NATO’nun yapısal sorunları ve NATO-Türkiye ilişkileri üzerine düşünceler

Doç. Dr. Fahri Erenel Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Soğuk savaşın güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla, 4 Nisan 1949'da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile kurulmuş olan NATO, soğuk savaşın sona ermesi ile varlığını sürdürebilmek için günümüz güvenlik ihtiyaçlarına uyum sağlayacak çeşitli dönüşüm süreçleri yaşamış ve yaşamaya devam etmektedir.

NATO’nun yapısal sorunları

70’nci yaşını kutlayan NATO; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve onun öncülüğündeki Varşova Paktı’nı caydırmak, önlemek ve olası saldırıyı etkisiz hale getirmek olan rolünü, soğuk savaş döneminde üyelerden biri saldırıya uğramadığına ve iki güvenlik örgütü arasında bir çatışma yaşanmadığına göre başarı ile yerine getirdiğini söylemek mümkündür.

Soğuk savaş sonrası eski Varşova Paktı ülkelerini bünyesine katarak genişleyen NATO, yönetsel açıdan her büyüyen kurumun karşılaştığı sorunları yaşamaya başlamıştır. Bu sorunların günümüzde giderek arttığına tanık olunmaktadır. George Orwell’in 1984 adlı eserinde vurguladığı “işçiler arasında sahte bir birlik yaratmak için, ötekine karşı sürekli savaş halinde olma” düşüncesini, askeri-politik ortam nedeniyle uygulama imkanı bulamayan NATO, soğuk savaş sonrası ortaya çıkmaya başlayan tehditlere karşı, soğuk savaş süresince SSCB’ne yönelik olarak oluşan kolektif güvenlik anlayışı istekliliğini ve ortak kader düşüncesini gerçekleştirememiştir.

Üye devletlerin güvenlik algılamalarındaki farklılıklarına ve aralarındaki güvenlik sorunlarına çözüm üretemeyen NATO, üyelerini belirli bir tehdit üzerinde konsolide etmekte ciddi sorunlar yaşamakta, bu durum ise NATO’nun giderek artan ölçüde caydırıcılık dışında işlevsiz konuma gelmesine ve alışkanlıkla varlığını sürdürmesine yol açmaktadır. Avrupa merkezli bir örgüt olan NATO, varlığını sürdürebilmek için alan dışına çıkmaya ve giderek küreselleşen bir örgüt konumuna girmeye başlamıştır. Bir nevi kasaba şerifi iken ABD’nin de etkisi ile dünya polisi olma yolunda hızla ilerlemeye başlamıştır.

Güvenlik algılamalarındaki farklılıklar, üyeleri kendilerinin de onayladıkları kararlara uyum konusunda isteksiz davranmalarına yol açmaktadır. Bu tür davranışın en yeni örneğini, NATO üyesi ülkelerin 2014 yılında düzenlenen toplantıda, 2024'e kadar 10 yıllık dönem içerisinde gayri safi yurtiçi hasılalarının yüzde 2'sini savunma harcamalarına ayırma yönünde aldıkları karar oluşturmaktadır. Konulan hedef prensip kararı olarak kabul edilmiş, ancak taahhüdünü yerine getirmeyen ülkelere cezai müeyyide uygulanacağı yönünde bağlayıcı maddeler eklenmemiştir. Sonuçta aşağıda yer alan grafik karşımıza çıkmakta ve NATO’ya verilen taahhütlerin yerine getirilme konusunda üyelerin büyük kısmında oluşan isteksizliği bu tablodan görebilmekteyiz.


Soğuk savaş döneminde bu yönde bir karar alınmış olsaydı bu tür bir grafik ile karşılaşmanın mümkün olamayacağını söylemek mümkündür. Ayrıca, NATO’nun ev ödevlerini yerine getirmeyen üyeleri ihraç ile ilgili bir mekanizmasının olmayışı, antlaşmanın 13.ncü maddesi gereği kendi istekleri ile ittifaktan ayrılabilmelerinin söz konusu olması üyeleri rahatlatmaktadır. Çalışma hayatında bir zamanlar var olan, hayat boyu sağlanan iş güvencesi nedeniyle, nasıl performans gösterirse göstersin kendi isteği olmaksızın işten atılmama gibi korkunun olmadığı bir işyerinde çalışanlar gibi ittifak üyeleri, 13.ncü maddenin, bazıları ise ABD’nin arkasına sığınarak verilen görevleri yerine getirmek gibi bir çaba içine girmemektedirler.

Bugün çalışma hayatının rekabete dayalı ortamında artık sürekli bir iş güvencesi verilmemektedir. Kamu sektöründe de giderek aynı anlayış hakim olmaktadır. Bu tür iş güvenceleri sadece üstün performans göstererek verimlilik ve etkinliğe katkı sağlayanlar, yani kurum için katma değer yaratanlar için söz konusu olabilmektedir. Yükümlülüklerini yeterince yerine getirmeyen ittifak üyelerinin diğer üyelerin üzerine yük oldukları bir gerçektir. Romanya, Bulgaristan, Polonya gibi üyeler ev ödevlerini tam anlamı ile yerine getirmedikleri gibi Rusya söz konusu olunca ABD’nin güvenlik şemsiyesi altına alınmakta ve bu ülkelere yönelik ev ödevlerini yerine getirmemelerine yönelik eleştirilerde kağıt üzerinde kalmaktadır. 

Soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte alınan genişleme kararında, Avrupa değerlerinin ve demokrasinin, eski SSCB ve Varşova Paktı ülkelerinde yerleşmesine katkı sağlamak ön planda görünse de, temel amacın Avrupa’nın karşısında yer alacak, Polonya Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’ni işgal etme cüretine kapılacak hegemonik bir gücün yeniden oluşma potansiyelinin gerçekleşmemesi olduğu bilinmektedir. Bu gerekçe ile üye sayısını arttıran ve Kuzey Makedonya başta olmak üzere yeni üyelerine kapısını açmakta kararlı görünen NATO, giderek sorunlar yumağı haline dönüşmektedir.

NATO, oy birliği ile karar alma esasına dayanan 28 üyeli yapısı ile hızlı karar alma ve uygulama yeteneğini de büyük ölçüde kaybetmiş görünmektedir. Yeni üyelerin bir kısmında ekonomik sorunlar dönüşüm sürecini olumsuz yönde etkilemiş ve etkilemeye de devam etmektedir.

NATO üyelerinin savunma bütçelerinde yaşanan azalmanın ittifakın savunma yeteneklerini zayıflatacağı yönündeki endişe de giderek artmaktadır. Özellikle, en ileri enformasyon ve iletişim teknolojilerini üreterek veya sahip olarak, ağ merkezli savaş yeteneklerini geliştirmeye odaklanan “Askeri İşlerde Devrim (RMA)”in pahalı bir süreç olması, üyelerin bu konudaki projelerde ayırdıkları kaynağın giderek azalması, Çin, Rusya gibi ülkelerin savunma harcamalarını arttırarak, yeni silah, araç ve mühimmat teknolojilerine sahip olma çabaları, ABD dışında bu harcamalara cevap verecek yetkinlikte veya cevap vermeye istekli bir üyenin ittifak içinde bulunmaması, NATO’nun teknolojik üstünlüğünün azalabileceğini göstermektedir.

Ne zaman yapılacağı belli olmayan ve belki de gerçekleşmeyecek bir savaş için, yaklaşık her devlet bütçesinin 16’da 1’ni harcamaktadır. Bu belirsizlik ve fırsat maliyeti, ittifak üyelerini ekonominin temel ilkelerinden olan tercih konusunda farklı kaynak kullanım alanlarına yönelmelerine yol açabilmektedir.

Tek başına Atlantik İttifakı’nın yaptığı toplam harcamanın yaklaşık yüzde 60’ını üstlenen ABD Başkanı Donald Trump'ın, 2018 yılı boyunca defalarca NATO'dan çıkmak istediğini gündeme getirdiği bilinmektedir. 2018 yılı içinde birçok anlaşmadan ve örgütten çekilen ABD’nin bu düşüncesini ne ölçüde gerçekleştirebileceği ayrıca analiz edilmesi gereken bir konu olmakla birlikte, NATO’nun kuruluşundan beri ilk kez ABD tarafından gündeme getirilmesi, ittifakın geleceğinin sorgulanması açısından önemli bir paradigma değişikliğinin başlangıcını oluşturmakta olduğu değerlendirilmektedir. Trump'ın üst düzey ulusal güvenlik yetkililerinin, Washington'un Avrupa'da etkisini ciddi şekilde azaltacak ve Rusya'yı cesaretlendirecek çekilmeden bahsetmeden, Amerikan stratejisini mevcut istikametinde tutmak için uğraştıklarını belirtmesi konuyu yumuşatmakla birlikte, bu tür çalışmaların yapılıyor olması dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.

Uluslararası anlaşmalara bağlı kalma zorunluluğunun giderek kalktığı, uluslararası anlaşmaların bu yeni anlayışa göre şekillendiği, ülkelerin içişlerine karışılmasının meşru hale geldiği, Birleşmiş Milletler’in, NATO’nun yeni misyonlarını onaylamak zorunda kalan bir merci konumuna geldiği bir süreç yaşanmaktadır. 

“İnsani misyonlar”, “bölge dışı alanlar”, “istikrarsız bölgelere uluslararası müdahale” gibi yeni misyonlarla işlevini sürdürmeye çalışan NATO’nun “Devletler içinde insan gruplarının yok edilmesi ya da sürülmesi uluslararası müdahaleyi haklı kılabilir” yaklaşımını ABD’nin etkisi ile ana konsept haline getirme yönünde ki çalışmaları, kuruluş antlaşmasının 5.nci maddesinin geçerliliğinin giderek azalmasına yol açtığı söylenebilir. Kuruluş antlaşmasının 5. maddesi şu şekildedir:
 

"Taraflar Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa BM Yasasının 51. maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan taraf ya da taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır. Böylesi herhangi bir saldırı ve bunun sonucu olarak alınan bütün önlemler derhal Güvenlik Konseyine bildirilecektir. Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak için gerekli önlemleri aldığı zaman bu önlemlere son verilecektir" 


Fransa ve Almanya arasında, 22 Ocak 2019 tarihinde imzalanan Aachen Antlaşması'nın en önemli kısımlarından birini ortak savunmanın oluşturması, iki ülkenin savunma ve kalkınma politikalarında ortak bir kültür ve işbirliği geliştirmeyi taahhüt ederek bir saldırı durumunda ve ihtiyaç durumunda birbirlerine askeri araç gereç ve farklı kapasitelerini kullandırma sözü vermelerini, NATO’nun 5’nci maddesinin işlevselliğini giderek yitirmesinin yol açtığı endişelerin bir sonucu olarak görmek mümkündür. Aynı zamanda bu girişimin, Avrupa Birliği’nin kısaca PESCO adı verilen kendi ordusunu kurma çalışmalarının temellerini oluşturduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır.

NATO-Türkiye ilişkileri

Yapısal sorunlarına, NATO-Türkiye ilişkilerinde önemli sınamalara rağmen, NATO, Türkiye açısından savunma alanında ki işlevinin yanı sıra, Türkiye’nin batı dünyası ile arasında bağlantıyı sağlayan önemli bir örgüt olma konumunu sürdürmekte olduğu düşünülmektedir.

Soğuk savaş süresince SSCB’ne karşı önemli bir denge faktörü olan Türkiye, NATO’nun yeni tehdit tanımlamasında, terörizmi en üst sıralara koymasına rağmen, Türkiye'yi hedef alan terör örgütleri konusunda, NATO ülkelerinin, Türkiye ile dayanışma içinde olmaktan çok uzak bir politika izlemeye devam ettikleri görülmektedir. 

Aynı değerleri ve amaçları paylaştığımız NATO ülkelerinin, PKK/PYD ve FETÖ terör örgütleri konularında Türkiye yerine, bu örgütlere destek veren tavır içerisinde olmaları, Türkiye'de geniş kesimlerin NATO üyeliğini sorgulaması sonucunu doğurmaktadır.

Türkiye’nin NATO içindeki görüşmelerde ve karar süreçlerinde kendi ulusal çıkarlarını ön plana çıkararak daha fazla sorgulayıcı ve eleştirel bir tutum içinde girmiş olması, ittifakın varlığını sorgulamaktan ziyade ittifakın politikalarına şekil verme düşüncesinden kaynaklandığı söylenebilir.

Fransa ve Almanya’nın liderliğinde Avrupa Birliği'nin kendi özgün güvenlik sistemini kurma girişimleri, caydırıcılık rolü nedeniyle NATO üyeliğinin devam etmesinin Türkiye açısından daha fazla önem taşımaya başladığı değerlendirilmektedir.

Batı’nın Türkiye’ye yönelik “çifte standart” ve “ayrımcılık” uygulamalarının günümüzde S-400 Hava Savunma Sistemi ve F-35 savaş uçakların özelinde simgeleşerek devam ettiği görülmektedir.

NATO’nun birinci öncelikli tehdit olarak kabul ettiği Rusya ile son yıllarda giderek artan işbirliği ve yakınlaşma, özellikle ABD’nin etkisi ile Türkiye üzerinde bir baskıya dönmüş durumdadır. Bu baskı her türlü yaptırımlarla desteklenmeye çalışılmaktadır. Türkiye açısından NATO üyeliği her zaman için eleştirmeli, ancak, bu kadar belirsizliğin hakim olduğu bir Dünya’da güvenlik boyutunda elde edilmiş kazanımlar olabildiği kadar sürdürülmelidir. Bu durum, Türkiye’nin başta Avrasya bölgesi olmak üzere diğer bölgelerle işbirliği kurmasına ve geliştirmesine engel olmamalıdır.

Rusya ile ilişkilerimizdeki gelişmede ve kurulan dengede, Türkiye’nin NATO üyesi olmasının önemli bir rol oynadığı dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU