cevapsız bırakan kitapta da değinildiği üzere bu öyle bir sır ki; düşünün, bir insan kendini bilerek bir felakete sürüklüyor ve siz onu kurtarabilirsiniz; kurtarır mıydınız?

Öyle bir ameliyat düşünün ki, hasta narkozla bağdaşmayacak uyuşturucular kullanıyor, ama uyuşturucu kullanmaktan utandığı için bunu anestezi uzmanına söylemiyor; onun yerine siz anestezi uzmanıyla konuşur muydunuz?

Bir mahkeme düşünün ki, sanık solak olduğunu ve bu yüzden sağ elle işlenen cinayeti kendisinin işlemiş olamayacağını açıklamadığı takdirde mahkûm olacak, ama solak olmaktan utandığı için bunu yapmıyor; hâkime durumu siz açıklar mıydınız?

Sanığın eşcinsel olduğunu ve suçun bir eşcinsel tarafından işlenmiş olamayacağını düşünün, ama sanık eşcinsel olmaktan utanıyor ve dolayısıyla suçu üstlenmek zorunda kalıyor, bu sonucun önüne geçer miydiniz?

Sorun uyuşturucu kullanmak, solak ya da eşcinsel olmanın utanılacak bir şey olup olmadığı değil; yalnızca bu utanç ya da gurur yüzünden sanığın kendini felakete sürüklediğini düşünün, bu duruma müdahale eder miydiniz?
 


Bir suçun gerçekten olmadığını bildiğiniz halde suçlanan kişi eğer bu suçla cezalandırılmak istiyorsa siz bu seçime müdahale hakkına sahip misiniz?

Bir de âşık olduğunuz kişinin büyük bir insanlık suçu işlediğini öğrendiğinizi ve kendinizi kandırılmış hissettiğinizi düşünün, ne yapardınız?
 


Son pişmanlık

Michael'ın içine düştüğü durum; yarım kalmışlık, hayaller ve istekler konusunda geç de olsa adım atmamanın getirdiği ömür boyu süren pişmanlıktır.

Bazı suçların elbette telafisi yoktur, ama adalet nedir?
 


Yasalarda yazılı olan mı, yoksa toplumun fiilen geçerli sayıp uyduğu mu, yoksa her şeyin hakça yürüdüğü koşullarda, yasalarda yazılı olup olmadığına bakılmaksızın geçerli sayılması ve uyulması gereken bir şey midir?

Toplama kampı muhafız ve nöbetçilerinin mahkûm edildikleri maddenin, eylemin gerçekleştiği tarihte ceza yasasında yer almış olması yeterli midir, yoksa söz konusu maddenin o dönemde nasıl yorumlandığı ve uygulandığını gerçekleştikleri dönemdeki eylemleri kapsayıp kapsamadığını da göz önünde bulundurmak gerekir miydi?
 


Ne yaparsak yapalım işkence görmüş olanları işkence görmemiş kişilere dönüştüremeyiz.

İşkenceciler ise her ne hüküm almış olurlarsa olsunlar işledikleri suçun bedelini ödeyemezler.

Ancak Hanna bu yargı süreci sonunda itiraf edemediği gerçekler yüzünden sahiplenmek zorunda kaldığı doğrudan kendisinin işlemediği bir suçtan ötürü müebbet hapis cezası alır, yirmi iki yıl sonra ise gelen bir af ile Hanna'nın tahliyesine karar verilir.
 


Cezaevinden çıkmasına yakın Hanna'nın dışarıdaki tek bağlantısı olan Michael, hapishane müdürünün ricasına karşılık gönülsüzce onu hapishaneden çıkarmak üzere Hanna'yı ziyarete gider.

Bu buluşma öncesinde Hanna'nın kendisine okumasını istediği kitaplar ve nefes nefese süren birliktelikleri boyunca onun bir öykü ve ilişki canavarı olduğu düşüncesinin aksine gerçek bir cani olduğuyla yüzleşmek Michael'le birlikte seyircinin de amansız bir vicdan muhasebesi içine sürüklenmesinde kaçınılmaz olur.
 


Mahkeme resmi bir şekilde Hanna'yı affetmiş olsa da kendini bu affa layık görmeyen Hanna bu süre içinde yargılanırken idrak edemediği ama cezaevinde geçirdiği yıllar içinde yaptığı yüzleşmelerle ölümlerden doğrudan sorumlu olmasa dahi Nazi kamplarında çalışmış olmanın getirdiği suçun ağırlığını yüreğinde hissetmeye başlar.

Bunu olan biteni her ne kadar kendisi yok sayarak yaşamış olsa da nihayetinde başkaları tarafından affedilmeyecek olduğunu anlar.
 


Tarihteki olayların öyküsü

Nazi gaddarlığı üstüne birtakım sorgularla ilerleyerek insanlık suçlarına farklı bir gözle bakmayı deneyen film, Nazileri hoş gösterdiği, akladığı ve pek çok kişi tarafından beğenilen bir oyuncunun karakterinden istifade ederek olaya insanca yaklaşıp sempati oluşturmaya ve tüm bu katliam sürecini önemsizleştirmeye çalıştığı savıyla çeşitli Yahudi kuruluşları bu filme itiraz eder.

Ancak, benzer bir konuyu bir eserinde kaleme alan Yann Martel'in de bir zamanlar değindiği üzere;

Tarihi bir olay söz konusu olduğunda yalnızca tanık olmamız, yani olan biteni anlatmamız ve ölenlerin ihtiyaçlarına atıfta bulunmamız yetmez. Aynı zamanda yorum yapmamız ve bir sonuç çıkarmamız gerekir, bu şekilde insanların ihtiyaçlarına karşılık vermiş oluruz, eğer tarih öyküye dönüştürülmezse tarihçiler dışında herkes için ölür.


Dolayısıyla bu bakışla hem yazar hem de yönetmen günümüze kadar etkileri süren böylesi bir trajedinin travmasını bu anlamda oldukça başarılı bir şekilde ele almış, kalbine odaklanıp onu temsili ve yoğunlaştırılmış bir biçimde okura ve seyirciye sunmuştur.

Bu yaklaşım öyle sanıyorum ki kitaplarda da sinemada da gerçek hayatta da her şeyin üstündedir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU